Radikal Selefilik ve Cihadçılığı ekip büyüterek meyvelerini devşirmek için kaynak harcayan aynı Batılı güçler şu sıralarda çok özenle korunan seralarında genetiği ile oynanmış Sufilik yetiştiriyorlar.

Crescent.icit-digital.org

Dr. John Andrew Morrow ile röportaj

1990’ların sonunda Batı’daki pek çok Müslüman arasında Selefi yönelişte büyük bir yükseliş gözlemleniyordu. Selefiliğin bu popülaritesinin azaldığını düşünüyor musunuz? Eğer öyleyse, niçin? Değilse niçin değil?

1980’lerin ortasında Müslüman olduğumda bir Selefilik okyanusunda yüzüyordum. Açık olmak gerekirse, Selefiler/Tekfirciler İslam’ın hayat bahşeden ruhsal oksijeninin çoğunu tüketmişlerdi ve boğulmak üzereydik. Eğer içinde soluklanabildiğim bazı küçük, geleneksel Şii, Sufi ve Sünni Müslüman gruplar bulmasaydım boğulup kıyıya vurmuştum. Şu sıralar devran değişmiş gözüküyor, bununla birlikte aynı denizin dalgalarıyız diye de kendimizi aldatmayalım. Selefiliğin ortaya çıkıp yayılması organik değildi. Osmanlı Saltanatını çözmek isteyen Britanya’nın emperyal çıkarlarına hizmet etti. İslam’ın politik gücünü tahrip ettiler. İslam dünyasını birbirleri aleyhine dönecek itaatkâr ulus devletlere böldüler.

İngiliz emperyalistlerin varisleri olarak davranan Amerikalılar Selefi/Vehhabi/Tekfircileri komünist emperyalistlerin yayılması karşısında kullanmak için işe koştular. Bu iki emperyalist taraf da İslam’a ve Müslümanlara düşmandı. Fransızlar, Pakistan ve Hindistanlılar kendi çıkarlarını korumak için mücahit grupları donatıp finanse ettiler. Sovyetler Afganistan’dan çekildikten sonra pek çok savaşçı grup kendi aralarında kardeş kavgasına girişti. Mücahitlerden arta kalan zayıflayıp bölünmüş gruplar ise çok daha aşırılıkçı başka bir topluluk, Deobandi Taliban tarafından kısa sürede süpürüldü.

Taliban, Amerikalı patronlarına itaat etmeyi reddettikten sonra Taş Devrine dönünceye kadar bombalandı. Fanatik dinsel aşırılıkçıları onlarca yıl boyunca eğitip, silahlandırıp finanse edenler ardından Afganistan’a Batı demokrasisi getirme kararı alıverdiler. Kuzey Afrika’da da durum benzerdi: insanlığın düşmanları, tekfirci teröristleri 1990’lardaki meşru İslami özlemlerini zayıflatmak için Cezayir halkına musallat ettiler. Avrupa’da 1990’larda Yugoslavya’yı paramparça etmek ve birkaç yıl sonra da Kosova’da sözde bir devlet yaratmak için onları kullandılar. Güneydoğu Asya’da aynı on yılda Mindanao’daki iyi niyetli Moro hareketini itibarsızlaştırmak için yararlanıldı kendilerinden.

11 Eylül 2011 stratejik bir değişimin dönüm noktasıydı. Gizli ve açık bir şekilde desteklenen, kullanılan tekfirci teröristler, kullanışlı ahmaklıktan kendileriyle çatışılacak kullanışlı bahanelere döndüler. En azından sosyo-ekonomik adalete özlem duyan komünizmin çöküşüyle dünya, sinsi planlarını uygulamada daha özgür hale gelen, tüm gezegenin kaynaklarını kurutmak ve insanlığın kanını son damlasına dek içmeyi planlayan küreselci ve kapitalist vampirlerin insafına kaldı. Soğuk Savaş sona erdiğinden ve çatışmaya ihtiyaç duyduklarından yeni bir düşman ideoloji yaratılmalıydı: İslam. “Radikal İslamcılık” başlıklı tehdit bağımsız Irak devletine saldırıp işgal etmede (2003-2013) bahane olarak kullanıldı. Savaşın bedeli bir milyon sivilin ölümü ve milyarlarca dolarlık kaynağın çalınmasıydı. Amerikalılar demokrasi vadetmelerine rağmen geride bıraktıkları tek şey bir felaket oldu: Tüm canavarların anası olan ve somutluğunun zirvesine “İslam Devleti” olarak çıkan (gerçekten ne İslami idi ne de devletti) mezhebi ve etnik çatışma.

11 Eylül hadiselerinden sonra radikal Selefiliğin Doğu ve Batı’daki camilerde açık tebliğinin durduğu ve boşluğu daha ılımlı bir İslami formun doldurduğu doğruysa da bu süreç de organik bir şekilde gelişmedi. “Geleneksel İslam” ve “Sufizm” kulağa Selefi Cihadilikten, Vehhabilik, Radikal İslamcılık ve Tekfircilikten daha az tehditkâr gelse ve ana akım ve ılımlı İslam’ın yaygınlaştırılması olumlu gözükse de bu değişim gerçekte göz boyama ve vitrin değişikliğinden başka bir şey değil. 1990’larda Selefiliğin ve 21. yüzyılın ikinci on yılında da IŞİD’in yaygınlaştırılmasının sorumluları 2001’den beri Eh-i Sünnet ve’l-Tasavvuf (yani Ortodoks Sünnilikle Ortodoks tasavvufun kombinasyonu) olarak bilinen akımı yayanlarla aynı kişiler. Dahası Tekfircilik de ortadan kalkmış değil, kamusal alandan siber alana geçti sadece.

Küreselciler tam kapsamlı hâkimiyetlerini gerçekleştirmeye uzun zamandır azmetmiş durumdalar. Bu plan tüm muhalefetin kontrolünü ve tüm kartları birbiri karşısında kullanmayı içeriyor: muhafazakârlar karşısında liberaller, Şiiler karşısında Sünniler, Sufiler karşısında Sünniler ve Şiiler, siyahlar karşısında beyazlar, yerliler karşısında göçmenler ve mülteciler. Kısaca, herkes herkese karşı. Küreselcilerin politik stratejistlerine göre Radikal İslam ile ılımlı İslam paralel yollardır. Bunlar kendi gündemlerini ilerletmede kullanılan ideolojiler, amaçlarına ulaşmada araçlar sadece. Bunlardan birini diğerine karşı tercih ettiklerine inanmak ahlaki bir çerçeve içerisinde faaliyet yürüttüklerini ve etik bir pusulaları olduğunu zannetmektir. Hayır, böyle bir şeyleri yok. Elitlerin jeopolitiğinde ahlak diye bir şey yoktur, sadece kendi çıkarları vardır. Henry Kissenger bunu “Bazen devlet adamları kötüler arasından seçim yapmak zorunda kalır” diyerek rasyonalize etmişti. Bu Allah’ın kullarıyla Şeytan kullarını ayıran şeydir. Peygamberler ve İmamların (a.s.) hiçbir zaman çiğnemedikleri ahlaki ve etik sınırları vardı. Kissenger “Adalet ve düzensizlik ile adaletsizlik ve düzen arasında seçim yapmak zorunda kalsam her zaman ikincisini seçerim” demişti. Düzen kaosa tercih edilse de hiçbir mümin adaletsizliği adalete tercih etmeyecektir. Roma İmparatorluğu hakkında konuşan Publius Tacitus -hatip, yasa koyucu ve senatör- şöyle demişti: “Yağma ediyor, katlediyor ve çalıyorlar; buna haksız yere imparatorluk adını koyuyor ve viraneye çevirdikleri yerlere de barış geldi diyorlar.”

Düzen ve istikrar ihtiyacı İmam Hüseyin’in (a.s.) katledilmesini meşru göstermek isteyen Emeviler tarafından da kullanılmıştı. Günümüzde bile barış kavramını adaletsizliği hoş görme olarak anlayan âlimler görüyoruz. İslam’ın bu konudaki pozisyonu ise bellidir: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun.” (Nisa, 135)

Radikal Selefilik ve Cihadçılığı ekip büyüterek meyvelerini devşirmek için kaynak harcayan aynı Batılı güçler şu sıralarda çok özenle korunan seralarında genetiği ile oynanmış Sufilik yetiştiriyorlar. 2004 yılında Sunday Times, “Contest” (Yarışma, Çekişme) kodu adı verilen bir proje hakkında Britanya hükümetinin gizli raporlarını sızdırmıştı. İngiliz Müslümanlar arasındaki aşırılıkçılığın büyümesini engellemek isteyen Tony Blair hükümeti iki tarafı da kesen bir yaklaşım benimsemişti: aşırılıkçıları ezerken ılımlılarla uzlaşma. Buna havuç ve sopa, ya da yumuşak ve sert güç kullanımı da diyebilirsiniz.

Geçerken kaydedeyim. Bir keresinde Arap yarımadasından, üst düzeyden ve geniş ilişkileri olan biri bana reddetmeyeceğimi düşündüğü bir teklifte bulunmuştu. “Seni yeni bir Hamza Yusuf yapacağız” sözünü verdi. Birebir böyle demişti. Hayatımda hiç o kadar hakarete uğramamıştım. Satılık olduğumu düşünen herkese bugün de aynı şekilde diyeceğim gibi “Cehennemin dibine git” demiştim. Aslında kullandığım dil bundan çok daha renkliydi.

Sufizm onlar için bir moda, durum tam olarak böyledir. Bu bir ihya, klasik İslam’ın rönesansı filan değil. Sufizme yüzlerce yıl önce sızıldı. Gizli şebekeleri emperyalistler için büyük, somut bir tehdit arz ediyordu. Uygun bir önderlik altında sömürgeci güçler karşısında kullanılmaları mümkündü. Aynı şekilde bir fırsatı da temsil ediyorlardı. İstihbarat servislerinin kontrolüne girmeleri halinde ajanlar ve her türden yıkıcılar için büyük bir kaynak olabilirlerdi. Barış Gönüllüleri (Peace Corp) ve diğer sivil toplum kuruluşları gibi Sufi tarikatları de ajanlar için müthiş bir örtü sağlar. Pek çok Sufi tarikatının Batı dünyasındaki gizli topluluklar ve kardeşlik örgütleriyle ilişkili olması şaşırtıcı değildir. Bir pedofil tarafından kurulan bunlardan biri Derin Devlet, neo-conlar, Pers saltanatçıları, gericiler ve ilaveten Arap-Müslüman krallar, despot ve diktatörlerle çok yakın ilişkilidir. Eğer şeytan bir sufi olsaydı onun tarikatına intisap ederdi. Muhtemelen o da bir şeytan zaten.

Her ne kadar “gnosis”, yani tasavvuf ve irfan İslam dünyasında ruhsal ve entelektüel bir elit arasında yaygın idiyse de her zaman bir azınlık hareketi olmuştur. 2001’den bu yana ise Sufizm giderek artan bir şekilde ana akım haline dönüştü. Elbette bu ruhsal içe bakışın, murakabenin kuvvetlenmesinden değil, kitlesel ve sanal medyadan kaynaklı algı ve bilinç yönetimiyle oldu. Tek gözlü web yaygınlaştığı ve etkisini güçlendirdiği oranda, nüfusun yüzde birlik elitinin yeryüzü ölçeğinde psikolojik operasyonlar ve sosyal mühendislik yürütmesi daha kolay hale geldi. Bunlar paranoyak bir şizofrenin hayalleri değil, araştırma temelli, delillere dayanan neticelerdir. Bir hakikatin dillendirilmesi deyin siz.

Contest Projesi bir realite idi ve halen öyledir. Kontr-terör stratejisi Britanya hükümeti tarafından 2003’te yürürlüğe girdi. Kamuoyuna açıklanması ise yıllarca yıl sonraydı. Dört temele odaklanmıştı: Saldırılara hazır ol, kamuoyunu koru, saldırganları takip et ve radikalleşmelerine en başından engel ol. Contest’ten 2014’te istifa eden Dr. Chris Allen’e göre projenin gizli hedeflerinden biri devşirilmiş liberal Müslümanlar ve hükümet tarafından İslam’ın ana akım ve ılımlı yorumlarının tescili ve yaratılmasıydı. Hükümet kaynaklı, devletin finanse ettiği bu İslami organizasyonlar genelde bütün girişimin mahiyetinden habersiz ünlü uzmanlar ve bilginler tarafından destekleniyordu. Projenin başlangıcından bu yana vergi fonlarının milyonları Birleşik Krallıktaki Müslümanların radikalleşmelerini önleme amaçlı 1000’den fazla projede, kayda değer bir başarı elde edilmeksizin harcandı.

Radical Middle Way ve National Muslim Women Advisory Grup gibi devlet fonlu Müslüman organizasyonlar iyi niyetli insanlar tarafından desteklenip yönetilmelerine rağmen İngiliz hükümeti amaçlarının ne olduğu noktasında çok şeffaf değildi. Vergi veren, üretici vatandaşlar olarak Müslümanlar akıllıca girişimlerinin desteklenmesi için devlet fonlarından yararlanma hakkı kazanmışlardı ve bu fazla tepki çekmiyordu. Britanya hükümetinin hedefiyse sadece sözde İslami aşırılıkçılığın yayılmasına engel olmak değildi, amaç Müslüman toplumu izleyip gözetim altında tutmak, değerlerini yeniden biçimlendirmek ve dünya görüşlerini baştan yapılandırmaktı. Başka bir ifadeyle İçişleri Bakanlığının dikkatli gözlemi altında Müslümanları sekülerizmle uzlaşmacı, uyumlu kılmak ve bu ideolojiye döndürmekti. Bu sosyal mühendisliğe ve devlet onaylı İngiliz ya da Batı İslam’ına karşı çıkan herkes aşırılıkçı olarak değerlendirilecek ve bir tehdit muamelesi görecekti.

Bu projeyi yürüten kişiler aynı zamanda IŞİD’i de desteklemeseler aşırılıkçılık ve terörizm karşısındaki iyi niyetli propaganda savaşında biraz ileri gitmiş müspet devlet adamları olarak görülebilirdiler. 1000’den fazla Britanyalı psikopatın Suriye ve Irak’taki terörist gruba katılmasına izin verilmiş, sorgulanmadan dönmeleri sağlanmış ve hatta İngiliz toplumuna “rehabilite” (İngiliz kraliçesine ve ülkeye hizmetleri karşılığında verilen ödülün şifreli ismi) edilmelerine yardım için kendilerine her türlü imkân sunularak vergi mükelleflerinin sağladığı evlerle ödüllendirilmişlerdir.

ABD’deki durum ise benzersizdi. 11 Eylül neo-conlara Irak ve halkını yağmalayıp servet edinmeleri ve bonus olarak da Amerikan halkının anayasal ve medeni haklarını kırparak süreç içerisinde bir gözetim devleti kurmaları için zengin seçenekler sunmuştu. Kilise ve devletin ayrılığı nedeniyle Amerikan hükümeti radikalizmle savaşan Müslüman grupları açıktan finanse etmede ketum idi. Amerikan yönetimi kaynaklarını, terörle savaşını meşru göstermek için kendi teröristlerini yaratıp izlemede sarf etti daha çok. Teröristlerle savaşın finanse edilmesi sadece terörizmin varlığı halinde meşru gösterilebileceğinden, zihinsel olarak istikrarsız yamaklarını İslamofobinin güçlendirilmesi için sahte bayrak operasyonlarında kullanıldılar.

CIA, Suriye hükümetini devirmek için eski müttefiklerini, tekfirci teröristleri kirli işleri yapmak üzere sahaya sürerken Suudiler, Türkler ve Katarlılar ABD’nin emriyle faturayı ödediler. Obama’nın zorunlu kıldığı angajman kuralları Pentagon’un teröristlerle savaşmasını imkansızlaştırıyordu. Obama “ifade özgürlüğü” altında IŞİD’in kullandığı sosyal medya hesaplarının kapatılmasına engel oldu. Amerikalı IŞİD teröristlerinin insanlık karşıtı suçlar, savaş suçları ve soykırım gibi nedenlerle tutuklanması istendiğinde Washington’daki “liberal” hükümet, Suriye’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Anlaşmasını imzalamadığını ve bu nedenle salahiyeti olmadığını iddia etti. ABD’nin pek çok egemen ülkeye illegal olarak saldırıp işgal ettiği düşünüldüğünde aniden uluslararası kuralları hatırlaması çok ironik doğrusu.

Akademi ödülüne layık görülecek bir performansla IŞİD kurbanlarına timsah gözyaşı döken plüralizmin sahte peygamberleri, Irak ve Suriye’deki tekfirci teröristlere karşı çıkmaktan ziyade onları desteklediler. Obama sadece başkanlığının son döneminde Şiddet Yanlısı Radikalizmle Mücadele İnisiyatifini destekleme çağrısı yaptı. Obama yönetiminin önde gelen üyelerinden biri Beyaz Saray’a çağırdığı bir grup Müslüman lidere “IŞİD yakında bölgeden atılacak. Onların topluluklarınıza tekrar entegre edilmesinde yardımınızı bekliyoruz” demişti. Bu bir insana işkencecisi ile eziyet etmekle aynı anlama geliyordu. Bu toplu tecavüze uğramış bir kadından saldırganları için makyaj yapmasını, onları misafir edip yardım etmesini istemek ve onların bu şekilde toplumun üretici üyeleri olacağını söylemek gibi bir şeydi. Gerçekte bu kadının isteyeceği tek şey onların bir mezarlıkta kurtlar için ziyafet olmalarıdır.

Beyaz Saray’daki hâlihazırdaki durum çok karmaşıktır. İslam ve Müslümanları överken bir yandan da radikal “İslamcı” terörizmi destekleyen Obama’nın aksine Başkan Trump Müslümanlarla onları tahkir edercesine konuşurken Suriye’deki teröristleri sistematik ve etkili bir şekilde yok ediyor.  Suudileri IŞİD’i ve diğer grupları finanse etmeyi durdurmaları için ikna ya da mecbur etti. Katar’a şamar oğlanı rolü verildi ve Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri tarafından arabadan aşağı atıldı.

Bu durum Katar’ı bölgesel politikalarını yeniden gözden geçirmek ve İran İslam Cumhuriyeti’nin yörüngesine girmek zorunda bıraktı. Trump böylece tüm “kötü adamları” tek bir kampa soktu: IŞİD’in eski finansörü Katar ve Hizbullah ve Hamas’ın fiili finansörü İran. İç cephede ise Trump Obama’nın Şiddet Yanlısı Radikalizmle Mücadele İnisiyatifini Radikal İslami Aşırılıkçılıkla Mücadele kampanyası olarak değiştirmeye azmetti ve böylece ABD’deki aşırı sağ ve aşırı solun tehdidini görmezden geldi. Birisi kendi kuyusunu kazıyor gibi.

Dolayısıyla, radikal ve şiddet yanlısı formuyla Selefiliğin önü gerçekte kesilmiş oldu, fakat kalpleri kan ağlayan liberaller -gerçekte beyin yiyen zombiler- tarafından değil. Tekfircilik aşırı bir şekilde İslam karşıtı olan sağ kanat sözde muhafazakârlar ve neo-faşist kapitalist küreselciler tarafından dövülüyor. Düşmanlardan biri sahadan çekilirken, diğeri yükseliyor. Müslümanlar kötü akıbete maruz kalmamak için uyanık olmalıdırlar.

Çeviri: Medya Şafak

0
Would love your thoughts, please comment.x