Tahran’daki Kayhan Enstitüsü’nden Amin Abadi, meşhur iktisatçı ve jeopolitik analisti Peter Koenig ile bir röportaj yaptı.“ Röportaj Farsça olarak, İran’ın en önde gelen gazetelerinden Kayhan (Evren) gazetesinde yayınlandı. Aşağıda röportajın orijinal İngilizce versiyonu[nun tercümesi] sunulmaktadır.

Tahran’daki Kayhan Enstitüsü’nden Amin Abadi,  meşhur iktisatçı ve jeopolitik analisti Peter Koenig ile bir röportaj yaptı.

“Suriye’nin ve geniş anlamıyla Ortadoğu’nun trajedisi” başlığını taşıyan röportaj Farsça olarak, İran’ın en önde gelen gazetelerinden Kayhan (Evren) gazetesinde yayınlandı. Aşağıda röportajın orijinal İngilizce versiyonu[nun tercümesi] sunulmaktadır.

Amin AbadiSizin bakış açınıza göre, binlerce insanın katledilmesi ve çok daha fazlasının evsiz kalmasıyla sonuçlanan Suriye krizinin başlıca sebebi nedir?

2011 yılı itibariyle ‘muhalefet’, Washington adına, Suriye’nin büyük bir çoğunluk tarafından demokratik olarak seçilmiş devlet başkanı Beşar Esad hükümetine karşı bir iç savaş başlatmaya hazırdı – ki Suriye halkına dışarıdan dayatılan savaşla geçen beş yılın sonunda Esad hükümetinin destek oranı hâlâ %70’in üzerindedir. ‘Muhalefet’ – El-Nusra, El-Kaide ve Batı medyası tarafından geniş anlamıyla kamuoyunun kafasını karıştırmak için ‘Batı dostu’ muhalefete her ne isimler veriliyorsa – CIA, Mossad, Suudi Arabistan ve elbette Vassal Avrupa/NATO gizli servisleri tarafından eğitildi, beslendi ve silahlandırıldı.

Geriye dönüp bakarsak, 2. Dünya Savaşı’ndan kısa süre sonra Amerikan Girişimi Enstitüsü, Miras Vakfı, Ulusal Demokrasi Vakfı (NED), Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi (AIPAC) ve ötekiler gibi, ABD’de bulunan Siyonist zihniyetli birkaç sözde ‘düşünce kuruluşu’, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyayı ele geçirmesi için bir plan hazırladı. Buna, Roma İmparatorluğu’nun en kanlı 300-400 yılı olduğu ileri sürülebilecek ‘Pax Romana’dan hareketle ‘Pax Americana’ adını verdiler.

Bu, sürmekte olan bir plandır; yeni koşullara göre değiştirilmiş ve ayarlanmış olsa da, nihai hedeften asla sapmamıştır: Tam Kapsamlı Tahakküm. 90’lı yılların başlarında planın adı, “Yeni Amerikan Yüzyılı Planı” – PNAC – olarak değiştirildi. ‘Pax Americana’ dünya çapında demokrasiyi savunan, fakat tek dünya düzenine veya Yeni Dünya Düzeni’ne ulaşmak için diktatörlükleri yayan bir ülke için gayet ifşa edici olabilir. Unutmayın, Ortadoğu’nun ele geçirilmesini de içeren Yeni Dünya Düzeni’nin beyin takımı, ‘Seçilmiş Halk’tır.

PNAC dahilinde, Ortadoğu’nun yıkımı ve kaos uzun zamandır, “böl ve yönet” sloganına uygun şekilde planlanıyordu. Bu, dünyanın ve kaynaklarının ele geçirilmesinin parçasıdır. Ortadoğu’nun başlıca doğal kaynakları hidrokarbon ürünleridir ve savaş suçlusu Henry Kissinger daha 70’li yılların başlarında “enerjiyi kontrol eden kıtaları kontrol eder, gıdayı kontrol eden halkları kontrol eder, parayı kontrol eden de dünyayı kontrol eder” şeklindeki kötü şöhretli sözleri sarf etmiştir. Bu halen, PNAC’nin üzerine kurulu olduğu mottodur.

Konuya gelmek için uzun bir giriş yaptık: PNAC, özel olarak, dönemden bağımsız olarak düşmesi gereken bir dizi Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesi seçip belirlemiştir. Bunların arasında Afganistan, Irak, İran, Suriye, Libya, Lübnan, Sudan, Somali sayılabilir; bu sırayla olmak zorunda değil, fakat bu ülkelerin yıkılması ve tâbi kılınması, yahut Clinton’un barışçıl ve müreffeh Yugoslavya’yı yıkmasından sonra ortaya çıkan terimle söylemek gerekirse Balkanlaştırılması planlandı. Nitekim Yugoslavya, ABD/NATO güçleri tarafından kontrol edilmek ve NATO üslerini Rusya’ya giderek daha fazla yaklaştırmak amacıyla bölünüp kaosa sürüklenmişti.

Suriye’nin ‘Balkanlaştırılması’ İmparatorluk için bilhassa gereklidir, zira bu ülke stratejik olarak Akdeniz üzerinde bulunmaktadır ve Körfez ülkelerinden çıkıp zengin Avrupa pazarlarına gidecek petrol boru hatları için bir geçiş güzergahı olma ve Rusya’yla çetin bir hidrokarbon rekabetine olanak tanıma potansiyeli taşımaktadır.

Şu anda dünyanın deniz yoluyla ticareti yapılan petrolünün yaklaşık %35’i (ve dünya çapındaki petrolün yaklaşık %20’si), dünyanın en önemli geçitlerinden biri olan ve büyük ölçüde İran tarafından kontrol edilen Hürmüz Boğazı’ndan geçiyor. Bu aslında ABD-İran geriliminin temel faktörlerinden biridir; bu gerilimlerin İran’ın varsayımsal ‘nükleer tehdidi’ ile bir ilgisi yoktur. Bu, Batı medyasının yaydığı, kamuoyunu manipüle etme amaçlı bir komediden başka bir şey değildir.

Elbette Washington’un, İran lideri Hasan Ruhani veya Suriye lideri Beşar Esad gibi demokratik yoldan seçilmiş liderler üzerinde tahakküm kurması gerekir ve onlarla baş edemez. Suriye’de Esad, kısa süre önce yapılan Parlamento seçimlerinin gösterdiği gibi halkın tam desteğine sahip. Eşit haklar ve sağlık ve eğitim gibi bedava sosyal hizmetler sağlayan seküler sosyalist bir hükümeti yönetiyor – bunların hiçbiri, Washington’un kendi yönetimi altındaki Yeni Dünya Düzeni’ndeki neoliberal faşist “her şeyi özelleştir” konseptine uymaz. Bu yüzden Başkan Esad Suriye’nin başında bulunduğu müddetçe Washington için bir ‘barış’ meselesi yoktur bile. Washington ve onun Avrupalı vassal müttefikleri için tek bir yol vardır: “rejim değişikliği”.

Bugün itibariyle, IŞİD yahut ‘İslam Devleti’ (İD) terörizmini kimin yarattığı, finanse ettiği, eğittiği ve silahlandırdığı Batı medyasında bile sır değildir: bunu yapan, ölümü sonrasında Saddam Hüseyin’in elit savunma kuvvetlerinden geriye kalanları istihdam eden Amerika Birleşik Devletleri’dir. Şimdi ‘İslam Devleti’ örgütünün varlığının sürdürülmesi işi, ABD, Suudiler, Katar ve öteki Körfez devletleri ile, bir numaralı Amerikancı olan, stratejik açıdan hayati önemde bir yerde bulunan bir NATO ülkesini yöneten, Washington’un istediği her şeyi yapması – mesela bir Rus savaş uçağını düşürmesi – emredilebilecek olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönettiği Türkiye arasında paylaşılmaktadır.

Neyse ki Rusya ve Başkan Putin var. Putin, Batı kamuoyu karşısında IŞİD (veya İD) ile savaştığını iddia eden, gerçekte ise ağırlıklı olarak Suriye’nin sivil nüfusunu bombalamak ve İD’ye silah tedariği sunmak yoluyla onları destekleyen, çalınan petrolü Türkiye’ye kaçırıp İsrail ve Avrupa devletleri gibi meşhur ‘düşmanlarına’ satmalarına izin veren Batılı güçlerin saldırganlık tekerine çomak soktu. Birkaç ay içinde Bay Putin Suriye’deki İD egemenliğine ve Batı’nın saldırılarına son verdi, İD işgali altındaki toprakların çoğunu özgürleştirdi ve Suriye ordusunun enerjisini yerine getirdi.

Bu, Washington’u ve Avrupalı vassallarını çıldırttı. Ne yapacaklardı? Paris ve Brüksel’de gerçekleşen ve amacı NATO’nun Suriye’yi daha fazla bombalamasına gerekçe üretmek olan, kendi kendilerine yaptıkları, yahut ‘yanıltma harekatı’ niteliği taşıyan terörist saldırılara rağmen, Rusya’nın hava gücü ve stratejisi Suriye’nin egemenliğini kısmen de olsa geri getirecek şekilde galip geldi. Bu yüzden Washington’un zaman kazanması gerekiyordu: NATO ve İD’nin bir araya gelip yeniden düşünmesi gerekiyordu. İşte bu yüzden Cenevre Barış Görüşmeleri’nin çağrısı yapıldı. Bugün bildiğimiz üzere –Washington ve Avrupalı yardakçıları ‘rejim değişikliği’ ısrarını sürdürdüğü müddetçe – bu görüşmelerin herhangi bir yere varması muhtemel değil.

Emin olun ki Washington nefes alıp verdiği müddetçe hiçbir zaman pes etmeyecektir; İran Nükleer Anlaşması’nda gördüğümüz gibi, aldatmaca yoluyla yaptıkları anlaşmalar dışında, onları planlarından saptıracak hiçbir ciddi taviz vermeyecektir. Bu onların sıkı sıkıya bağlı olduğu stratejidir. Roma İmparatorluğu usulü, “amacından asla sapma” – ki Roma İmparatorluğu da en sonunda iç güçler üzerinden çökmüştür.

AA:Amerika dahil olmak üzere dünya çapındaki büyük güçlerin Suriye halkı karşısındaki insani sorumluluklarını ve ahlaki yükümlülüklerini yerine getirdiğine inanıyor musunuz?

PK: Elbette hayır. Bilakis, insani felaketten, 4 milyonu aşkın insanın yer değiştirmesinden, bütünüyle dış güçler tarafından kışkırtılmış ve finanse edilmiş bir ‘iç savaş’ta yarım milyonu aşkın insanın ölmesinden sorumlular. Sayısız insani trajediden, Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden mülteci akınından sorumlular. Suriye’den ve Batı’nın yıkıma uğrattığı öteki Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden gelen bu mülteci akınının da, Avrupa’yı istikrarsızlaştırmak için bir ‘silah’ olarak planlandığını akılda tutun.

ABD ve Suudi Arabistan ile öteki Körfez devletleri, Türkiye’de 6 milyar dolar maliyeti olan ve 4 milyondan fazla mülteciyi barındırabilecek mülteci kampları kurdu. Transatlantik efendileri Erdoğan’a “biz sana akın kapılarını açmanı söyleyinceye kadar onları Türkiye’de tut” dedi. O da tam olarak bunu yaptı. Geçen sonbaharda gitmelerine izin vermesi talimatı verildi. O da gitmelerine – aniden gelen mülteci kalabalıklarına sığınma sağlaması zor olan, yağışlı ve soğuk bir sonbahar ve kış mevsimi geçiren Avrupa’ya gitmelerine  – izin verdi. Mülteciler kitleler halinde Ege Denizi’ni aşıp Yunan adalarına, yahut Akdeniz’i aşıp İtalya’ya ve Güney Fransa’ya gitti. Pek çok mülteciye, geleceğin olduğu Almanya’ya gitmeleri söylendi – içlerinden pek çoğuna Almanya, Avusturya ve bazı başka Kuzey Avrupa ülkelerine ait ‘yol haritaları’ verildi.

Almanya 2015 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden en az bir milyon mülteci emdi ve 2016 yılında en az o kadarını daha alması bekleniyor. Ancak bu satırların yazıldığı an itibariyle Bayan Merkel Bay Erdoğan’la, mültecileri Türkiye’de tutması için ilave altı milyar euro’luk bir anlaşma için müzakere yürütüyordu. Şantaj uzmanı Erdoğan, her iki taraftan da ödeme alıyor. Hile yoluyla elde ettiği paraları Panama’dan daha güvenli yerlerde tutması gerekir.

Bir süredir Europol’den yeni, az konuşulan ama korkunç bir trajedi duyuluyor: çoğu yetim olan, 10 bin kadar mülteci çocuk kaybolmuş olabilir. Bu çocuklar, onları köle emeği için, kızları da seks ticareti için kullanan ve satan çocuk tacirlerinin mi eline düştü?

Son 30 yıldır veya daha fazla zamandır her türlü etik duygusunun kaybolduğu Batı dünyasında her şey mümkündür, özellikle de neoliberal – her şey kâr için temalı – faşizmin ortaya çıkışından beri. Sonuç olarak Avrupa’nın etik sicili tarihsel olarak çok kötüdür; onlar yüzlerce yıl boyunca dünya çapındaki sömürgelerinde milyonlarca Afrikalı, Asyalı ve Amerikalıya tecavüz etmiş, her şeylerini yağmalamış ve onları öldürmüştür. İki dünya savaşından sonra insafa gelmeleri beklenirdi. Ancak bu olmadı. ‘Seçilmiş Halk’ın hakim olduğu Batı dünyasında temelden yanlış olan bir şeyler vardır.

Öte yandan başka bir strateji devreye girdi: Yunanistan’ı tümüyle yok etmek. Ülke şimdiden troyka – Avrupa Komisyonu, gerçek bir merkez bankası olmayan Avrupa Merkez Bankası ve ABD Merkez Bankası’nın (FED) kolu uzun bir aracı olan kötü şöhretli IMF – tarafından saldırıya uğruyor, aşağılanıyor ve söz yerindeyse katlediliyor. Tarih, Yunanistan’ın devasa insan kaynaklarına ve dirence sahip bir ülke olduğunu gösteriyor. Bu direncin kırılması ve ortadan kaldırılması gerekiyor. Sonuç olarak Yunanistan, Türkiye ve Almanya ile birlikte, en önemli stratejik NATO üslerinden birine evsahipliği yapıyor. Yunanistan otonom, egemen bir devlet olarak kalamaz – hele hele sosyalist bir hükümetle. Asla.

Bu yüzden Kuzey Avrupa ülkeleri Yunanistan’la olan sınırlarını kapadı ve Yunanistan ağırlıklı olarak insani nedenlerden ötürü, mültecileri Türkiye’ye geri gönderemez. Binlerce mülteci şimdiden, daha güvenli bölgelere gitmek için denizleri aşmaya çalışırken can verdi. İronik bir şekilde bu daha güvenli bölgeler tam da, onların evlerinin, yaşamlarının yok edilmesinde, ailelerinin parçalanmasında rol oynamış, geride kalan 15 yıl içinde milyonlarcasını öldürmüş olan Avrupa ülkeleri. Git ve celladından yardım ara – nasıl bir kader! Kendi halkını besleyecek yeterince kaynağı olmayan Yunanistan, Kuzey komşularının hareket etmesine izin vermediği yüz binlerce mülteciye bakmak ve onların hayatlarını korumak zorunda kaldı.

Dayanışmadan söz edilir – böyle bir şey yok. Avrupa Birliği bir sahteliktir, sürdürülemez bir hiledir.

AA: Global Research tarafından yayınlanan Suriye’nin Çocuklarıbaşlıklı makalenizde, Obama’nın bu yüzyılda dünyanın en büyük insan hakları istismarcısı oldğunu yazmıştınız. Bunu biraz daha izah edebilir misiniz?

PK: Elbette. Öncelikle Obama, halefinden daha fazla savaş başlattı. Bugün, bizzat kendisinin övündüğü üzere, yedi savaşın içinde. Ve bu, Nobel Barış Ödülü almış biri için geçerli; bu ödül ona başkanlığının ilk dönemlerinde, dünyaya barış getirmesi umuduyla verilmişti. Fakat olmadı. Efendileri ona başka bir gündem verdi. Karanlık üçgenin en tepesinde bulunan gizli efendiler, elitlerin elitleri. Bazıları onlara ‘Illuminati’ der, bazıları da Hürmasonların gizli efendileri.

Bilderberger’ler, Üç Taraflılar (Trilaterals), Dış İlişkiler Konseyi (CFR), İngiltere’deki Chatham House, Dünya Ekonomik Forumu (WEF) ve ötekiler gibi, bilinen yarı gizli örgütlenmeler, hilebaz üçgenin en tepesindekiler tarafından dünyayı kendilerine tâbi kılmak için kullanılan araçlardır. Alttaki ‘liderler’, Obama, Hollande, Merkel, Cameron ve şürekaları, yukarıdan göreve getirilmiş ve yukarıdantalimatlar alan kuklalardır. Bu yukarıdakilere ise ‘Seçilmiş Halk’ liderlik eder. Kulağa komplo teorisi gibi mi geliyor? Bir kez daha düşünün ve FED’i, Goldman Sachs’ı ve öteki Wall Street devlerini, medya ve iletişim endüstrisini, askeri-endüstriyel kompleksi, vs.yi kimlerin yönettiğine bakın.

İnsan haklarıyla ilgili soruya geri dönecek olursak, Obama aynı zamanda insansız uçak cinayetleriyle de insan haklarını ihlal etmektedir. İnsansız uçaklarla gerekleşen her cinayeti bizzat onaylamış olmakla övünmediyse de bunu açıkça kabul etti. Özellikle Salı günleri dünya çapında terörist olduğu varsayılan kişilerin listesine bakıyor ve hiçbir suçlama, hiçbir mahkeme, hiçbir soruşturma olmadan kimin ortadan kaldırılması gerektiğine karar veriyor. O kendini Tanrı yerine koyuyor, yaşama ve ölüme karar veriyor, ‘play station’ları seven bazı genç askerlere insansız uçakların tetiğini çekme emrini veriyor; bu askerler binlerce kilometre uzakta bilinmeyen insanları öldürüyor, genellikle de, hedefin de içinde bulunabileceği düğünler, cenazeler ve öteki aile etkinlikleri gibi aile toplanmalarını hedef alıyor. Onlar varsayılan ‘terörist’le ilgisi olmayan yüzlerce kişiyi öldürüyorlar – askeri jargonda uzaktan öldürülen tanınmayan insanlar için kullanılan tabirle ‘böcek şapırtısı’ haline geliyorlar. Bütün bunlar da yukarıdan gelen bir dünya gündemini hayata geçiren Obama’nın emirleriyle oluyor.

İki dünya savaşı dışında, yeryüzünde son yüz yıl içinde Obama’nın öldürdüğünden daha fazla insanı öldürmekten sorumlu olan pek yoktur. Evet o bir kukla, fakat kuklaların bile vicdanı olmalıdır, değil mi?

AA:Makalenizde son 15 yıl içinde Fransa, Amerika ve Birleşik Krallık tarafından düzenlenen insansız uçak saldırılarında on binlerce kişinin öldürüldüğünden ve kurbanların yüzde 90’ından fazlasının sivil olduğundan söz ettiniz. Neden Birleşmiş Milletler gibi insan haklarından sorumlu uluslararası topluluklar bu suçlar karşısında sessiz kalıyor?

PK:  Amerika Birleşik Devletleri’nin pençelerinde olmayan tek bir uluslararası topluluk yoktur. Son 20-30 yıl içerisinde hepsi de İmparatorluk’un dalkavukları haline gelmiştir. Söylemesi acı, fakat Ekim 1945’de Milletler Cemiyeti’nden doğan, 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya çapında barışı temin etmek için kurulan Birleşmiş Milletler, Washington’un dünyayı manipüle etme aracı haline gelmiştir. Her BM Genel Sekreteri Washington tarafından onaylanır, hatta belki de onun tarafından seçilir. BM’nin bütün özel teşkilatları, WHO, UNESCO, UNCTAD, UNICEF, Dünya Bankası, IMF ve ötekiler doğrudan Washington’dan talimat alır. Eğer birileri, zaman zaman WHO, UNESCO ve bazı başka kuruluşlarda olduğu gibi yanlış işler yaparsa ABD hemen kendi finansman payını geri çeker ve ötekilere de aynısını yapması için baskı yapar – ta ki o kuruluş yeniden yola gelinceye kadar. Bu kadar basit.

Bunlardan en kötüsü Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir (ICC). Bir mahkemeden tarafsızlık ve adalet beklenir. Nasıl oluyor da itham edilip mahkum edilen bütün ‘suçlular’ İmparatorluk’un düşmanları oluyor? Son 60 yılın ABD başkanları ve onlara yardım edenler gibi gerçek suçlular ve savaş suçluları ise, adalet önüne çıkarılıp yargılanmak bir yana, suçlanmaz bile. Oysa adil bir dünyada hepsi Nuremberg tarzı bir yargılanmayı hak etmektedir.

İşte bu yüzden bütün bu kuruluşlar ve uluslararası toplum bu suçlar karşısında sessiz kalmakta, insansız uçak cinayetleri, ‘yasadışı’ savaşlar (bütün savaşlar yasadışıdır ve insanlığa karşı suçtur), vekil güçler yoluyla kışkırtılan ve beslenen çatışmalar yargılanmadan kalmaktadır. İnsanlar yaptırımlardan ve Washington’un balyozundan korkuyorlar.

Korku, her imparatorluğun insanları manipüle etmede kullandığı temel bir araçtır. Bir yerlerde bir terör eylemi gerçekleşirse insanlar korkar, yardım çığlıkları atarlar; daha fazla polis, daha fazla askeri koruma isterler, hatta sivil haklarının ‘korunma’ için ilga edilmesini isterler. Fransa’da Cumhurbaşkanı Hollande olağanüstü hali bu şekilde uzatabildi. Halen bunu Fransız Anayasası içinde kalıcı hale getirmek için çabalıyor.

AA: Son makalenizde bahsettiğiniz gibi, Suriye, Irak, Yemen, Filistin, Somali, Afganistan, Pakistan ve Sudan’da milyonlarca insan çok düşük hayat standartlarında yaşıyor, yoksulluk ve sefalet içindeler ve bu yalnızca süper güçlerin açgözlülüğü ve tahakkümü nedeniyle böyle. Onların hayat düzeyini iyileştirecek çözüm nedir?

PK:  Basit ve son kertedeki tek yanıt, barış ve sosyal adalettir. Buna nasıl erişileceği ise farklı bir sorudur. Bu bir paradigma değişimini gerektirir. Farklı bir insan bilincini, yalnızca açgözlülük ve iktidarın değil, bir insani dayanışma hissinin, uyum içinde ve doğayla da uyum içinde yaşama arzusunun yön verdiği bir bilinci gerektirir. Bu, yalnızca tüketimcilik üzerinden, saçma yıllık tüketim büyümeleri üzerinden gelişen değil, çevresindekilerin, Toprak Ana’nın, bütün ekosistemin, hayvanların, bitkilerin, doğal ve yenilenemez kaynakların bilincinde olan bir toplum, ‘komşusuna’, yani yerkürenin değerli ekosistemine özen gösteren ve onu koruyan bir toplum olacaktır. Ekosistem bize, öldürmek ve yok etmek zorunda olmadan düzgün bir hayatı yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şeyi vermektedir.

Bu bilinç beşeri varlıklara içkindir. Hepimiz bununla doğarız. Fakat açgözlülüğün yön verdiği bu topluma girdiğimiz anda bu bilinç yok edilir. Ancak her insan beyninde – buna ruh da diyebilirsiniz – sık sık canlanan bir kıvılcım bize, etrafımızda olan bitende yanlış bir şeylerin olduğunu söyler. Tek yapmamız gereken şey zihnimizin içindeki bu parıltıyı, bu sıcak küçük ışığı kavramak ve onu takip etmek, bizi nereye götürdüğüne bakmaktır. O bizi hakikate götürecektir. Belki onu alternatif medyada, yahut salt gözlerimizi açarak aramamız gerekir. Bu bizim konfor alanımızı rahatsız edebilir. Bu küçük kıvılcımı görmezden gelen insanların çoğunun temel engeli budur. Nitekim bu konfor alanımızı terk etme eşiğini aşmak, öyle bir zihin zenginliği getirir ki, insan asla oradan geri dönmek istemez. İşte çözüm bu olacaktır.

AA:Amerika her zaman kendini barışa yakın bir ilgi gösteren ve dünya çapında demokrasinin korunmasına büyük bir vurgu yapan bir devlet olarak sundu. Ancak bizzat ABD, Suriye’deki yıkımda büyük payı olan ülkelerden biri oldu. Bu paradoksu nasıl görüyorsunuz?

PK: ‘Barışa ve demokrasiye yakın ilgi göstermek’, Washington’un tekrar ve tekrar hayata geçirdiği gülünç bir propagandadır. Bu tuzağa düşen insanların sayısı her geçen gün azalıyor. İnsanlar gerçek Kaos, Açgözlülük ve İktidar Birleşik Devletleri’ni görüyor.  Paradoks ise şu: ülkeler ve liderler hakikati görse bile, propagandanın arkasındaki yalanı görse bile, ona karşı duracak cesareti gösteremiyor. Çıplak kraldan korkuyorlar. Zira o kral yaptırımlar, ekonomik yaptırımlar getirebilir, onun gaddar askeri güçleri ülkelerini işgal edebilir, kral ‘rejim değişikliği’ getirebilir, istediği şeyi elde etmek için kolayca öldürebilir. Şu anda Suriye’de, Ukrayna’da, daha önce Irak’ta Libya’da ve pek çok başka yerde olan şey budur. Son 70 yıldır imparatorluk tarafından öldürülen, müttefik olmayan ülkeler liderleri listesi epey uzundur.

Evet, ABD Suriye felaketinde büyük bir paya sahip olduğu gibi, aynı zamanda savaşın ve felaketin baş kışkırtıcısı. Bunun nedeni ise daha önce izah edildiği gibi, önce enerji zengini ve stratejik Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’ya, ardından da dünyaya hakim olma arayışı. Ve işte bu noktada bocalayabilir. Zira Siyonist-Anglo Sakson ittifakının dünyayı ele geçirmesine izin vermeyecek olan Rusya, Çin ve müttefik ülkeler var. Onlar kendi aralarında bir ittifak kurmakla kalmayıp, BRICS ülkelerinin geri kalanıyla (Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika) ve Şangay İşbirliği Örgütü ile Avrasya Ekonomik Birliği üyeleriyle de ittifak kurdu.

Bu ittifak öncelikle ekonomik ve siyasi bir ittifaktır, ama aynı zamanda bir savunma ittifakıdır da. Bu ülkeler bir araya geldiğinde dünya nüfusunun yaklaşık yarısını ve dünyadaki toplam ekonomik çıktının en az üçte birini meydana getiriyorlar. Aynı zamanda Batı’nın hileye dayalı dolar temelli kumarhane sisteminden tamamen bağımsız olan bir bağımsız para sistemi kurmak üzereler. (Bu konuda daha fazlası için bkz: http://www.globalresearch.ca/the-collapse-of-the-western-fiat-monetary-system-may-have-begun-china-russia-and-the-reemergence-of-gold-backed-currencies/5521107 ).

Umut var. Ancak bir gecede çarpıcı değişiklikler beklememek gerekir. Büyük değişimlerin meydana geldiği olur. Ama yavaş olur.

AA:Elde edilen raporlara göre on binden fazla mülteci çocuk Avrupa ülkelerinde kayboldu. Onların insan kaçakçılığı çeteleri tarafından kaçırılmış olmaları hayli muhtemel. Avrupa’dan bu tür haberlerin gelmesi, Batı’da kimseyi ciddi bir şekilde incitmiyor gibi görünüyor. Size göre bunun sebebi nedir?

PK:  Gerçekten de, az önce de değindiğimiz gibi Europol’e göre en az 10 bin mülteci çocuk kayboldu. Bu çocuklar insan kaçakçılığı çetelerinin eline düşmüş olabilir – savunmasız çocuklar için bütünüyle sefilce olan bu ihtimal, kölelik, cinsel sömürü, istismar ve hatta ölüm getirebilir. Kimse onlara ne olduğunu bilmiyor. Ve söylediğiniz gibi, Batı medyası onların kaderine ilgi göstermiyor gibi görünüyor. Bu olay neredeyse hasır altı edildi.

Daha da önemli görünen şey ise Merkel ve Erdoğan arasındaki altı milyar dolarlık anlaşma müzakereleri ve kötü şöhretli, Avrupa’yı çoğu ABD’li olan çok-uluslu şirketlerin tamamen kölesi haline getirmesi muhtemel, son yüzyılların en korkunç anlaşması olan TTIP (Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı) için kapalı kapılar arkasında, büyük bir gizlilik içinde yürütülen ‘müzakere’lerdir.

(Daha fazla ayrıntı için Peter Koenig’in  AB bir “ABD sömürgesi” haline mi gelecek? Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) Avrupa’nın egemenliğini ortadan kaldırabilir başlıklı makalesine [24 Nisan 2016] bakınız).

Etik yoksunu açgözlülük dünyamızda insan hayatı ucuzdur, özellikle de yoksulluk ve mahrumiyet içindeki insanların hayatı feda edilebilir türdendir.

Son söz olarak, rahatımızı bozabileceği için görmezden gelme eğiliminde olduğumuz, zihnimizin içindeki küçük sıcak kıvılcımı bir kez daha hatırlatayım. Lütfen o ışığı görmezden gelmeyin. Daha da parlak hale gelmesine izin verin ve hakikate doğru onu takip edin. Bu ışık sizin kalbinizi ısıtacak ve ihtiyaç duyulan büyük değişimin gerçekleşmesine yardımcı olacaktır.

 

 

Çev: Selim Sezer

 

www.medyasafak.net

0
Would love your thoughts, please comment.x