6. Ders: Rahman ve Rahim Olan Allah
Geçen bölümde, besmelede Allah’ın Esma-i Hüsna’sından üç isim olduğunu belirttik. Önceden de işaret ettiğimiz gibi, “Allah” ismi için birtakım manalar zikredilmiştir. Rahman ve Rahim’in manasına gelince…
İnsan Allah’ı rahmaniyetiyle tanımalıdır. Surelerin ilk başında yer alan besmelelerde de daima er-Rahman diyoruz. Kur’ân’ın diğer bazı yerlerinde de bu mübarek isim zikredilmiştir. O hâlde ilkönce manasını öğrenelim, sonra da buna iman edelim.
er-Rahmani’r-Rahim’in kapsayıcı ve küllî bir manası vardır. Yani rahmet ve merhamet sahibi demektir. Sevgili ve merhametli, zayıfın elinden tutan, muhtaçların ihtiyacını gideren, kimsesizlerin imdadına yetişen ve muhtaçlara yardımcı olan… Birinin rahmeti her ne kadar fazla olursa, ihsan ve yardımı da fazla olur.
Allah-u Teâlâ’nın iki çeşit rahmeti vardır: Birisi, amme (genel) ve tekvinî rahmettir ki, Allah her varlığı yarattığında rahmetiyle yaratmakta ve onu rahmetine mazhar kılmaktadır. İkinci rahmeti ise, has ve özel rahmettir ki, sadece iman ehline aittir. Her kim ki, Allah’a ve ahirete inanır salih amellerde bulunursa, bu özel ve has rahmete nail olur.
“er-Rahim”, Allah’ın iman ehli için olan özel rahmetine işarettir. “er-Rahman” ise, tüm mevcudata şamil olan umumî rahmetine işarettir. “Rahmeti her şeyi kaplamıştır.” Küçük-büyük bütün varlıklar, Allah’ın rahmetinin mazharıdır. Her nereye bakarsan, hep rahmet görürsün. Her varlık neye muhtaç ise, ona onu ihsan etmiştir. Her varlık kendi kapasitesi oranında rahmetten nasibini almıştır. O’nun umumî ve kâmil rahmeti, bütün vücut âlemini kaplamıştır. Allah’ın rahmetini bir bir sayabilmek muhaldir. Nitekim Kur’ân’da da şöyle buyruluyor:
Yeryüzünde ne kadar ağaç varsa hepsi kalem, deniz de mürekkep olsa ve bundan sonra da yedi deniz daha mürekkep olup o denize katılsa, gene Allah’ın kelimeleri yazılıp tükenmez. Şüphe yok ki Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.[1]
Ama numune olarak yer ve gök âlemlerinden bir-iki misal zikretmek istiyorum. Allah’ın geniş rahmetinin şubelerinden biri, bilginlerin son zamanlarda keşfettikleri genel çekim ile itici ve merkezden kaçış kuvvesidir. Bunca küreler, milyonlarca güneş ve gezegenler, sahip oldukları onca azamet ve hızlı hareketlerine rağmen asla birbirine çarpmamakta ve her biri kendi yörüngesinde hareket etmektedir. Hepsi de kendi dairesinde yol almakta ve Allah’ın rahmaniyet rahmeti olan çekme ve itme kanunu üzere seyretmektedirler. Büyük bir cisimden kopan küçük bir parça, o merkezi olan büyük cisimden kaçmak istiyor. Ama o büyük cisim de onu kendisine çekmekte, cezp etmek istemektedir. Meselâ güneşten kopan yeryüzü küresi, bu ayrılış neticesinde merkezi olan güneşten kaçmak istiyor. Ama güneş de onu kendisine çekmek istiyor. Böylece yeryüzü güneşten kaçamamakta ve kendi yörüngesinde dönerek hareket etmektedir.
Yeryüzünden kopan ay küresi de, yeryüzü merkezinden kaçmak istiyor. Ama yeryüzü çekimi onu kendine cezp etmektedir. Şu anda ay dünyadan 350.000 km. uzaklıktadır. Bundan daha fazla kaçamamaktadır. Böylece mezkûr fasılada yer almış olup yeryüzünün etrafında dönmektedir.
Diğer küreler, güneş manzumesi “Wega” adındaki dev gezegen ve yakın bir zamanda keşfettikleri sair galaksiler bütün bunlar üç milyon güneş ve ayı bulmaktadır. Şimdi daha ilginç şeyler naklediyorlar. Allah’ın rahmanî rahmeti olan bu çekme ve itme gücü her yeri kaplamıştır. Eğer bu çekme ve itme gücü olmasaydı, hiçbir küre baki kalmaz, birbirine çarpar ve dağılırdı.
Ayrıca gezegenler arasındaki fasılalar da hayat şartlarını icat etmekte, yaşayışı garantilemektedir. Yeryüzü küresi güneşten 90 milyon mil uzaklıkta bulunmaktadır. Eğer bu fasıla az olsaydı, hayat vücuda gelmezdi. Varlıkların tümü yanardı. Veya ay küresinin fasılası az olsaydı, meselâ bu haddin yarısı olsaydı, gece-gündüz iki defa meddücezrin meydana geldiği denizlerde bu olay o kadar fazla olurdu ki, denizin fersahlarca uzağında bulunan bayındır yerlerden hiçbir eser kalmazdı. Güneş ve ayda öyle bir güç ve kuvvet vardır ki, denizlerin ağır suyunu toplamakta ve sonra da yaymaktadır. Eğer şu andaki fasıla birazcık daha az olsaydı, denizlerin etrafında hiçbir bayındır yer kalmazdı.
Bir de yeryüzünden misal verelim. Hangisini diyelim; denizdeki varlıkları mı sahrada olanları mı; uçanları mı sürüngenleri mi; bitkileri mi cemadatı mı, hangisini söyleyeyim?
Tantavî’nin yazdığına ve Dimyerî’nin “Hayatü’l-Hayavan” kitabında yer aldığına göre bir timsah türü vardır ki, bir şey yerken üst çene kemiği hareket etmektedir. Yani diğer bütün hayvanların aksine. Bu timsah bir şey yedikten sonra ağzında birtakım kurtçuklar meydana gelmektedir. Bu durumda yaşamı zorlaşmakta ve çok rahatsız olmaktadır. İşte o anda Hakk’ın rahmanî rahmeti imdadına yetişmektedir. Bir kuş vardır ki (mezkûr kitaplarda adını da yazmışlardır) yaratılış ve tekvin hasebiyle timsahın ağzındaki bu kurtçukları yemektedir. Bu timsah ağzındaki kurtçuklardan rahatsız olunca ağzını açmakta, bu kuş da gelerek timsahın ağzındaki bu kurtçukları bir bir yemektedir. Timsah bu kuşu yemeye cüret etmemektedir. Sebebi ise şudur ki, Allah-u Teâlâ bu kuşun kanadında bir kesicilik özelliği yaratmıştır. Eğer timsah onu yutacak olursa, bu kanatları bir jilet gibi timsahın karnını yarabilme gücüne sahiptir. Bu yüzden de onu yutmaya cüret edememektedir.
Bu mevcudatın ihtiyacı ve ihtiyacın giderilmesi arasındaki rabıtaya bir bakınız. Allah-u Teâlâ tüm mevcudatı bu esas üzere idare etmektedir. Bir de kendimize ve nankörlüğümüze bakalım.
Allah’ın rahmanî rahmeti sadece mümine ait değildir. Mümin olsun veya kâfir, şükreden olsun yahut nankör, her varlık bu cihette müsavidir.
Allah sana ne yapmış? Hangi ihtiyacını karşılamamış? Ana karnında tekvinen muhtaç olduğun her şeyi hâl diliyle
Allah’tan istedin ve O da sana ihsan etti.
Rahmanî rahmetiyle ilgili olan yaratılış sisteminin dikkat çekici bazı zarif yönlerini arz etmek istiyorum. İnsan ve hayvan için nefes almak, altı zarurî şeyden biridir. Eğer birisi nefes almazsa ölür. Nefes borularından akciğerlere hava gitmesi gerekir. Sonra da kanın tasfiye olması ve yeniden dışarı çıkması gerekir.
Bunun insan için zarurî bir şey olduğu malumdur. Öte yandan insan yemek yemeden de edemez. Yemek de çiğnemeyi gerektirir. Bu yüzden, yiyeceğin bir müddet ağızda kalması gerekir. Ağzıyla hem nefes almak, hem de yiyeceği çiğnemek zorundadır. Bu şartlarda eğer nefes almak sadece ağza münhasır olsaydı, insanın az bir arayla yiyeceği ağzından çıkarıp nefes alması ve yeniden lokmayı ağzına koyması gerekirdi. Ama bu ihtiyacın giderilmesi için insana iki burun deliği ihsan edilmiştir ki, artık lokmayı ağzından çıkarmasına gerek kalmamıştır. Bazen insan soğuk alarak nezle olmakta ve burnu tıkanmaktadır. Bu yüzden iki burun deliği öngörülmüştür ki birisi tıkanınca diğeri açık kalsın ve ihtiyacını gidersin.
Yemekten başka, meselâ yatarken de eğer insanın burun delikleri olmasaydı, oldukça zorluğa duçar olurdu. İnsan boğulmamak için ağzına bir şey koyup ağzını açık tutmak zorunda kalırdı. Zira ancak bu yolla nefes alarak boğulmaktan kurtulabilirdi.
İnsanın ihtiyaçları nasıl da güzel giderilmiştir! Ama bizler çok gafiliz. Hayvanî hayata dalmışız. Yaratılış düzeni üzerinde tefekkür etmeye, Hakk’ın rahmet ve kudretini tanımaya çalışmıyoruz.
Başka bir nükte daha arz edeyim. Yemek yerken bu hakikatleri hatırlayın ve Allah’a hamdedin. Ağzınıza her lokmayı aldığınızda, “bismillah” deyin ve lokmayı yuttuktan sonra da “elhamdülillah”. Karın şehveti sizleri şaşırtmasın. Boğazınızda iki boru vardır. Birisi yemek borusudur; diğeri ise nefes borusu… Bu iki boru birbirinin zıddıdır. Yani yemek borusu mideye bağlıdır. Nefes borusu ise akciğerlere… İki muhtelif sistemdir. Allah korusun küçük bir lokma dahi nefes borusuna girecek olursa, insan boğulur. Mide yerine akciğere giden bir küçük lokma insanın ölümüne sebep olur.
İlginç olanı da şudur ki, bu iki yol arasındaki fasıla ipince bir zardan ibarettir. Bu iki boru birbirine yapışık hâldedir. Bu ne kudrettir ve rahmanî rahmet ne kadar da aşikârdır! Akciğer yolunun önünden ve arkasından mideye yol gitmektedir. İnsanın yuttuğu her lokma ilkönce akciğer borusunun üzerinden geçmekte ve oradan da mideye gitmektedir. Allah-u Teâlâ ne de güzel yaratmış! Küçükdil adı verilen küçük bir et parçası da yaratmış ki, insan lokmayı yutarken nefes borusunun ağzını kapatsın ve böylece lokmanın nefes borusuna kaçmasını önlemesin. Bir ömür sonunda da hâlâ tekvin diliyle Allah’tan nasıl ihtiyaçlarımızı istediğimizi ve böylece de Allah’ın bizlere bunları inayet ettiğini anlayabilmiş değiliz.
Yok idik biz, yoktu isteğimiz de
Hakk’ın lütfü, duyardı demediğimizi de…
Akciğer borusunun üzerine gerilen ve yiyeceğin sızmasını önleyen şu zara bakın! İnsan bazen acele ettiğinde yiyecek parçaları akciğere sızmaya çalışmakta, ama öksürükle dışarı atılmaktadır.
Bütün bunlar insanın ibret alması, anlaması, şakir olması/nimet sahibine şükretmesi içindir. Bu kadar da nankör olmamak gerek. Sizlere nankörlük hakkında da ibret verici bir öykü nakledeyim.
İsfahan’ın hayırseverlerinden biri, Allâme Meclisî’ye büyük bir ilgi duyuyordu. Bir gün cemaat namazından sonra Allâme’nin huzuruna vararak ona şöyle dedi: “Büyük bir belaya duçar oldum. Bana bir yol bulun. Sokağımızın kabadayısı bu akşam bazı dostlarıyla bize gelmek istediğini bildirmiş bulunuyor. Geldiklerinde çalgı aletlerini de getirip bizleri rahatsız etmek istiyorlar.”
Merhum Meclisî, “Bu akşam ben de şahsen geleceğim.” dedi. Meclisî, mescit yolundan ve misafirler gelmeden önce söz konusu eve gitti. Aniden kabadayı ve arkadaşları da eve girdiler. İsfahan Şeyhü’l-İslâm’ı Merhum Meclisî’yi görünce, çalgı aletlerini sakladılar ve edepli bir şekilde Meclisî’nin huzurunda oturdular.
Ama kabadayı olan şahıs, ev sahibinden çok rahatsız oldu. Zira Meclisî onların keyfini kaçırmış, yapacaklarına engel olmuştu. Kabadayı olan şahıs şöyle söze başladı: “Sayın Meclisî, biz külhanbeylerinin birtakım güzel sıfatları da vardır. Bu yüzden ilim ehlinden geri kalır bir yanımız yoktur.” Meclisî, “Ben sizin iyilikleriniz hakkında hiçbir şey bilmiyorum.” dedi.
Külhanbeyi dedi ki: “Sayın Şeyhü’l-İslâm, bizimle hiç muaşerette bulunmuyorsunuz ki bizim ne gibi iyi sıfatlarımız olduğunu bilesiniz. Meselâ biz çok kadirşinas ve iyilikleri unutmayan kimseleriz. Külhanbeyi, birinin bir lokmasını dahi yiyecek olsa, ömrünün sonuna kadar unutmaz. Kendisine o lokmayı verene asla hıyanet etmez.”
Gerçekten de külhanbeylerinin çoğu böyledir. Doğruluk ve yardım ehli kimselerdir.
Allâme Meclisî şöyle buyurdu: “Sizin bu sözünüzü kabul edemem. Kaç yaşındasınız?” “Meselâ kırk yaşındayız.” dediklerinde, Meclisî şöyle dedi: “O hâlde neden tam kırk yıldır Allah’ın nimetlerinden yiyor, istifade ediyorsunuz da yine de masiyet ediyor, günah işliyorsunuz! Sizler nankörsünüz…”
Bu sözüyle külhanbeyinin kalbini yaktı ve onu oldukça etkiledi. Ama gerçekten de bu külhanbeylerinin bir yemini şu bencil muhafazakârların yüzlercesine değer. Ona, “Hacı Efendi sen niye böyle yapıyorsun?” diyebilir misin? Gurur ve kibirden Allah’a sığınırım. Ayet-i şerifede şöyle buyruluyor:
Ona, “Allah’tan kork, sakın.” dendi mi suçla, günahla ululanmaya girişir.[2]
“Sen kimsin ki, bana bu lafları ediyorsun?” der. Böyle kimselerin yeri cehennemdir. Zira mağrurdur. Allah, mağrur kulları istemiyor. Burada tevazu, acziyet ve alçakgönüllülükten başka hiçbir şeyin faydası yoktur. Şeytan küçük bir tekebbür sebebiyle ne hâle geldi? “Ben Âdem’den daha iyiyim.[3] O hâlde niye ona secde edeyim?” der demez başına vurdular, horluk ve zillet içinde onu kovdular.[4]
“Niçin riyakârlık ediyorsun? Niçin su-i zanda bulunuyorsun?” denince bak neler yapıyor! “Ben kırk yıldır şöyleyim böyleyim; şunları biliyorum, bunları yapıyorum…” diyerek ortalığı velveleye verecektir. Ama külhanbeyi böyle değildi. Merhum Meclisî ona, “Sen nankörsün, Allah’a itaat etmiyorsun, günahkârsın.” deyince, külhanbeyi hiçbir şey demedi. Öylece susup kaldı. Ne desin ki? Zira Meclisî’nin doğru söylediğini görüyordu. Meclisî de artık hiçbir şey demedi.
Külhanbeyi de derin bir düşünceye dalmıştı. Gerçekten de nankör idi. Ama yanlışlık etmişti, bilmiyordu. Allah’a nankörlük ettiğinin farkında değildi. Zira Allah onu nimetlere boğmuş ve aç, çıplak ve susuz bir hâldeyken tüm ihtiyaçlarını gidermiş, ihsanda bulunmuştu.
Toplantı, sona erdi. Herkes evine gitti. Sabah namazından sonra, Meclisî kapının çalındığını duydu. Kapıyı açınca külhanbeyinin olduğunu gördü. “Hüccetü’l-İslâm Meclisî, ben tövbe edecek olursam, Allah bağışlar mı beni?” diye sordu. Meclisî şöyle buyurdu:
Allah Kerim ve Gafur’dur. Her ne kadar da günahkâr olsa, kul O’na yönelince onu bağışlar. Zira senin günahın O’nun saltanatına hiçbir zarar vermemektedir. Sen kendini suçlu, nankör ve kötü bil, inatçı kabul et. Kendini baştanbaşa ayıp ve kusurlarla dolu gör. Her ne kadar mütevazı ve alçakgönüllü olursan, o kadar da rahmete yakın olursun. Ne kadar başını önüne eğersen, o kadar aziz olursun. Kendini her ne kadar fakir görürsen, o kadar zengin olursun.
Allah’ın rahmaniyet rahmeti ilginç bir düzendir. Ey rahmeti geniş Allah’ım, tüm varlıklar senin rahmetine boğulmuş bulunuyor.
Ey varlık âleminin her zerresine “er-Rahman” diye ismi yazılı Allah! Hepsi seni övmekte, seni nitelemektedir. Eğer rahimiyet rahmetinle suçlarımı, nankörlüklerimi, küfran-ı nimetlerimi ve körlüklerimi bağışlarsan ne olur?
Nimetleri görmeyen kimse kördür. Hakk’a şükretmeyen dilsizdir.
Ya Rabbi, bütün kötülüklerime rağmen, senin kapına geldim. Allah’ım, yalnızca sana geldim…
[1]- Lokman/27
[2]- Bakara/206
[3]- A’râf/12
[4]- A’râf/13
Not:Ayetullah Hüseyin Destgayb(r.a.)’ın ”Ramazan Ayı Dersleri (Fatiha Suresi’nin Tefsiri)” kitabından alıntıdır.
islamivahdet.com