Erbakan Hoca’ya vefatının 9. yılında Allah’tan rahmet diliyoruz.

Milli Görüş hareketinin kurucu lideri ve Türkiye siyasetinin hocası merhum başbakanlardan Necmettin Erbakan’ın vefatının üzerinden 9 yıl geçti. “Yaşanabilir bir Türkiye”, “Yeniden büyük Türkiye” ve “Yeni bir dünya” idealleriyle Türk siyasetine yeni bir anlayış getiren Erbakan, siyasi hayatı boyunca adil bir dünyanın kurulacağına inanarak çalıştı.

Dünya gündemi ile Türk siyasal hayatına, sağ ve sol çizginin dışında “Milli Görüş” kavramını taşıyarak İslam dünyasında siyasi bir uyanışa vesile olan Erbakan, hak ve adalete inanan tüm Müslümanların birleşmesi gerektiğini savundu.

Kendi Dilinden Necmettin Erbakan’ın Hayatı

29 Ekim 1926 tarihinde Sinop’ta doğdum. Babam Adana’da hüküm sürmüş Kozanoğlu sülalesinden Mehmet Sabri Erbakan’dır. Annem Sinop’un tanınmış ailelerinden birinin kızı olan Kamer Hanım’dır.

Ağır Ceza Reisi olan babam, memleketin birçok yerinde görev yaptığı için çocukluğumuz muhtelif şehirlerde geçti. İlkokula Kayseri Cumhuriyet İlkokulunda başladım. Babam Trabzon’a tayin olduğundan ilkokulu burada tamamladım. 1937 yılında girdiğim İstanbul Erkek Lisesini 1943 yılında bitirdim.

Lise tahsilimden sonra, İstanbul Teknik Üniversitesine girdim. Bizim dönemimizde lise birincilerinin sınavsız girme hakkı olmasına rağmen sınava girmeyi tercih ettim. Sınav sonucunda, doğrudan ikinci sınıftan başlatıldım. 1948 yılı yaz döneminde mezun olur olmaz, aynı üniversitenin Makine Fakültesi Motorlar Kürsüsünde asistan olarak göreve başladım.

1951 yılında üniversite tarafından Almanya’daki Aachen Teknik Üniversitesine ilmî araştırmalar yapmak üzere gönderildim. Alman Ordusu için araştırma yapan DVL Araştırma Merkezinde Profesör Schmidt ile birlikte çalıştık. Bir buçuk yıllık bu çalışma sürecinde bir tanesi doktora tezi olmak üzere üç tez hazırladık. Alman üniversitelerinde geçerli olan doktor unvanını burada aldık.

Bu tezler Alman Ekonomi Bakanlığının dikkatini çekince, bizden motorların daha az yakıt yakmaları konusunda bir rapor hazırlamamız istendi. Bu arada da “Dizel Motorlarda Püskürtülen Yakıtın Nasıl Tutuştuğunun Matematiksel İzahı” konulu doçentlik tezimizi hazırladık. Tezin bilim dergilerinde yayımlanması üzerine o tarihte Almanya’nın en büyük motor fabrikası olan Deutz Motor fabrikalarının umum müdürü Prof. Dr. Flats tarafından Leopard tanklarının motorlarıyla ilgili araştırmalar yapmak üzere bu fabrikaya davet edildik. Bizim doktora tezimizdeki çalışma konularıyla ilgili olduğu için orada bize araştırma başmühendisliği teklif ettiler. Leopard tank motorları inkişaf bakımından teknik problemleri çok güç olan sorunlu bir motor idi. Çünkü II. Dünya Savaşı sırasında Rusya’da savaşırken Almanların bu tanklarının yakıtları donmuş ve çalışmamıştı. Leopardların en zor hava şartlarında, donmadan çalışabilmesi için ateşleme sisteminin yeniden düzenlenmesine büyük önem veriyorlardı. Biz bu çalışmaları yürüttük. Aynı dönemde, Alman Ekonomi Bakanlığının, Ruhr sahasındaki fabrikalar üzerinde araştırma yapmak için görevlendirilen heyete katılmam istendi. Almanya ikinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmıştı. Neredeyse ayakta tek bir bina bile yoktu. Almanya’da kaldığım bu süre içinde, Almanya’daki ağır sanayi hamlelerini ve faaliyetlerini bizzat yerinde görme imkânı bulduk. Bütün bu çalışmalar, Almanya-Ruhr sahasında gördüğüm fabrikalar, Türkiye’de de ağır sanayi hamlesi başlatılması fikrinin bizdeki ilk kıvılcımları oldu. Yerli bir motor sanayisi kurmanın ve tamamen yerli olan fabrikalara sahip olmanın, Türkiye gibi yoksulluktan yeni çıkmaya çalışan bir ülke için ne kadar önemli ve gerekli olduğunu anladım. “Millî Ağır Sanayi” fikri o günden sonra, Millî Görüş Davası’nın en önemli hedeflerinden biri olarak hayatımızda yer aldı.

Almanya’daki çalışmalarımız sırasında bizi etkileyen ve üzen bir olay da şudur: Biz o fabrikalarda bir yandan çalışıp bir yandan araştırmalar yaparken, Türkiye Zirai Donatım Kurumunun Alman fabrikalarına verdiği motor siparişlerini gördük. Bu görüntü, bizim Türkiye’de bir Millî Motor Sanayii kurma kararlılığımızı iyice pekiştirdi. Bunları bizim milletimiz, tamamen kendi imkânlarıyla yapabilirdi. Türkiye’nin ilk millî sanayi örneği olan, Gümüş Motor Fabrikasını, memleketini ve milletini seven 200 ortakla kurmamızın temelinde de işte o görüntü yatar.

Elbette sanayileşme davası kolay bir mücadele olmadı. Gümüş Motor Fabrikası kurulurken ülkede önemli hadiseler yaşandı. Fabrikanın kurulmaya başlamasının ardından, iki büyük devalüasyon oldu. 2 lira 80 kuruş olan 1 ABD dolan, 9 lira 20 kuruşa yükseldi. 6 milyon lira ile kurmayı planladığımız fabrikanın maliyeti 25 milyon liraya çıktı.

Fabrikanın arkasında bir banka, bir finans kaynağı olmadığı için aradaki mali farkın sağlanması o yılların şartlarından dolayı bin bir çeşit müşkülat oluşturdu. Ama bu zorlukları fabrikada çalışan insanlar, gece yarılarına kadar çalışarak, bazen hiç aylık almayarak kendi gayretleri ve fedakârlıklarıyla aştılar.

Gümüş Motor’un ilk prototipi yapılıp test için ilgili makamlara götürüldüğünde bir engel çıktı. Neymiş; Avrupa standartlarına göre 5.6 litre olması gereken yakıt, bizim motorda 5.7 litre çıkmış. Bunun için onay veremeyeceklerini söylediler. Geri dönüp tekrar çalışmaya başladık. Gümüş Motor’u, Avrupa standartlarının dahi altında, saatte 5.5 litre motorin harcar hâle getirdik. Yine standartlara uygun olmadığı gerekçesiyle reddedildi! Tabii ki mesele aslında standart meselesi değildi. Mesele, Türkiye’nin şeftali yerine, motor üretmek istemesiydi.

Gümüş Motor, yöneticilerin, ortakların ve çalışanların gayretleriyle bütün engelleri aşarak, Mart 1960’ta seri üretim yapmaya başladı. Ama bu sefer de damping engeli çıktı. İthalatçı firmalar, 10 bin liraya sattıkları motorları 5 bin liraya düşürdüler. Gümüş Motor, bu engeli aşmak için büyük bir riski göze aldı ve fiyatı daha da aşağıya çekti. Bu sefer onlar da daha önce 10 bin liraya sattıkları motoru 2 bin liralara kadar düşürdüler. Amaç belliydi: Gümüş Motor’u iflasa sürüklemek.

Montajcı zihniyet, Gümüş Motor’dan, Türkiye’nin yerli ve millî bir motor üretmesinden rahatsız olmuştu. İthalatçı firmaların hemen tamamı da azınlıklara mensup mümessillerdi.

Gümüş Motor, bu milletin sanayileşme davasında gerçekten çok mühim bir hamledir. Düşünün ki 1956 yılında bir fabrika kurulmuş, bu fabrika yerli motor imal etmiş. Daha da önemlisi bu milletin her türlü sanayiyi başarabileceği inancını ortaya koymuş. İşte asıl büyük kaynak ve hamle budur. Çünkü aynı yıllarda düzenlenen Otomobil Kongresi’nde, “Biz, şeftaliden başka bir şey üretemeyiz!” diyenler vardı. Ama biz o kongrede kürsüye çıkıp, “İşte motor üretildi.” diye gösterince, hepsinin sesi kesildi.

Bu ilk sanayileşme mücadelemizde, elbette Rahmetli Mehmet Zahid Kotku Hocamızın nasihat ve tavsiyelerini unutmamız mümkün değildir. Kendileri, ülkemizde ilk yerli motorun üretilmesi için çok büyük bir teşvikte bulunmuştur. Hocaefendi, sohbetlerinde sürekli millî sanayinin kurulmasının öneminden bahsederdi. Dergâhın önündeki otomobilleri göstererek, “Keşke, dış ülkelerden getirilen bu otomobillerin yerine, imalat fabrikaları kurabilsek, aç susuz ülke insanımıza iş imkânı sağlayabilsek…” derdi.

Türkiye’nin ekonomik olarak Batı’ya bağımlılığının kültürel bağımlılığı da beraberinde getireceğini söylerdi. Şuurlu Müslümanların, kalkınma için birleşmelerini, güçlerini bir araya getirmelerini tavsiye ederdi. Ülkemizin, ancak mevki ve makam düşkünü olmayan insanların yönetime gelmesiyle kalkındırılabileceğini vurgulardı. Bu teşvik ve sohbetlerin bizim üzerimizde büyük tesirleri olmuştur. Cenabı Allah kendilerinden razı olsun.

Neticede her türlü engeli aşarak üretime başlayan Gümüş Motor’u, 1960 yılı başlarında dönemin Başbakanı Rahmetli Adnan Menderes, ziyarete geldi.

Merhum Menderes’in fabrikayı gezdiği gün, ülkemizde ilk kez yerli motor imal edilmesinden duyduğu heyecanı unutmam mümkün değildir. Kendileri, fabrikanın ihtiyacı olan ve sürüncemede kalan 1 milyon 300 bin dolarlık döviz tahsis işini de aynı gün çözmüştü.

Merhum Menderes’in o gün söylediği; “Ben bir çiftçiyim. Benzer motorlardan kendim kullandım. Şimdi bu motorların Türkiye’de yapılmasının ne kadar büyük bir adım olduğunu çok iyi biliyorum. Ülkemizde bunların yapılabileceğini görmek, beni son derece memnun etmiştir.” sözleri hâlâ kulaklarımdadır.

Biz memleketini, vatanını seven insanlarla millî motor mücadelesini verirken, aynı yıllarda Amerikan Marshall Fonu’ndan gelen yardım paralarıyla makine, gemi, tayyare, traktör, otobüs, kamyon gibi motorlu vasıtalar ithal edilmesi ilginç bir tezat idi. Oysa biz bunların tamamını kendimiz üretebilirdik. Savaştan çıkmış, yerle bir olmuş Almanya çok kısa sürede sanayileşebiliyorsa, bizim milletimiz bunu çok daha kolay başarabilirdi.

Ama bugün olduğu gibi, dün de Türkiye’nin sanayileşmesini, gelişmesini istemeyen güçler vardı. O yıllarda kredileri Odalar Birliği paylaştırıyordu. Bu kredilerin hemen hemen tamamına yakını, İstanbul’daki büyük ithalatçılara veriliyordu. Örneğin, 20 milyon dolarlık yatarım kotasının 19 milyon doları İstanbul’daki ithalatçılara giderken, sadece 1 milyon doları Anadolu’ya kalıyordu. Anadolu’daki müteşebbisler ciddi döviz sıkıntısı yaşıyor ve kalkınma hamlelerini gerçekleştiremiyorlardı.

Hâlbuki bu döviz ve kredilerin hakkaniyet ölçüsünde Anadolu’ya gönderilmesi gerekiyordu. Asıl hak eden onlardı. Bu adaletin sağlanması, kredilerin Anadolu girişimcisine aktarılabilmesi için, mücadelenin Odalar Birliğinde yürütülmesi gerekiyordu.

Bu amaçla 1966 yılında önce Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkam, ardından Genel Sekreteri olduk. Döviz ve kredi tahsisatlarını Anadolu’ya yöneltince, o güne kadar kredileri istediği gibi kullanan kesimler bundan rahatsız oldu.

Anadolu girişimcisi ise bu mücadelede bizim yanımızda yer aldı. Yapılan seçimde, TOBB Başkanı olduk. Bundan, iç ve dış sermaye çevrelerinin yanı sıra iktidar da rahatsız oldu. Siyasi mülahaza ve müdahalelerle çalışmalarımız engellenmeye çalışıldı.

O zamana kadar Odalar Birliğinin uhdesinde bulunan kredi kotaları yetkisi, siyasi bir kararla, aniden, Odalar Birliğinden alınarak Sanayi Bakanlığına verildi. Ancak, biz milletimize hizmetten geri duramazdık. Madem siyasi bir kararla bu yetki bizden almıyor, biz de o zaman siyasete girer mücadelemizi orada veririz dedik. Milletimize hizmet için yeni bir yola çıktık.

Bazen bize soruyorlar: “Bütün okulları birincilikle bitirmişsiniz. Deha seviyesinde bir beyne sahipsiniz. Bilim dünyasında büyük buluşlara imza atmışsınız. Bir bilim adamı olarak kalıp, ilmi buluşlara imza atsaydınız, insanlığa böylece hizmet etseydiniz daha iyi olmaz mıydı?” diyorlar.

Bizim cevabımız şudur: Bir üniversitede profesör olabilirsiniz, Nobel ödülleri de alabilirsiniz ama ülkenizin insanı bugün olduğu gibi açsa, sefalet ve zorluklar içerisindeyse, dünyada 300 bin çocuk yoksulluk içinde açlıktan ölüyorsa, sizin Nobel ödülleriniz ne işe yarar?

Bundan dolayı, bize böyle hayırlı bir hizmet yolu nasip ettiği için Cenabı Hakk’a hep şükretmişizdir. Asıl faydalı olan 70 milyon milletimize ve bütün insanlığa hizmet edebilmektir.

Bütün insanlığın saadet ve mutluluğu için çalışmaktır. Bu dünya imtihanını, “canıyla malıyla cihat etmiş bir Müslüman” olarak tamamlamaktır.

Çünkü hayat, iman ve cihattır.

(Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Hocamızın Hayatını Anlatan Davam Kitabının Girişinden Alıntı Yapılmıştır.)

 

0
Would love your thoughts, please comment.x