Bu hareketlerin nihai hedefi, Direniş Cephesinin büyük bir basamağını ve İkinci Dünya Savaşı’nın galibi emperyalist güçler tarafından dayatılan politik mimariden bağımsızlığın modeli İran İslam Cumhuriyeti’ni zayıflatmak ve çökertmekti.

Zafar Bangash

crescent.icit-digital.org

Emperyalist ve Siyonistler (son günlerde bunlara Hindu Naziler ve Vehhabi gericiler de eklendi) geçtiğimiz son yüzyılın çoğunda dünyanın başına bela kesildiler. Habis planlarını cazip dilleriyle sunan bu güçlerin yöntemleriyse ürkünç derecede vahşidir.

Emperyalistler, hükümetlerinin sorun yarattığı ya da teslim olmadığını düşündükleri ülkelerdeki meşum gündemlerini ilerletmek için bir dizi araç kullanırlar. Geçmişte kullanılmış bazı metotları şu şekilde sıralanabilir:

1. CIA / M16 tarafından tasarlanmış, emperyalist-Siyonist taleplere boyun eğmeyen liderlerin suikasta uğratılmasını da içeren askeri darbeler;

2. Hedeflenen ülkenin doğrudan askeri işgali (genellikle karşılık veremeyecek ve galip gelemeyecek küçük ülkelerde);

3. Ülkenin ekonomik gücünü kırpmak için yaptırımların kullanılması

4. Ve özellikle son dönemlerde terörist vekil güçlerin yaratılması, silahlandırılıp desteklenmesi.

Geçmişte emperyalistlerin tercih ettikleri operasyon biçimi “sorun yaratan” yabancı lider karşısında sonu hep suikastla biten askeri darbeler örgütlemekti (Başbakan Liyakat Ali Han, Pakistan, 1951; Başkan Jacobo Arbenz, Guatemala, 1954; Başkan Ngho Dinh Diem, Güney Vietnam, 1963; Başkan Salvador Allende, Şili, 1973). Önderin öldürülmemesi durumunda bile (Muhammed Musaddık, İran, 1953; Başkan Sukarno, Endonezya, 1966) emperyalistlerin politik, ekonomik ve stratejik çıkarlarına hizmet amacıyla ülke doğrudan ya da dolaylı biçimde ordu tarafından ele geçirilip kontrol edilmiştir. Post-kolonyal dönemdeki bağımsız ülkelerin çoğundaki sivil kurumların -ordunun aksine- istikrarsız ve güçsüz olmaları yüzünden, emperyalist ülkeler -ABD, Britanya, Fransa vs.- bu ülkelerdeki ordularla her zaman yakın ilişki içerisinde olmuş ve onlar aracılığıyla faaliyet yürütmüşlerdir.

Bazı örneklerde doğrudan askeri eyleme de başvurulmuştur. 1960’lardaki Vietnam ve son dönemlerdeki Afganistan, Irak ve Libya bu türden müdahalelere örnektir (emperyalistler ve müttefikleri halen Afganistan’da olmakla birlikte direnişi bastırmakta başarısız olmuşlardır). Irak, Libya ve Suriye’deki acı tecrübelerinden sonra emperyalistler ve müttefikleri taktik değiştirdiler. Artık tekfirci terörist gruplar gibi vekil güçler yaratmak suretiyle Müslümanları kendi iç problemleriyle meşgul ettirme yoluna başvuruyorlar. Bu tekfirciler ABD’nin 1970’lerde Guatemala, El Salvador ve diğer Latin Amerika ülkelerinin başına bela ettiği ölüm mangalarının İslam dünyasındaki muadilleridir, fakat dini bir çarpıtma ile.

Tekfircilerin yaratılıp desteklenmesi iki amaca hizmet etmiştir. İlk olarak emperyalist güçlere safdil kamuoylarını kendi varlıklarını tehdit eden bir “dış tehdidin” mevcudiyetine ve bununla yüzleşmek için askeri eylemin gerekli olduğuna ikna etmek (onlarla burada savaşmadan önce orada savaşmalı) için bahane yaratmıştır. İkinci olarak da bu türden grupların icadı Müslümanları mezhebi hatlar üzerinden bölerek İslam toplumlarını zayıflatmaktadır.

Geçmişte, farklı düşünce ekollerine mensup Müslümanlar, İslam’ı anlamadaki farklı yorumlara sahip olmaları nedeniyle büyük problemler yaşamıyordu. Bugün bunların savaşlara ve ölümlere yol açacak tartışmalı meselelere dönüşmelerinin sebebi sadece onları destekleyen güçleri göz önüne almamız durumunda anlaşılabilir.

1997 yılında ABD’de, Siyonist Yahudiler ve Hıristiyan fundamentalistlerden oluşan bir grup neo-con “Yeni Amerikan Yüzyılı için Proje” (PNAC) başlıklı bir manifesto yayımladılar. Bu metin çok geniş kapsamlıydı ve sonuç bildirisi de pişkinlik derecesinde yüzsüzdü. Belge, ABD için temel hedefi “rekabetçi yeni büyük güçlerin ortaya çıkışına engellemek” şeklinde ortaya koyan bir gündem belirlemiş ve “Amerikan silahlı kuvvetleri için 4 temel misyon oluşturma” çağrısı yapmıştı. Bunlar şu şekilde tanımlanıyordu:

1. Amerikan anayurdunu savunmak,

2. Aynı anda birden fazla büyük savaşa katılabilmek ve tartışmasız galibiyet elde etmek,

3. Kritik bölgelerde “jandarma” görevi üslenmek,

4. Amerikan güçlerini devrimleri askeri açıdan kendi lehine çevirebilecek şekle döndürmek.

Bu temel misyonlara ABD ordusu için “yeterli gücün ve uygun bütçenin ayrılması” ile ulaşılabilirdi ancak.

Hiçbir belirsizlik bırakmamak ya da yanlış anlaşılmalara yol açmamak için neo-conlar misyonlarının hedefini de telaffuz etmişlerdi. Bu “Avrupa, Doğu Asya ve Ortadoğu’nun kilit bölgelerini savunmak ve Amerikan üstünlüğünü korumak” idi.

Bu belgede bahsi geçen bölgeler -Ukrayna’dan Güneydoğu Asya ve Müslüman Doğu’ya dek-  1997 tarihinden itibaren büyük kargaşalar tecrübe ettiler. Bu makalenin amacı nedeniyle tartışmamızı Müslüman Doğu ile sınırlandıracağız.

Neo-conlar meşum gündemlerini gerçekleştirmek için Amerikan anayurduna yapılacak “Pearl-Harbor türünden” -savaş yorgunu Amerikalıları bitimsiz savaşlara ikna etmek amacıyla- bir saldırıdan da söz etmişlerdi. 11 Eylül saldırıları ile bu gerçekleşti. 11 Eylül’ün resmi versiyonu geniş ölçüde gözden düşmüşse de biz kendimizi küçük ayrıntılarıyla ve Amerikan müesses nizamında kimin ne zaman ne bildiğiyle meşgul etmeyeceğiz. Amacımız açısından önemli olan şey bu saldırıların neo-conların sonu gelmeyecek savaşlar başlatma gündemleri için kullanılmış olmasıdır.

Neo-conlar George W. Bush rejimindeki önemli pozisyonlara çoktan yerleşmişlerdi bile. Bu figürlerin bazılarının isimlerini vermek gerekirse: Dick Cheney (Başkan Yardımcısı), Donald Rumsfeld (Savunma Bakanı), Paul Wolfowitz (Savunma Bakanı Müşteşarı), Richard Perle (Savunma Politikası Kurulu Başkanı), William Kristol (sağkanat Siyonist dergi Weekly Standart’ın editörü) ve pek çok diğer Siyonist neo-con.

11 Eylül saldırılarından yaklaşık bir hafta sonra Wesley Clark (dört yıldızlı emekli Amerikalı general ve NATO güçlerinin 1999 yılındaki komutanı) üst düzey yetkililerle görüşmek için Pentagon’a gittiğini ifşa etmişti. Clark, Rumsfeld ve Wolfowitz ile görüştükten sonra “Genelkurmayda benim için çalışan bazılarına bir merhaba demek için aşağı kata indim ve generallerden biri beni içeri çağırdı” diyor.

Clark’ın anlattığına göre general ona “Kararı aldık, Irak ile doğrudan savaşa gireceğiz” demiş. Saddam Hüseyin’in el-Kaide ile ilişkisi olduğu yönünde bir bilgiye ulaşıp ulaşmadıklarını sorduğunda Clark’a bu konuda yeni malumatları olmadığı cevabını vermiş. General, Clark’a “Sadece Irak ile savaşma kararı aldıklarını” söylemiş ve eklemiş: “Tahminimce teröristler hakkında ne yapacağımız bilmiyoruz, fakat iyi bir ordumuz var ve hükümetleri devirebiliriz.” Ardından da “Eğer elinizdeki tek alet çekiçse her problem bir çivi gibi gözükmek zorunda” diyor.

Clark sonra da Pentagon’da görüştüğü bu generale göre ABD’nin beş yılda devireceği yedi ülkeyi sıralıyor: “Irak, sonra Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan ve İran ile bitireceğiz.”

11 Eylül sonrasında Müslüman Doğu’da gerçekleşen hadiseler neo-con gündemin uygulandığını gösteriyor. Saddam Hüseyin’in Baasçı rejimi devrildi (2003) ve ardından diktatör asıldı (Aralık 2006). Bu hak ettiği bir kaderdi fakat Irak toplumu da paramparça oldu. Mezhepçiliğin konu olmadığı ülke birden çok yoğun mezhepçi şiddetin en ciddi sorun olduğu yere dönüştü. Irak’ta 2004 yılında kendisine el-Kaide diyen örgüt, görünüşte Amerikan işgali karşısında savaşmak ama gerçekte -tıpkı 2001 Ekim’indeki Amerikan işgalinden önce Afganistan’da faaliyet yürüten orijinal el-Kaide gibi- Amerikan gündemini ilerletmek için zuhur etti.

Pek çok Müslüman saf bir şekilde Üsame bin Ladin’in Amerikalılarla savaştığına inanıyor. Bu Sovyet güçlerinin Afganistan’dan çekilmesinden sonrası için doğru olabilir (ki bu bile şüphelidir), fakat bu tarihten önce o Amerikalılarla çalışıyordu. Mesela 1989 Aralık’ında Üsame bir CIA uçağıyla Afganistan’dan Pakistan’a taşınmış ve Pakistanlı politikacı İmran Han İslamabad’daki Amerikan elçiliğinde kendisiyle görüşmüştü.

Afganistan ve Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinden bu yana (2001 ve 2003) Pentagon listesindeki diğer ülkelerde de büyük kaos yaşandı: Somali, Sudan, Libya, sınırlı ölçüde Lübnan ve Suriye. Doğru, emperyalistler ve Siyonistler meşum hedeflerine tam olarak varamadılar fakat bu denemedikleri için değildi.

Beşar Esad hükümetini düşürme amacıyla Suriye’yi hedefleme nedenleri Siyonist İsrail karşısındaki Direniş Cephesi ile ilintilidir. Hizbullah ve aynı zamanda Filistinlilere yardım Suriye yoluyla gönderilebilmektedir.

Eğer Suriye denklemden dışarı çıkarılabilseydi Direniş Cephesi ciddi bir şekilde zayıflatılmış olacaktı. Dolayısıyla Esad’ı devirmeye ve Suriye’yi harap etmeye bu denli çaba gösterilip yatırım yapılmasının sebebi çok şaşırtıcı değildir.

Emperyalistler, Siyonistler ve onların Arap müttefikleri hedeflerine ulaşmada, Suriye’nin yıkımında kısmen başarılı oldular. Bu hareketlerin nihai hedefi,  Direniş Cephesinin büyük bir basamağını ve İkinci Dünya Savaşı’nın galibi emperyalist güçler tarafından dayatılan politik mimariden bağımsızlığın modeli İran İslam Cumhuriyeti’ni zayıflatmak ve çökertmekti. İslam Devrimi dünyadaki tüm ezilen halklara kendi ayakları üzerinde durma ve küresel zorbalara, emperyalist ve Siyonistlere teslim olmama örneği sunuyor. Kendine güvene ve öz saygıya dayalı bu bağımsızlık örneği ve istikamettir emperyalist ve Siyonistlerin ortadan kaldırmak istediği. Zira İslam Devrimi’nin süregelen varlığı ve giderek artan gücü onların sömürgeci politikalarına son verecek güçtür.

Pek çok Müslüman Batının tekelci şirket medyasının yalan ve çarpıtmalarını kınamasına rağmen yine de çoğu, Batının propagandasına, özellikle de Suriye konusunda naifçe aldanmıştır. Esad herkesin en ideal lideri olmayabilir fakat Suriye halkını bekleyen alternatif o derece tüyler ürperticidir ki şu ana dek onun yanından ayrılmamayı tercih etmektedirler. Maalesef bazı Müslümanlar da Bedevilerce yönetilen Suudi Arabistan gibi -ki artık Siyonist İsrail’in açık bir müttefiki olmuştur- belirli ülkelerin mezhepçi propagandalarının kurbanı olmuştur.

Bizler emperyalistlerin bu amaçları için niçin tekfirci grupları seçtiklerini de sormalıyız kendimize. Ulusçuluk, sosyalizm, Baasçılık, Berbericilik ve diğer “izm”lerin acı meyvelerini tadan Müslümanlar, problemlerinin çözümünün yabancı ideolojilerde değil de İslam’ın öğretilerine dönmekte yattığını anladılar. Müslümanlar ülkelerinden ayrılan kolonyalist güçlerin bağışladığı aldatıcı bağımsızlığa tanık oldular. Bu vahşi bir aldatmaydı. Sadece İslam Devrimi gerçek bağımsızlığı sunuyor ve onun bu örnekliği tüm dünyadaki grup ve halklara, özellikle Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas ve İslami Cihad’a ve Güney Amerika’ya ilham veriyor. İşin doğrusu İslam Devrimi’nden önce Filistin mücadelesi milliyetçi kalıba saplanıp kalmıştı. Siyonistlere bir tehdit oluşturmuyordu, Filistin halkı ve davasına zarar verir hale gelmişti. 1987’de İslami Cihad ve Hamas sahneye çıktığında bu durum Filistin’de Birinci İntifadaya yol açtı ve Filistin mücadelesi kendi doğal İslami şekline kavuştu. Filistin’deki İslami Direniş o günden bu yana Siyonist işgalciler karşısında dikkate değer başarılar elde etmiştir.

Emperyalist ve Siyonistler sadece Direniş Cephesinden korkuyorlar ve bu nedenle de onu yok etmek istiyorlar. Bununla birlikte, bölgedeki gelişmeler Direniş Cephesinin giderek güçlendiğini ve İslam düşmanlarının komplolarının ifşa edilerek yenilgiye uğratıldığını gösteriyor. “Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmran, 54)

www.medyasafak.net

0
Would love your thoughts, please comment.x