İran İslam Devrimi ve Hizbullah’ın Amerikan emperyalizmi, Siyonizm ve bölgesel Arap gericiliğiyle yaklaşık 40 yıldır sürdürdüğü mücadelesinin öne çıkan belli başlı dönüm noktalarının kısa bir özeti…

Ağustos ve Eylül ayları sinelerinde iki zaferi barındırıyor; bunların ilki Hizbullah’ın 2006 yılında Lübnan karşısındaki Siyonist saldırıya yiğitçe direnişi ve ikincisi de İslami İran’ın Baasçı Irak şeklinde zuhur eden küfrün birleşik güçleri karşısındaki destansı savunmasıdır.

Geçtiğimiz ay, her ne kadar aralarında yaklaşık yirmi yıl olsa da bu iki savaşın yıldönümünün izini taşıyordu. Birincisi olan 14 Ağustos, Hizbullah direniş hareketi karşısında Lübnan’a yapılan başarısız Siyonist işgalin onuncu yıl dönümüydü. Bu saldırı mükerrer Siyonist saldırılarına karşı kendi vatanlarını, köy ve evlerini savunan Hizbullah savaşçılarının İsrailli askerleri kaçırmalarının ardından 12 Temmuz’da başlamıştı.

Bundan bir haftadan daha az zaman sonrası (20 Ağustos) ise Baasçı Saddam Hüseyin rejiminin İran’da yeni doğmuş İslam Devletini yok etme amacıyla bu ülkeye karşı 22 Eylül 1980’de başlattığı savaşın bitimine denk geliyordu. Bu saldırı onun Arap suç kardeşlerinin ve aynı zamanda Amerikan ve diğer Batılı güçlerin lehineydi. Batı tamamen özgür bir ülkeyle, özellikle de İslami ilkeler ve bir âlim tarafından yönetilen bir ülkeyle barış içinde geçinip gidemezdi. Bu durum sadece Asya ve Afrika’daki müşteri rejimler için tanınan uyduruk bağımsızlığı onaylayan tahakkümcü uluslararası sistemin ölüm çanı olabilirdi ancak. Müslüman Doğu (diğer ifadeyle Ortadoğu) bu türden krallar, ömürlük başkanlar ya da diğer türden diktatörler cinsinden palyaço idarecilerle doludur.

Hizbullah kendi ortaya çıkışını İran’daki İslam Devrimi’nin zaferinden aldığı ilhama borçludur. Arap yöneticiler ve seküler Filistin hareketleri İsrail’in ateş gücü ve askeri kuvvetine denk değillerdi. Arap orduları Siyonist işgalcilere teslim olmadan önce birkaç gün içinde -6 ya da en iyimser hesapla 17 günde- ezilip gitmiştiler.

İşte modern orduların eğitimi böyledir, onlar sadece kısa süreli olarak ve erken bir zafer umarak savaşabilirler. Bu ordular direnişçilerin -İslami savaşçıların- hafif silahlarla savaşarak şehitliği arzulamaları fakat aynı zamanda da düşmanın üstün ateşgücü karşısında teslim olmayı reddetmeleri durumunda, uzun süreli savaşma gücüne sahip değildirler. İsrail savaşmaktan ziyade göbek dansına alışkın olan korkak subayların önderlik ettiği Arap ordularını yenmeye alışmıştı, Hizbullah savaşçıları ise tamamen farklıydı ve ayrı bir kumaştandı.

Hizbullah, 1983 Ekim’inde ortaya çıkışından itibaren savaş gücünü hızlı bir şekilde geliştirdi ve 2000 Mayıs’ında Siyonist işgalciler Güney Lübnan’dan kaçmaya zorlandılar. Bu Arap ordularının tarihinde İsrail’in küçük düşürülerek geri çekildiği ve yenildiği ilk örnekti. Bu başarının kredisi, İslami olarak adanmış bir gerilla gücüne aitti. Siyonist ordu Güney Lübnan’da bir ince dilimi işgal ederek Lübnan köylerine saldırmaya devam etti. Süreç içersinde bazı Hizbullah savaşçılarını ve ayrıca sıradan Lübnanlı köylüleri kaçırmaya devam etti.

Hizbullah lideri Şeyh Hasan Nasrallah direniş grubunun birkaç Siyonist asker kaçırmadıkça Lübnanlılarla esir takası anlaşmasına asla yanaşmayacağını doğru bir şekilde tahmin etmişti (İsrail’in aksine Hizbullah hiçbir zaman sivilleri kaçırmadı). 12 Temmuz 2006’da Hizbullah savaşçıları Zarit sınır kapısında iki jiplik bir İsrail devriyesini pusuya düşürerek 3 asker öldürdü, bir diğerini yaraladı ve çavuş Ehud Goldwasser ve çavuş Eldad Regev’i esir aldı. İsrail bölgeye hemen yeni bir devriye gönderdi fakat bu daha büyük bir felaketle sonuçlandı. Devriye aracı mayına çarparak havaya uçtu ve 4 İsrail askeri daha öldü.

Siyonistler bu felaketlerden ibret almak yerine askerlerini kurtarıp Hizbullah’a bir ders vermeye ahdederek Lübnan’ın tamamını işgale başladılar. İsrail hava kuvvetleri komutanı Dan Halutz “Eğer askerler geri dönmez ise Lübnan’ın saatini 20 yıl geriye döndürürüz” tehdidini savurdu ve Siyonistlerin sivillere olan saldırılarına misilleme olarak gerçekleştirilen Hizbullah’ın Hayfa’ya attığı her bir füzeye karşılık İsrail uçaklarının Beyrut’taki her bir 12 katlı apartmana 12 füze fırlatması emrini verdi. Bu açık bir savaş suçuydu. Fakat Seymour Hers’in yazdığı gibi 12 Temmuz olaylarından en az iki ay önce Hizbullah’a saldırı planı üzerinde Amerikalı yetkililerle uzlaşmaya varılmıştı (The New Yorker, ‘Watching Lebanon’, August 21, 2006:https://web.archive.org/web/20140718025823/http://www.newyorker.com/archive/2006/08/21/060821fa_fact).

Savunmasız Lübnan köyleri karşısındaki Siyonist saldırı 33 gün sürdü, fakat askeri ve stratejik hedeflerine ulaşmada başarısız oldular. Evet doğru, 1300’den fazla Lübnanlı sivil öldürüldü ve Lübnan’a 11 milyar dolarlık zarar verildi, fakat Siyonist işgalciler de insan ve maddi unsur olarak ağır kayba uğradılar. 33 günün ardından ateşkes ilan edildiğinde Siyonistler kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp kaçtılar. Siyonist ordunun yenilgisi o denli şiddetliydi ki bu durum gayri meşru rejim yöneticileri içersinde bir güven ve moral krizine yol açtı.

Sayısal ve maddi unsurlarla ilgili veriler çerçevesinde değerlendirildiğinde bile Hizbullah’ın zaferi daha etkileyiciydi. Sadece 5000 savaşçı 350 Merkava tankı, binlerce top mermisi, füze ve ilaveten yüzlerce savaş uçağı ve helikopterle desteklenen 93.000 siyonist ordu personeli ile karşı karşıya geldi. Ayrıca onlarca savaş gemisi de Lübnan’ı muhasara altına alma amaçlı olarak Akdeniz’i turluyordu. Hizbullah sadece 47 Merkava tankını havaya uçurmakla kalmadı, bazılarını ele geçirdi ve Siyonist işgalcilere ağır kayıplar verdirdi.

Hizbullah bu kaydadeğer zaferi nasıl elde etmişti? Yukarda da belirtildiği üzere İslam Devrimi’nden ve onun Irak’ın Baas rejimi olarak tecessüm etmiş birleşik küfür cephesi karşısındaki kahramanca direnişinden ilham almıştı. İran’da da Lübnan’da olduğu gibi Önderlik önemli bir rol oynamıştır.

İki yerde de Önderliğin aldığı kararlar Allah’ın ve İslam’ın düşmanlarının beklediklerinden çok farklı bir sonuç doğurdu. Bu durum dünyanın dört bir yanındaki mücadeleci Müslümanlar için önemli dersler sunmaktadır. İran’ın Baasçı işgali İran’ın devrimci durumun kargaşasıyla uğraştığı bir dönemde başlatılmıştı. Amerikan uşağı Muhammed Rıza Pehlevi’nin tiranlık rejimi Ocak-Şubat 1979’da tamamen silahsız bir yıllık direnişin sonucunda daha yeni devrilmişti. Silahlı kuvvetlerde kitlesel bir temizlik yapılmıştı (Eylül 1980’de 12.000 subay ordudan tasfiye edildi) ve çok haklı bir şekilde “halkın münafıkları” olarak adlandırılan terörist Halkın Mücahitleri örgütü de Devrim’in önder kadrolarına suikastler düzenlemekle meşguldü.

İşte bu şartlar altında Saddam’ın Baasçı ordusu İslam Cumhuriyeti’ne saldırdı ve Huzistan eyaletindeki geniş bir alanı -özellikle Hürremşehir’i, dünyanın en büyük petrol rafinerisinin yer aldığı Abadan’ı ve Dezful’u- işgal etti. İran; Suriye, Libya ve Cezayir hariç Arap rejimlerinin tamamı tarafından desteklenen bu saldırı karşısında tamamen hazırlıksızdı. Arap rejimleri ayrıca Saddam’ın kasalarına milyarlarca dolar akıtırken (kendi itiraflarına göre 60 milyar dolar) ABD, Fransa, Almanya ve Britanya’nın önderlik ettiği Batı dünyası Irak’ın tiranlık rejimine kimyasal, biyolojik ve diğer ölümcül silahlar sağladılar. Küfrün bu dev konfederasyonu İran’da yeni doğan bu İslam Devleti’ni boğup yok etmek için bir araya gelmişti. Fakat Müslümanlar Allah’a sadık bir şekilde adandıklarında, O’nun vaad edilmiş yardımı kesindir.

İran, ilk şoku atlattıktan sonra hızlı bir şekilde ayağa kalktı ve insan gücünü kutsal savunma için seferber etti. Allah’a mutlak iman duyan İmam Humeyni’den ilham alan ve O’nun önderliğini kabul eden milyonlarca insan Devrim’i savunma amacıyla buna cevap verdi ve yüzbinlerce insan Sipah-ı Pasdaran-ı İnkılab-i İslami (İslam Devrimi Muhafızları Ordusu) saflarına ve Besic’e (savaş boyunca örnek bir hizmette bulunan gönüllü gücü) yazıldı. Geleneksel ordu Şah yanlısı satılık subayların bünyesinden temizlenmesinin yaralarını sarmakla meşgulken Devrim Muhafızları ve Besic Irak saldırısını durdurmaya koştular.

İlk saldırıda elde işgal ettiği bölge Irak ordusunun kaptığı tek alandı. Bu satırların yazarı, Şubat 1982’de Dezful savaş cephesine yaptığı bir ziyarette işgalci Irak ordusu tarafından yapılan yıkımın derecesine ilk elden tanık oldu. Tevrat’ta ismi geçen peygamber Hz. Danyal’ın kabrinin olduğu ve bizim de ziyaret ettiğimiz Şuş köyünde ayakta kalan tek bir ev bile yoktu. Dahası Irak makineli tüfek ateşinin yolaçtığı koca mermi delikleri o kadar yaygındı ki bundan sağ kurtulan insanların olduğunu düşünmek bile çok zor geliyordu. Fakat devrimci şevkten ve şehadete ulaşmak onurunu elde etmekten ilham alan İran gençliği Baas saldırısına cesaretle göğüs gerdi. Ve Filistin’in gasıp işgalcilerine tek bir kurşun bile sıkmamış olan bu saldırganları aşamalı olarak geriye itmeye başladı.

Saddam’ın işgalinden birkaç hafta sonra ve İran’daki İslam Devletini yıkmadaki başarısızlığın ardından Times of London “Hiçbir zaman bir devrimi işgal etme” başlıklı bir editöryal yazı yayınladı.The Observer‘dan bir muhabir de Ocak 1981’de Abadan’dan İranlı gençlerin azim ve cesaretlerini öven bir haber kaleme aldı. Senenin sonundan önce Irak güçleri Abadan’dan atıldılar ve İran’ın devrimci gençliği askerî temizleme operasyonlarına başladı. Haziran 1982’ye gelindiğinde tüm İran toprakları Baasçı işgalcilerden temizlenmişti.

İşte bu nazik ortamda İslam Cumhuriyeti Önderliği hayati bir karar almak zorunda kaldı:  savaşa devam mı edecekti yoksa ateşkesi kabul mü?

Devrimci Savunma Komitesindeki kaynaklar -savaş hakkındaki karar alma yetkisine sahip olan en yüksek organ- bu yazara üyeleri arasında bu konuda farklı fikirler olduğunu söylediler. Savunma Konseyinin başı Rehber, Seyyid İmam Ali Hamenei idi ve sonrasında da cumhurbaşkanlığına seçildi. Silahlı kuvvetlerin üç biriminin başkanları, Devrim Muhafızları komutanı, Savunma ve İslami İrşad bakanları da bu konseyde yer alıyordu. Meclis sözcüsü ve ayrıca bu şuranın sözcüsü olarak görev yapan İslam Cumhuriyeti Haber Ajansı (IRNA) genel müdürü de Savunma Konseyi üyesiydi.

Konsey üyelerinin bir bölümü Saddam rejimi devrilinceye dek savaşa devam etmeyi isterken diğerleri İran tüm topraklarını özgürleştirdiğine göre artık ateşkes kabul edilmeli diyordu. Sonunda savaşa devam düşüncesi baskın geldi ve bu teklifi İmam Humeyni’ye sundular. Onlara eğer devam etmek istiyorlarsa, İran hedefine ulaşıncaya dek bundan geri dönüşün olmayacağını söyledi. Hedef, Saddam rejiminin devrilmesi ve Bağdat’ta İslami bir yönetimin kurulmasıydı.

Sonraki altı sene içinde İran, çoğu zamanında ABD tarafından Şah rejimine sağlanmış eski askeri malzemeleri için yedek parça tedarikinde çok hayati bir yoklukla yüz yüze gelmesine rağmen, savaşı Irak topraklarının içine taşıdı. ABD, Batı dünyasının geri kalan kısmıyla birlikte İslam Cumhuriyeti’ne silah ambargosu uyguladı. Saddam’ın ordusunun ise ne maddi teçhizat ne de para açısından bu türden problemleri vardı. Fransa ona en son model saldırı uçakları Super Etendard’ları ve Exocet füzeleri sağlıyordu. Britanya, Almanya ve ABD ise Irak’a kimyasal ve sinir gazı yolladı ve Irak rejimi İran güçleri karşısında kullanmak üzere bunları hemen kimyasal ve biyolojik silahlara çevirdi.

ABD ve Kanada Bağdat’taki Baasçı rejimle hiçbir diplomatik ilişkiye sahip olmamasına rağmen dönemin Amerikan başkanı Ronald Reagan, Bush döneminin kötü şöhretlisi Donald Rumsfeld’i Saddam ile görüşüp kendisine Amerikan yardımı garantisi vermek üzere Irak’a yolladı. ABD 4 milyar, Kanada ise 2 milyar dolar yardım sağladı. ABD aynı zamanda Suudi Arabistan’a 8 milyar dolarlık AWACS uçakları sattı fakat gerçek amaçları İran birliklerinin hareketlerini izlemekti. Bu bilgiler elde edilir edilmez de Iraklı savaş planlayıcılarına sunuluyordu.

Saddam güçleri Fars Körfezi’ndeki petrol platformlarını ve tankerlerini vurmaya devam ederken ABD Irak gemilerini İran misillemesinden korumak için savaş gemilerini bölgeye yolladı. Dahası Suudiler petrolün varil fiyatını birden 10 dolara düşürmek amacıyla piyasaya bolca petrol sürdüler. İran’ın pahalı bir savaş sürdürdüğü bu zamanda yıllık petrol geliri sadece 6 milyar dolarlık bir seviyeye geriledi. Saddam’ın kasaları dolarla taşarken tek yapması gereken İslam Devletini yok etme amaçlı savaşını devam ettirmesiydi. Tüm bu handikaplara rağmen İran’ın yiğit savaşçıları çatışmayı Irak topraklarına taşıdılar. Faw Adası Şubat 1984’te Baasçıların pençelerinden kurtarıldı.

Irak rejimi Eylül 1983’te ilk kez kimyasal silah kullandı. 1983 Ekim’inde İran’a yaptığı bir ziyarette bu yazara İran’ın Devrim Muhafızları karşısında Irak’ın kimyasal silah kullandığı gösterildi. Çok feci bir vaziyette yanmış ve yamsassı olmuş İranlı savaşçıların naaşlarının korkunç resimlerini görmüştüm.

Bunlar ilk olarak Crescent International dergisinin 1983, 16-31 Ekim tarihli sayısında yayınlandı. Dünyayı Saddam’ın savaş cinayetleri hakkında uyarmak amacıyla bu yazar fotoğrafları şahsi olarak Toronto’daki medya organlarının çoğuna verdi. Büyük gazetelerin çoğu burada basılıyordu ve hiçbirinden de bu resimler için para istenmedi. Fakat tek bir gazete bile bunlarla ilgilenmedi. Objektiflik ve adil gazetecilik iddialarını çok aşan bir şeydi bu!

1984 yılının başlarında İran bu meseleyi BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğunda, Iraklı güçler İran askerlerinde korkunç yanıklara ve acı verici ölümlere yol açan kimyasal silahları kullanmaya devam ediyorlardı. Güvenlik Konseyi hem İran hem de Irak’a bir araştırma ekibi yolladı. Bunlar BM’ye verdikleri raporda “savaşta kimyasal silah kullanıldığını” belirttiler fakat suçlu tarafın adını anmayı reddettiler. Güvenlik Konseyi sonraki yıllarda (1985-1988) bu ritüeli sürdürdü fakat bir kez olsun bu savaş suçlarından sorumlu olan tarafın adını vermeye cesaret edemedi. Üyeleri ABD, Britanya ve Fransa Saddam’a bu silahları yapması için kimyasal ve biyolojik maddeler sağlayan Güvenlik Konseyi bunu nasıl yapabilirdi ki? Kimyasal ve biyolojik silahların kullanımı Cenevre Sözleşmesi çerçevesinde yasaklanmıştı fakat Batılı rejimler kendi koydukları kurallarla sınırlanmazlar. Onlar Saddam’ın cürüm ortaklarıydılar.

İran-Irak Savaşı esnasında Crescent International gerçekten ne olup bittiğini anlatan gerçekten de tek İslamcı haber dergisi olduğundan savaş kararlarıyla ilgili bir olaya daha değinmek uygun olacaktır. Mayıs 1985’de, rahmetli yazar Dr. Kelim Sıddıki ile birlikte Tahran’da bir yolculukta beraber iken bir gece tesadüfen Irak hava saldırısına maruz kalıp kurtulmayı başardık! O dönemde IRNA’nın başında olan Dr. Kemal Harrazi ile bir öğle yemeği randevumuz vardı (daha sonra İran’ın BM büyükelçisi ve ardından da Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı).

Ofisine vardığımızda kendisini Kur’an okurken bulduk. Takvalı Müslümanların Kur’an’ı düzenli bir şekilde okumaları normalken biz bunu sıradışı bulmuştuk, çünkü tam gün ortasıydı. Biraz soruşturduktan sonra kendisinin de üyesi olduğu Savunma Konseyinin ertesi günkü toplantısında kimyasal silah kullanma seçeneğini tartışacağını, kendisinin de Kur’an’da bunun cevazı olup olmadığına baktığını söyledi. Yemekte bu konu hakkında hararetli bir tartışmaya giriştik. Ertesi gün İmam Humeyni’nin bu türden silahların kullanımı açık bir şekilde yasakladığı ilan edildi. Irak bu silahları İran karşısında defalarca kullandı, İranlıların da ellerinde bu silahlardan olmasına rağmen hiçbir zaman benzer cinayetler işlemediler (sürekli olarak İranlıların nükleer silah elde etmeye çalıştığını iddia eden yalancılar bunu not almalıdır, bu türden barbarca silahlara başvurmak insan hayatına saygısı olmayan ve çok sayıda insanı katledip sakat bırakmak şeklindeki şeytani dürtü tarafından ele geçirilmiş kişilerin âdetidir).

İran kuvvetleri Irak içersinde ilerlerken onların bu ilerleyişleri Irak’ın yasaklı kimyasal ve biyolojik silahları fark gözetmeksizin kullanmaları ile durduruldu. Tüm bunların tam ortasında, 17 Mayıs 1987’de, bir Irak uçağı Amerikan fırkateyni USS Stark’a iki Exocet füzesi fırlatıp 37 askerin ölümüne ve 29’unun da yaralanmasına neden oldu. Regan, Saddam rejimi karşısında harekete geçmek yerine saldırıdan ve devam eden savaştan İran’ı sorumlu tuttu.

ABD firkateynine yapılan Irak saldırısından birkaç hafta sonra da Suudiler kendi cinayetlerine imza attılar. Mekke’de, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de buyurduğu üzere (9/3) “müşriklerden beraat” yürüyüşü gerçekleştiren İranlı hacılara saldırdılar. Bu yazar o dönemde Hac için Mekke’de bulunuyordu. 31 Temmuz saldırısı önceden planlanmıştı ve Yezid’in 1350 yıl önce Kâbe’ye yaptığı saldırıyla aynı sınıftandı.  402’den fazla İranlı hacı Mekke’de, yeryüzünün en kutsal yerinde Suudi güçleri tarafından katledildi.

Alman general Ulrich Wagner bu iş için özel olarak görevlendirilmişti. Hac’dan önce üç ay Mekke’de kalarak bu saldırıyı planlamıştı. Necd Bedevileri Kur’an’ın emirlerine hiçbir saygı duymadıklarının ve İslam’ın en kutsal yerinin saygınlığını zedelemeye hazır olduklarının kanıtını -eğer kanıt gerekliyse- sunmuştular. Allah’ın hayvanları bile öldürmeyi, hatta tartışmayı dahi yasakladığı Hac zamanında yüzlerce hacıyı öldürmüşlerdi!

Amerikalılar, onların Batılı müttefikleri ve kukla Arap rejimleri bir İran zaferine engel olmada kararlıydılar. Washington defalarca İran’ın bu savaşı kazanmasına izin vermeyeceğini açıkça söylemişti. Bundan bir yıl sonra, 3 Temmuz 1988’e ABD İran karşısındaki savaşa doğrudan müdahil oldu. USS Vincennes gemisi İran’ın Bender Abbas’dan Dubai’ye giden 655 sefer sayılı yolcu uçağına iki füze fırlatarak 290 yolcusunun tamamını öldürdü. Airbus A320 kendi normal uçuş güzergâhında gidiyor, İran’ın kendi suları üzerinde uçuyor ve daha önce defalarca kullandığı hava koridorunu kullanıyordu. ABD, suçunu katmerleştirerek Vincennes gemisinin komutanı Will Rogers’a en yüksek ikinci denizcilik “cesaret” madalyasınıverdi. Amerikan ordusunda kitlesel katliam işlemek suretiyle savaş suçu işleyenler cesaret madalyalarıyla ödüllendirilir!

İslam Cumhuriyeti Önderliği savaşa devam etmenin artık daha fazla mümkün olmadığını, zira kendisine doğrudan saldıran birleşik küfür güçleriyle karşı karşıya kaldığını görmüştü. İşte İmam Humeyni bu şartlar altında BM Güvenlik Konseyinin 598 sayılı kararının talep ettiği ateşkesi kabul etti. İmam bunu zehir dolu kadehi içmek olarak tanımlamıştı.

İslam Cumhuriyeti Irak’ı Saddam’ın pençelerinden kurtaramamıştı ama bu durum daha sonra ABD eliyle gerçekleştirildi, zira Bağdat hırsızı boyundan büyük işlere kalkışır olmuştu. ABD Irak’a bir değil iki kez saldırdı: Ocak 1991’de ve 2003 Mart’ında. Birincisinde Iraklı güçler, o dönemin Bağdat Amerikan büyükelçisi April Glaspie’nin iğvasıyla -Saddam’a Amerikalıların Arapların kendi iç anlaşmazlıklarına dahil olmayacaklarını söylemişti- girdikleri Kuveyt’ten atılmışlardı. Saddam’ın Kuveyt ile arasında bir sınır anlaşmazlığı vardı ve karşı tarafı kendi topraklarındaki petrolü çalmakla suçluyordu.

Irak güçlerinin Kuveyt’ten çıkarılmasının ardından Irak 1 milyondan fazla insanının (568.000’inin çocuk olduğu tahmin ediliyor) açlıktan ölmesine yol açan (UNICEF verilerine göre) bir ambargoyla cezalandırıldı.  ABD, BM ve diğerleri Aralık 1991 yılında, Saddam tümünü kullandıktan sonra biraz gecikmiş olarak bu kimyasal silahlarını “keşfettiler.” Şimdiyse kimyasal ve biyolojik silahlarının tamamını ve tüm labaratuvarlarını yok etmesini istiyorlardı.

Mart 2003 işgalinde Saddam iktidardan düşürüldü ve 2006 ortasında ele geçirilmesinin ardından 30 Aralık 2006’da asılarak çokça hakettiği bu sonla yüzleşti.

İslami İran üç hedefinden ikisine ulaşmıştı: İran toprağının her karışının kurtarılması ve ilerde hiçbir gücün İslam Cumhuriyeti’ne saldırmaya cesaret edememesi, zira bu durumda onlarca yıl süren bir savaşı göze almaları gerekecektir ve sömürgecilerin hiçbirinin bunu sürdürecek gücü yoktur. Evet, İran Saddam’ı devirmeyi ve onu Bağdat’taki bir elektrik direğine asmayı başaramadı ama yine de hücresinde idam edilerek cehenneme gitmiş oldu sonuçta.

İran’ın ve tabii ki Hizbullah’ın kahramanca direnişinden alınacak ders şudur: hiçbir zaman İslam’ın devrimci coşkusundan güç alan bir ülkeyi işgal etme! Bu, Arabistan’ın beş para etmez yöneticilerinin öğrenmekten imtina ettikleri bir derstir ve yakında bu ahmaklıklarının bedelini de ödeyecekler, inşaAllah.

Zafer Bengaş / Crescent Online

Çeviri: Ozan Kemal SarıalioğluMedya Şafak

 

0
Would love your thoughts, please comment.x