1968’de Yemen’de dünyaya gelen İsam el-İmad, Suudi Arabistan üniversitelerinde tahsil görmüş ve Bin Baz gibi önde gelen Selefi ulemasından ders almış bir Vahhabi âlimi iken, Şia ile tanışmasının ardından bu mezhebe geçmişti. 1989 yılından beri Kum’da tahsilini sürdüren Dr. İsam el-İmad pek çok kitap kaleme almış önemli bir muhakkiktir.

Medya Şafak olarak, Nasr TV’de yayınlanmış olan “Selefiliğe 100 Soru” programlarının tam çevirisini sırayla sunuyoruz.

Soru – 1: Selefilik bidat mıdır Sünnet mi?

Bu mesele, uzun süredir meşgul olduğumuz ve hakkında yazılar yazdığımız bir konudur. Merhum hocamız Vahhabi imamı Şeyh Abdullah el-Abbas, aynı şekilde Şeyh Huzeymi ve diğer Vahhabi alimlerinin yanında şunu öğrendim, evet bid’at ile mücadele etmemiz gerekiyor.  Benim onlara bir sorum var, “Biz Selefiler olarak bid’at ehlinden miyiz?”  Bid’at ne demektir? Sünni âlimleri bu meseleye işaret ediyor ve diyorlar ki, “Selefilik bid’attır, mezhep değildir.” Bu gerçekten büyük bir görüş. Biz gelip İslam ümmetinin önüne, Selefilik adını verdiğimiz yeni bir mezhep kuruyoruz. Sonra, Ehl-i Sünnet’i ve tüm Müslümanları, Şeyh Muhammed Abdulvehhab’a tabi olanlar hariç Selefilik dışı kabul ediyoruz.  Bu bid’at değil midir peki? Milyonlarca Müslüman camisini İslam dışı kabul edelim. Şafii, Hanbeli, Maliki camilerini, Ehl-i Sünnet ya da diğer fırkalara ait tüm mescitleri İslam dışı ilan edip, yeni camiler inşa edelim. Kendimizi diğer Müslümanlardan soyutlayıp, İslam ümmeti içinde yeni bir ümmet kurmuş olmaz mıyız? Öyleyse bu bid’at değil midir? Biz bid’at ile savaştığımızı zannedelim, ama bid’ata dayalı bir mezhep kuralım! Kendimizi Müslümanlardan izole ettik. Bunların hepsi benim bizzat yaşadığım durumlar. Biz asla Şafii camilerinde namaz kılamazdık. Maliki, Hanbeli, Eş’ari, Maturidi, Nakşibendi ya da Ticani mescitlerinde namaz kılamazdık. Öyleyse biz yeni bir mezhep kurduk ve bu mezhep selef-i salihin zamanına uygun mu diye soruyoruz.  Selef-i salih zamanında Selefilere has camiler mi vardı? Hanefi ve Şafiilerin bulunmadığı mescitler var mıydı, yok muydu? Bu ayrım aynı şekilde dört mezhepten önce de, fukaha-i seb’a (7 fakih) döneminde de yoktu. Üçüncü asırda ve öncesinde de Selefilere özel mescitler yoktu. Öyleyse yaptığımız şey bid’attır. Bid’at üzerine bir mezhep kurarken nasıl bid’at ile savaşabiliriz?

 

Soru – 2: Vahhabiliğin kurucusu da müşrik mi?

Selef-i salih’e (r.a) bağlı olduklarını ve Selefi olduklarını iddia edenler ile karşılıklı konuşmalarımda, onlara çok önemli bir meseleyi vurguladım daima.  Bu mesele Selefilerin, Ehl-i Sünnet ve tasavvuf yolunun müşriklerin yolu olduğunu  ortaya atmaları idi. Onlara şunu söyledim: “Sizler, Şeyh Muhammed Abdulvehhab’ın yolundan gitmenin şirk olduğunu bir gün bile olsun hiç düşündünüz mü? Bu yol, gizli şirk yoludur.” Bana “Nasıl?” diye sorduklarında onlara şu cevabı verdim:  “Şirk geniş manada ne demektir? Şirk, Allah’ın işlerine (şuunatına) müdahale etmektir. Peki, Muhammed Abdulvehhab, ‘Allah’ın (işleri) şöyledir ve Muhammed’in (s.a.a) (işleri) şöyledir’ dememiş midir? Bu Yüce Allah ve Muhammed (s.a.a) arasında bir taksim değil midir? Ve bu Allahın zati işlerine müdahalenin bir çeşididir. Buna gizli şirk adı verilir.” Öyleyse siz şirkten kaçmak istiyorsunuz, ama şirke düşüyorsunuz. Çünkü Allah’ın işlerine karışıyorsunuz. Allah ve Rasulü (s.a.a) arasındaki konumu paylaştırıyorsunuz ve diyorsunuz ki, “Bu Allah için, bu Rasulullah (s.a.a) için.” Bilmediğiniz yerden şirke düşüyorsunuz. Bu gerçekten çok önemli bir mesele. Ben bir mücadele veya çatışma derdinde değilim, ancak selef-i salihi takip ettiklerini iddia edenlere söylemek istediğim bir şey var. Siz kendiniz dışındaki Müslümanları şirk ile itham ediyorsunuz, ancak bu kelimeyi zikretmek istemiyorum ama siz müşriksiniz. Bir kez olsun kendinize Abdulvehhab’ın zikrettiğim sözünün şirkin bir çeşidi olup olmadığını sordunuz mu? “Bu Allah’ındır, bu Muhammed’in (s.a.a)” diyerek Allah’ın yasaklarını çiğniyorsunuz. Bu da Zat-ı İlahi’ye hakim olmaya çalışmaktır bir çeşit. “Allah’ın elleri bağlıdır” diyerek bunu yaptıkları için tevhid ehli olmalarına rağmen Allah (celle celâluh) Yahudileri lanetlemiştir. Ne demektir bu? Allah yarattığı kullardan birine bir makam vermek istedi, ancak Yahudiler bunu reddetti. Böylece kudreti kısıtladılar. Siz, “Allah Muhammed’e (s.a.a) bu makamı vermedi” dediğinizde, Yüce Allah’ın kudretini kısıtlamış oluyorsunuz. Bu bir çeşit şirktir!

 

Soru –  3: Selefiler Ehl-i Sünnet’in lugat alimlerine niçin saldırıyorlar?

Suudi Arabistan’da bulunduğum yıllarda, hala cevabını bulamadığım önemli bir problem dikkatimi çekmişti. 10 ya da 15 yıl önce arkadaşım Şeyh Osman Hamis ile belki bir yıldan fazla süre boyunca sürdürdüğümüz münazaralarımızda, Selefilerin dilbilimcilere saldırısı konusunu tartıştık. Selefi metodunun benimsendiği Ümmül Kur’a Üniversitesinde ve diğer Suudi üniversitelerinde, dilbilimcilere karşı akıl almaz bir saldırı söz konusu. Burada, “Müfredat”ın yazarı Ragıb el-İsfahani’ye, Lugat yazan İmam Zemahşeri’ye, “Lisanül Arab”ı kaleme alan İbn-i Manzur’a, İmam Firuzabadi’ye ve daha bir çok lugat âlimine karşı şiddetli saldırılar yapılıyor. Hatta ne yazık ki, modern çağın Selefi âlimleri bile dilbiliminin tevhidi bozduğunu iddia ediyorlar! Allah aşkına! Kur’an-ı Kerim’in dilini en iyi şekilde kim biliyor? Dilbilimciler, sözlük (lugat) yazarları değil mi? Sibeveyh’ten İbn Akil’e hatta çağımıza kadar tüm dilbilimciler böyle değil mi? İmam Muhammed Abduh, onlara meydan okuyor ve diyor ki “İmam Cürcani’nin ‘Esrar el-İ’caz’ kitabını okutmak benim işim değildir, ben daha büyüğüm!” Onlara diyorum ki eğer geçmişte ve günümüzde dilbilimcilerin tevhid anlayışında hata edip, hepimizi hataya düşürdüklerini düşünüyorsak, bizim önce dönüp kendi tevhid anlayışımızı gözden geçirmemiz daha evla değil midir? Lugat âlimleri değil de, biz hata ediyor olamaz mıyız? Önce tefsir âlimlerine saldırdık, çünkü tevhid konusunda hata ediyorlardı. Ardından sıra dilbilimcilere geldi! Şeyh Muhammed Abdulvehhab’ın Arap diline dair hatalı teorilerine dayanarak, kendimiz ile dilbilimciler arasına kalın çizgiler çektik.

 

Soru – 4: Adam kıtlığı mı var ki İbn Teymiyye’yi önder kılıyorsunuz?

Suudi Arabistan Krallığı müftüsü olan hocamız Şeyh Binbaz gibi birçok Selefi şeyhten öğrendiğimiz önemli bir mesele, dini üzerinde şüpheye düşülmeyen bir kişiden almamız gerektiği mevzusu idi. Benim bu konuda söylemek istediklerim var, öyle ki Selefi mezhebini terk etme sebeplerimden biri de bu konudur. Selefi olduğum günlerde gördüm ki, İbn Teymiyye ile muasır olan büyük âlimler, büyük Ezher ve Şam âlimleri ve Ehl-i Sünnet ulemasından yüzlerce diğer kişi İbn-i Teymiyye’yi bid’at sahibi olmakla suçluyor. Madem yüzlerce Ehl-i Sünnet âlimi İbn Teymiyye’yi bid’at ile suçluyor, öyleyse Vahhabi ve Selefi okullarında bunları öğrenmeye neden karşı çıkıyoruz? Bu dinin, üzerinde şüpheye düşülen kişiden alınmaması gerekiyor. Bu bir şüphedir, öyleyse niçin şüphe edilmeyen birinden almıyoruz bu dini? Gördük ki bu kişi hakkında birçok Ehl-i Sünnet âlimi farklı düşüncelere sahip. En azından biz Suudi Arabistan’da İbn-i Teymiyye’nin Nasıbi (Ehl-i Beyt düşmanı) olmadığı hakkında kitaplar yazıyor, onun Nasıbi olmadığını iddia ediyorduk. Onu bununla suçlayan ise, Ehl-i Sünnet imamı Askalani’dir. Ben de diyorum ki böylesine büyük bir itham ile suçlanan kişiyi niçin terk etmiyoruz? Nasıbilik bu suçlamaların en hafifi. Allah’ı cisim kabul etmek (tecsim) ile de suçlanıyor. Fakat liderlik yine de İbn Teymiyye’den başka kişiye geçmiyor. Selefiliğin metodu bu mu? Resulullah (s.a.a), “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene yönel” buyurmadı mı? Eğer bizim içimize İbn Teymiyye hakkında bir şüphe düştüyse, niçin bu dini onun dışında, şüphe etmediğimiz, üzerinde icma edilmiş başka birisinden almıyoruz? İslam ulemasında kıtlık mı var ki, hakkında şüphe edilen bir adama sığınalım?

Devam edecek…

Çev: Merve Soydaş Gök

www.medyasafak.net

0
Would love your thoughts, please comment.x