Hatırlatma:                                                                                                                                         

Dört bölüm olarak sizlere sunacağımız Dr. Hasan Abbasi’nin bu yazı dizinde son on yıla damgasını vuran birbirinden ilginç tahlilleri inceleyeceğiz…

(Elimizdeki bu tercüme; Birleşik Devletler Eski Savunma Bakan Yard. Joseph Nye tarafından literatürlere “Sert Güç” ve “Yumuşak Güç” olarak giren kavramların Dr. Hasan Abbasi tarafından başarılı bir tahlilidir.)

بسم الله الرحمن الرحيم و به نستعين انه خير ناصر و معين

Allah’a şükürler olsun ki; bu akşam siz değerli dostlarımla beraberim ve geçen seneki Gazze şehitlerini, Filistin Devrim tarihi boyunca şehit düşenleri ve böylesine modern ve çağdaş bir dönemde; Gazze halkına yapılan zulmü kendime ve sizlere hatırlatmak ve anmak isterim.

Maksimum 8 km. genişliği ve 40 km. uzunluğu olan bir toprak parçası üzerinde, dünyanın en yoğun nüfusu yani; tam tamına 1.5 milyon insan kuşatma altında yaşamaktadır. Bilindiği gibi de; Mısır Hükümeti Güney Gazze sınır boyuna çelik duvar çekmekle meşgul ve bu şekilde buradaki halk artık her yönden kuşatma altına girmiştir. Elbette birisinin gerçekten kimsesi kalmamışsa, işte o zaman yalnızca Allah ile baş başa kalmış demektir ve bu da; herkese ve her şeye sahip olduğu anlamına gelir.

Selam olsun devrimin o büyük önderinin ruhuna ve selam olsun bu 30 sene zarfında hep mazlumların ve özellikle de Filistin halkının yanında yer alıp, bunu onur bilen bu millete. Bu direnişi anmak, Allah yolunda ilerlemek ve mücadele etmeği anmaktır. Nebilerin, İmamların ve salih insanların hareketi, beşeriyet için Allah yolunda gözle görülür ve açık bir şekilde olmuştur ve bu yola engel koyanlarla da durmadan mücadele etmişlerdir. İblis’in kendisinden tutunda ta bütün cin ve insan kılıklı şeytanlara karşı tarih boyunca huzur bozulmaması ve fesadın yayılmaması için direnmişlerdir.

Bizim, Edebiyatımızda yaptığımız hata “Savaş” ve “Barış” kelimelerini birbirinin karşısına koyarak değerlendirmemizdir. Ama Kur’an-ı Kerim bu hataya düşmez. Bizim dilimizde Kurani bir manada geçen Zulüm vardır. Bakara suresi 11 ve 12. ayetlerde şöyle geçer;

“Onlara, “Yeryüzünde bozgun çıkarmayın” dendiğinde, “Tam tersine, bizler barış ve esenlik getirenleriz!” demişlerdir. Dikkat edin, gerçekte onlar, bozgun getirenlerin ta kendileridir de bunun bilincinde olmuyorlar.”

Kur’an bu şekilde belirtiyor. “Sulh ve Fesad”, “Islah ve İfsad”, Muslih ve Mufsid”,  “Salih ve Fasıd”. Ama maalesef bin yıldır dilimizde Sulh’a karşıt olarak Savaş kelimesi kullanıla gelmiştir. Aslına bakacak olursak; Mevlana Celalettin Rumi, Mesnevi’nin altınca kitabında savaşı barışın karşıtı olarak kullanmış ve her kim silahını bırakırsa, sulh etmiştir, barışçıldır, ıslah peşindedir ve her kim eline silah alıp, direnirse savaş yanlısıdır diyerek, ister istemez akıllarda derin şüphelere yer açmıştır. Bu da bugün, akademik çevrelerde yer bulmuş bir görüşü ortaya çıkarmıştır; Mahatma Gandhi, savaşta barış yanlısıydı ve ülkesini de eline silah almadan bağımsızlığa kavuşturdu ama Seyyid Hasan Nasrullah gibi eline silah alanlar ise savaş yanlılarıdır.

Hatta bu kendi Şialerimiz arasında dahi aynıdır. İmam Hüseyin (as) hakkında bir konu açıldığında, İmam Hasan’ın (as) barışçı ama İmam Hüseyin’in (as) savaşçı olduğuna değinilir. İşte görüyoruz ki; bu bizim yalan yanlış algılamalarımız nerelere varıyor? Acaba bugüne değin sulh ve ıslah dışında gelen bir peygamber olmuş mudur? Acaba şimdiye kadar her hangi bir masum imamın, barış ve bozgunculuk karşıtı hareket etmediği gözlenmiş midir? Eğer dünya üzerindeki salih kullar ellerine silah alırlarsa artık barışçıl değil de bozguncular olarak mı adlandırılacaklardır? Kuran-ı Kerim kavramlarının yanlış algılanması, hiç şüphesiz sosyal yaşamda da yanlış yer bulmasına neden olacaktır. Öyleyse “Birisi direniyor” dediğimizde, onun direnişi bozgunculuğa karşı, ıslah manasına da gelmektedir.

Bizim dilimizde savaşın karşıtı olarak “Uzlaşma” kullanılmaktadır. Yani savaşın karşıtı barış değildir. Araplar buna “Harb” ve “Selm” demektedirler. Arap hiçbir zaman “Harb” ve “Sulh” demez. Öyleyse farz edelim siz bir kere ıslah eden manasında ki, muslih oldunuz; salih olun ve ıslah peşinde olmuş olun, ama belki de ıslah etmek için silaha başvurmanız icap edecek, savaşmanız, harb etmeniz gerekecek ya da silah bırakıp, ateşkes imzalamanız ve sulh etmeniz de gerekecek, bunlar bozguncuğu engellemek için, ıslah için gerekebilecek hareketlerdir. Ya da farz edelim bir kere savaşa tutuştunuz ve uzlaştınız ama bunların her birinin fesad olma ihtimali de vardır. İmam Hüseyin de ıslahçıydı ve şöyle buyurur;

انی خرجت لطلب الاصلاح فی امت جدی“Ben dedemin ümmetini ıslah etmek için ayaklandım, ben ıslahçıyım.”

İmam Hasan Islah için oturdu, bir köşeye çekildi ama İmam Hüseyin de ıslah için kıyam etti. Ama bizler oturmakla kıyam etmeyi “Savaş” ve “Barış” olarak değerlendirdik.

Mevlana gibi büyük bilgeler işte böyle hatalar yapınca, bugün biz de böylesine yanlışlıklara düşmekteyiz. Anlatmak istediğimiz “Direniş” ve “Karşı Koyma”, “Fitne” ve “Bozgunculuk” terimlerinin karşıtı olduğudur. Bizim de fitne ve fesadın yeryüzünden yok olması için muhakkak mübareze ve direniş göstermemiz gerekir. Bakın bugün mazlum Filistin halkı zilletle yaşamaktansa her türlü kuşatma ve dayatmayı kabul etmektedir. Acaba bu İmam Hüseyin’in (as) sergilediği davranıştan başka bir şey olabilir mi? “هيهات منا الذله” “Heyhat minn’ az Zilleh” bunlar Hüseyin’in (as) öğretisini iyi kavramışlar ve artık Yemen, Filistin, Afganistan, Pakistan, Lübnan ve İran’da benimsenen “Her gün Aşura, her yer Kerbela ve her ay Muharrem’dir” dersini kabullenmişler.

Peygamberler tarihine baktığımızda; 28 tanesinin adı Kur’an-ı Kerim’de geçen 124 bin peygamberin ve daha sonra 14 masumun, özellikle de On iki İmamımızın en büyük arzuları; bugün İslam Cumhuriyeti’nin elinde bulundurduğu imkânlara sahip bir yönetime ulaşmaktı. Bu şekilde Allah’ın çizdiği sınırları insanlara daha kolay anlatabilir ve o kutsal görevlerini daha rahat ifa edebilirlerdi. İşte bugünkü bu imkân ve fırsatı hiçbir Allah Resulü kendi zamanlarında bulamamışlardı. Otuz bir yıl, hiç de azımsanacak bir zaman değildir. İmamlarımızdan birisi dört seneyle sınırlı bir fırsat bulmuş ama ne de çok onunla mücadele etmiş ve savaşmışlardır. Kuran’da, ömrünün 950 senesini tebliğ ve davetle geçirmiş olan Nuh nebiyi görmekteyiz. Ama kimse onun davetine icabet etmemiştir. Nuh’un Gemisi tamamlandığında, bizim rivayetlerimize göre oldukça az bir taraftarı bulunduğunu görüyoruz. Yahudi kaynaklarına bakıldığında ise; Nuh nebinin yanında yalnızca 8 kişinin olduğu ve oturup hesap edersek bunun da 120 yılda ancak bir kişiyi kendisine çekebilmiştir manasına geldiğini görebiliriz.

Aslına bakılacak olunursa; insanlık tarihi boyunca ilk defa böyle bir hükümet kurulmuş sayılmaktadır. O da, elinden geldiğince İslam’ı öngörülen şekliyle uygulama çabasındadır. Ve neredeyse İblis’in ilk defa eli kolu da bağlanmış durumdadır. O her zaman nebilerin karşısına dikilir, onlara muhalefet ederdi. Birçok peygamberi de etkisiz hale getirmeyi başarmıştı ve hatta Peygamber Efendimizin soyundan gelen İmamlar, sırf İslam hükümeti kuramasın diye tüm yapıcı şartları yok etmeyi başarmıştı. Onlardan ikisi kılıçla ve dokuzu da zehirlenerek şehit edilmişlerdi. XII. İmam ise uygun şartlar olmadığı için önce küçük gaybete sonra da büyük gaybete çekilmiştir. Şimdi Peygamberler ve İmamlar için bir türlü sağlanamayan bu fırsat, milletimiz ve Allah’ın bu iki salih kulu için ortaya çıktı ve bu büyük fırsatı nice direniş ve mukavemetle 30 yıl geçmesine rağmen devam ettirmektedirler.

Bu iki konu birbirlerinden farklı olmalarına rağmen “Hükümet” kelimesi geldiği için “Kudret, güç ve iktidar” manasına bürünmektedirler. Gücün en kolay tanımını yapmak istersek; “Başka birisine dayatma, bir şeyleri empoze etmek” olarak manalandırabiliriz. “Yumuşak Savaş, Yarı Yumuşak Savaş ve Sert Savaş” bunların gerçekleşmesi için iktidar lazım, güç gerek. Savaşmak isteyen kişinin öncelikle güç sahibi olması gerekmez mi? Benim üzüldüğüm ve hayıflandığım bir konu şudur; Yumuşak savaş gündeme geldiği zaman ve bundan 10 sene önce güç ve yumuşak tehdit konuları yavaş yavaş şekillenmeye başladığında; maalesef arkadaşlarımız hiç vakit kaybetmeden hummalı bir çalışmanın içerisine girdiler ve bakalım batı dünyası bu kavramlar hakkında neler demişler, bu şekilde onları kaynak ve temel olarak alıp, yararlanabiliriz demişlerdi. Yumuşak savaş daha net anlaşılıp, algılansın diye kavramlar üzerinde dikkatlice durmamız gerekecek. Savaş ve Barış kavramlarını nasıl irdeleyip, hiç de beklemediğimiz bir şekilde yüzyıllar boyu yanılgıda olduğumuzu anladıysak, şimdi de Yumuşak savaşı bu denli bir incelemeye sokmamız gerekecektir.

Yumuşak savaş, yani İnançların savaşıdır ama ne kadar acıdır ki; Müslüman Şii birisi için Joseph Nye’ın kaleme aldığı ve ülkemizde de tercümesi yapılan “Yumuşak Savaş” kitabı içerisinde kullanılan kavram ve terimler, edebiyat ve anlatım kuralı bakımından tamamen onların istediği bir şekilde yorumlanmış ve bu şekilde kâfirin kurallarıyla kâfirle savaşa gidilmiştir.

Kısaca, ne tür savaş olursa olsun hepsinin ortak paydası güç ve iktidardır. Bizim de bu savaşa misilleme olarak yönetme gücümüzün olması gerekmektedir. Onların üzerinde durdukları “Güç” birçok şekilde türlere ayrılabilir. Şu anda gündemde ve halkımızın dilinde olan gücü ise üç kısma ayırabiliriz; ya Sert Güce başvurulur; alırsın eline silahı, düşmanının alnına dayarsın ve bir şeyi yapmaya onu mecbur kılarsın, bu bir. İkincisi; Yarı Yumuşak Güç; onda da bir şeyi yapması için ya teşvik edersin ya da tembih. Çocuğumuza şöyle deriz; Dişlerini fırçalarsan yarın seni parka götürürüm ya da sana o istediğin oyuncağı alırım! Yani Yarı Yumuşak Gücü biz bile yakınlarımız üzerinde kullanıyoruz. Çocuğumuz dişlerini fırçalasın diye kendi irade ve isteğimizi ona dayatıyoruz. Derslerini iyi çalışsın diye; onu teşvik etmek için bilgisayar alacağımızı söylüyoruz. Biz bunu hep yapıyoruz. Kuran-ı Kerim okuma yarışmaları düzenliyoruz ve dereceye girenlere altın vereceğimizi söylüyoruz. Toplumumuzu bu şekilde Kuran’la içli dışlı olmaya sevk etmeye çalışıyoruz. Bunlar tembih ve teşvik yöntemleridir. Bir yerde çalıştığınızı farz edin; İşinize hep erken ya da zamanında gidiyorsunuz, bunun için aferinler alırsınız ama işinize durmadan geç giderseniz; sonunda sizi tembih ederler, hesap sorarlar. Kısaca anne-babanın, okul müdürünün ya da işverenin genelde uyguladığı yöntem Yarı Yumuşak Güç yöntemidir.

Ama Yumuşak Güç adıyla üçüncü bir yöntem daha söz konusudur. İlk yöntem Askeri yönetime ait bir modeldir. Yapmak istediklerini diğerlerine karşı dayatmayla yaparlar, yani kaba kuvvet kullanarak. Onların oyun alanları bellidir; ya kara ya deniz ya da hava. Askeri taksimatlar bunlardan ibarettir; Kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri ve hava kuvvetleri. Bunların hedef bölgeleri kara, hava ve denizdir. Havada ve denizde efendiliği, üstünlüğü ele geçirirsen, bir nevi kara sahasını da ele geçirmiş olursun. Birbirlerini vururlar, saf dışı bırakırlar hatta yok ederler, işte bu şekilde ancak bir diğerinin sahasını elde edebilirler. Onların metodu intikam ve yok etmekten geçer. Kim önce ateş ederse, o hayatta kalır; kabadır ama bu kanun mecburidir. İrade zorla bir diğerine yüklenir.

Yarı Yumuşak Güç olarak adlandırılan ikinci yöntem de; onların dilinde “Semi Hard” yani ekonomik ve siyasi güç demektir. İktisatta, örneğin kâğıt mendil, muhatabını teşvik etmek ister, televizyon reklamları yapar ve pazarı ele geçirmek uğruna her yola başvurur. Bilişim, bilgisayar, cips, çamaşır makinesi vs. şirketleri ürünlerini pazarlaya bilmek uğruna akla gelmeyecek icraatlarda bulunurlar. Bakın, mesela cep telefonu şirketleri ellerindeki malları satabilmek ve sizin de bunları almanız için neler neler yapmaktalar. Yani, sırf satılsın diye önümüze bin çeşit alternatif sunmaktalar. O ürünü almak için gecikirsek ki; onlar bunu hiçbir zaman istemezler ve hâlbuki bir sonraki ürünleri genelde bir öncekine nazaran daha teknolojik, daha şıktır ama sizin almanız için hep acele ettirirler; eğer geç hareket ederlerse kendi ürünleri yerine başka ürünü alırsınız. onların maden suyu yerine bir diğer maden suyunu tercih edersiniz. Rekabet, bir diğerini saf dışı bırakmak, piyasadan silmek içindir. Siyasette ve iktisatta temel prensip silmektir. Rekabet, yani bir diğerini saf dışı bırakmak, silmek demektir. Orada konunun özü intikam ve yok etmek burada ise saf dışı bırakıp, silmektir. Menfaat ve kar, zarar ve iflas bunun temel kavramlarıdır.

Ama günümüzde iyiden iyiye kendini hissettiren üçüncü bir güç daha vardır. Birkaç bin yıllık tarih boyunca Sert ve Yarı Yumuşak Güç kullanılmıştı ama şimdilerde Yumuşak Güç kullanılmakta. Sert Güç ve Yarı Yumuşak Güç için bir kenara çekilme vakti geliyor. Birincisinde toprakların ele geçirilmesi söz konusu ve ikincisinde piyasaların ve hükümetlerin ama üçüncü yöntemde çok farklı bir şeyin kontrolü söz konusudur. Seyyid Ali Hamanei, yaklaşık on senedir hep bu konular üzerinde durmakta ve olayları anbean tahlil etmektedir. Şimdiye kadar anlattığımız bu iki yöntemi Güç ve Yumuşak Savaş konularını sömürgeciliğin bir parçası olarak görmekte ve şöyle değerlendirmektedir; sömürge dönemine denk gelen sömürgeciliği “Colonisation” olarak adlandırırlar. Klasik sömürgecilik döneminde; gelirlerdi, sizin topraklarınızı ele geçirir ve sizi doğrudan yönetirlerdi, aynı İngilizlerin yaptığı gibi. Zamanında Hindistan’ı almışlardı şimdi de Afganistan’ı. Buna Klasik sömürgecilik denir. Ama II. Dünya Savaşından sonra şekillenmeye başlayan yeni sömürgecilik; artık gelip sizin topraklarınızı ele geçirmiyor, ya da bir oldubittiyle, bir darbeyle hükümetleri alaşağı edip ardından kendi yandaşlarını o devletin başına geçirip sizleri yönetmiyor. Çünkü bunlar pahalıya mal oluyor. Aynı İran’da vukuu bulan Pehlevi hükümeti gibi. Bir darbeyle başa geliniyor, Amerika ve İngiltere’nin yerine, hem babası hem de oğlu hüküm sürüyor. Amerika ve İngiltere’nin diyemediklerini ve alenen yapamadıklarını onlar için yapıyorlar. Mısır ve Suudi Arabistan da günümüz dünyası için birer örnek.

Kısaca Yumuşak Güç, Bir devletin dünya arenasında kendi siyasetinde isteği sonuçlara, onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen ülkelerin kendisini izlemesiyle ulaşmasıdır. Sadece askeri güç tehdidini ya da ekonomik yaptırımları kullanarak diğerlerini değişime zorlamak değil, dünya siyasetinde gündemi oluşturmak ve onları kendine çekmek de önemlidir. Yumuşak Güç, yani diğerlerinin senin istediğin sonuçları istemelerini sağlamak, insanları zorlamak yerine kendi saflarına katıp, kendine yandaş yapmandır. Yumuşak Gücün en önemli dayanağı ise basitçe, bir hükümetin başka bir devletin halkını ve entelektüel kesimini, bu ulusun politikalarını kendi lehine döndürmek amacıyla etkilemeye çalışması olarak tanımlanabilecek sinsi bir siyasettir.

2003 senesinde “Ultra Modern Sömürge” adıyla bir teoriyi gündeme getirdiler. Bu sömürgeciliğin, üçüncü ve en yeni boyutuydu. Yeni sömürgecilik yönteminde artık ne toprakları ele geçirme var ne de bir darbeyle devletleri. Bu yeni yöntemde doğrudan sizi ele geçiriyorlar ve ardından yavaş yavaş inançlarınızı değiştiriyorlar. Ondan sonra bir hükümet kuruyorsunuz ama onların istediği tarzda, topraklarınızı sorgusuz sualsiz iki elinizle onlara takdim ediyorsunuz. İşte bu Yumuşak Güç demektir. Kendi irade ve arzularını, size öyle bir dayatıyorlar ki; siz kendi ellerinizle vatanınızı onlara sunuyorsunuz. Dikkat ederseniz burada ne kaba kuvvetle topraklarınıza ne de ikinci yöntemde olduğu gibi Yarı Yumuşak Güç ile ekonomik pazar ve politikanıza bir dayatma var. Yumuşak Gücüyaratmak için “çekici ve cazip bir kimlik taşıyan kültür, politik değerler ve kurumlar, ahlaki temelli ve meşruiyete dayalı siyasetler üzerinde yükselen bir cazibe merkezi oluşturulmalı ve bu merkezin gücü başkalarının tercihlerini ikna yoluyla belirleyebilme yetisine ulaşmalıdır.” Yumuşak Güçtetamamen insanlar kontrol altına alınıyor. Burada 70 milyonluk İran halkı hedef, bir milyon 900 bin m³İran değil. Peki, insanları nasıl kontrol altına alıyorlar, alnınıza silah mı dayıyorlar? Eğer böyle olursa ona Sert Güç derler. Ülkenizde idari dairelerde bürokrasi ne şekilde işlemekte? Hep duyarsınız ya teşvik ederler ya da tembih, işte bu da Yarı Yumuşak Güce örnek. Peki, sizleri bürokrasiyle mi ele geçiriyorlar? Hayır! Sizi kontrol altına almaları için iki parçanızı ele geçirmeleri icap eder; biri Kalbiniz, bir diğeri de zihniniz. Hatta bunun için kendilerine özgü bir terim de sunmuşlardır; “Kalp ve Zihinlerin Savaşı/Mind&Heart Battle”. Kalbinizi nasıl kontrol ediyorlar? Peki, beyinleri ne şekilde? Birisi kendi irade ve isteklerini başkasına empoze etmek istediği zaman, onun kalbinize ve beyninize hükmetmesi gerekmektedir. İş bu hale gelirse de; ona, kendi irade ve arzularını dayatmıştır demektir. Artık onun yapması gereken şeyleri, ele geçirdiği kalplere yüklediği sevgi ya da kinle başkası yerine getiriyor. Zihin için de süreç bu şekildedir; Sevgi ve kin değil, şüphe/kuşku ve yakin/kesinliktir.

Bizler, Farsçada kullanılan “Dil” (Kalp) teriminden ibaretiz. Kuran’da Farsçada ki Dil kelimesi yerine dört farklı kelime kullanılmakta; “Sadr” yani sine, göğüs. Bir diğeri ise “Şegaf” buna da örnek olarak; “Yusuf’un (as) aşkı Züleyha’nın kalbini çalmıştı” verilebilir. Üçüncüsü “Kalp” ve dördüncüsü “Fuad” yani bizim kullandığımız “Dil” ya da İngilizlerin kullandığı “Heart” yerine Kuran bizlere dört kelime sunmakta. Dört zarı olan bir soğan düşünün; üzerindeki ilk tabaka, soğanın kabuğu yani kalbin hüzünlenip, sevindiği yer olan “Sadr (صدر)”. İnsan kalbi aynı soğan gibi, tabaka tabaka, katman katmandır. Sadr yani, hüzün ve mutluluğun olduğu yer. Hz. Musa’nın (as) buyurduğu gibi;

رب‌ اشرح‌ لي‌ صدري” “Rabbişrahli Sadri” “Rabbim benim göğsümü genişlet!”Biz buna dilimizde kalbin açılması, genişlemesi diyoruz ya da bunun zıttı olan kalbin daralması ve sıkıntı.

İkinci katman ise; hüznün ve mutluluğun yerine daha derinlerde olan “Sevgi” ve “Kin”, “Aşk” ve “Nefret” mekânıdır. İşte Kuran-ı Mecid bunu “Şegaf” (شغاف)olarak adlandırıyor. Bu Yunan edebiyatı değil ki her âlem için ayrı bir isim verilmiş olunsun. 2500 yıllık Fars ya da Rum edebiyatı da değildir ki tek bir manayla geçiştiriliversin. Yalnızca Kuran-ı Kerim bu denli derin manaları içerebilir. Demek ki vücudunuzun aşk ve nefreti barındıran bu ikinci zara “Şegaf” diyormuşuz.

Üçüncü katman “Kalp” (قلب)olarak adlandırılıyor. “Küfür” ve “İman” bu katta, bu zarda kendilerine yer buluyorlar. Birisi mümin ya da kâfir olduğu zaman, Araplar şöyle derlerdi; Biz iman ettik ve Kuran da onlara şöyle cevap verirdi;

“Onlara deyin ki; İman getirdik demesinler, İslam getirdik (teslim olduk) desinler.”Çünkü henüz iman sizlerin kalbine işlemedi, İslam bizim sadrımızla alakalı, Ama iman; üçüncü katmanla yani şegafla.

Soğan zarı olarak değerlendirdiğimiz bu katmanlar topluluğunun merkezine de “Fuad” (فؤاد)denilmekte. Farsçada da dediğimiz gibi;

“Çeşm-i dil baz kon ki can bini/Ançe nadidenist an bini.”Yani; “Kalp gözünü aç ki canı göresin/O gözle görünmeyeni göresin.” Bedenimizin göz ve kulağı olan ve bununla görüp işiten bölgesine “Fuad” denmekte. Arapça bir kelime olan, her ne kadar Kuran’da geçmese de rivayetlerde yer bulan “Zihin” kelimesi de; Fuad’ın bir parçası hükmündedir. Yani Fuad’ı büyük bir tepsi gibi farz edersek; zihin de, onun bir köşesinde yer alan küçük bir çay tabağı gibidir. Dinden kopuk yaşayan insanlar ancak tepsinin o küçük bölümünü idrak edebilirler ama dinin içine girdiklerinde, o zaman Fuad ve kalbi anlayabilirler.

Bu sohbetimizde eğer aramızda bulunan dostlarımızdan birisine, sen kimsin? diye sorarsak, şöyle cevap verebilir; Ben bir A4 kağıdıyım. Bu A4’dün bir tarafına sevdiğim şeyleri; hangi yemekleri sevdiğimi, hangi tip insanlardan hoşlandığımı vs. listelerim ve bir diğer yüzüne de sevmediklerim ve nefret ettiklerimi yazarım. Mesela; ben şu elbiseleri, şu insanları, şu tür ev ve arabaları sevmem. İşte biz bu önlü arkalı sayfadan ibaretiz, yani sevgi ve nefretten ibaretiz. Çocukluğumuzda çok sevdiğimiz bir oyuncağımız olmuştur, öğretmenimizin bir alışkanlığını çok sevmişizdir, teyzemiz, babamız, annemiz, eşimiz sonraları çocuklarımız. Bunca sevgi ve nefretin de hangisinin ne derece doğru olduğu belli değildir. Usul-u Kafi’ye bir göz attığımızda karşımıza şu Hadis-i Şerif çıkar;

حب‌الدنيا رأس كل‌ خطيئة” “Dünya sevgisi, tüm hata ve yanlışların başıdır”

İçimizde taşıdığımız bu sevgi ve nefretin, mahabbet ve kinin acaba ne kadarı dünyaya aittir. Hatta bu şöyle sıralanır; mal sevgisi, rahatlık sevgisi, makam sevgisi, söz sevgisi, pohpohlanma arzusu… Artık önemli olan bizim sanatçı, öğretmen, konuşmacı, doktor vs. olmamız değil bu sıfatlara sahip olmamız ve övülmektir. Öyleyse dikkatlice bakılacak olunursa, içimize dolan sevgi ve mahabbet aslında yerilmiş sevgi ve kinden başka bir şey değildir. Hangi kin ve nefretimiz Allah için peki?

Hz. Âdem’in yeryüzüne inişinden tutun da, ta Ahir Zaman’a değin bizim, Şiilikte iki önemli yerine getirmekle yükümlü olduğumuz ama maalesef hep gafil kaldığımız bir konu vardır. Bunun için hem kendi adıma hem de sizin adınıza Yüce Allah’tan bizi bağışlamasını ve affetmesini diliyorum. Bizler Günlük Namazları özelliklede ilk vaktinde kılmayı oldukça önemseriz, sonra Ramazan ayı Orucu da ona keza ve eğer yeterli imkân ve gücümüz varsa Hac Farizasını da yerine getiririz. Durum ve konuma göre küçük ve büyük Cihad için hazırlanırız. Humusve Zekât konusu için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. İyiyi Emretmek (Emr-i bé ma’ruf) ve Kötülükten Sakındırmak (Nehy-i a’nil munker) gibi iki önemli konuyu da hatta devlet düzeyinde ele alır ve bu iki farz için özel gezi-gözlem birimleri teşkil ederiz. Ama son ikisi için yani Tevella ve Teberra konularında tam bir gaflet içerisindeyiz. Bazıları Tevella ve Teberra’nın yanlış olduğunu söylerler. Bilinmelidir ki aslında Tevella ve Teberra ilkeleri Yumuşak Gücün temelleridir.

Eğer sizler, bir şeye ya da bir kimseye sevgi ve mahabbet beslerseniz, onun velayetini ve önderliğini kabul etmiş sayılırsınız. İşte buna Tevella derler ve eğer bir şeye ya da şahsa kin besler ve onu nefretle anarsanız o zaman ona da Teberra derler. Öyleyse sakınmak ve kabullenmek, Teberra ve Tevella yani sevgi ve kinin kontrol noktalarıdır.

Dr. Hasan Abbasi

I. Bölümün Sonu

Çeviri: Ehlader

0
Would love your thoughts, please comment.x