Velayet, İslâm ümmetinin bekasını güvence altına alır; velayet olmaksızın ne ümmet kalır ne imamet, İslâm’dan da geriye birtakım ilahî kanunların dışında bir şey kalmaz. İslâm’ın dinamik, mücadeleci ve yapıcı hale getiren velayettir. İmam Hüseyin’in (a.s.) ifadesiyle, namaz, oruç, zekât gibi İslâm’ın şartları dahi velayet ve imamet sayesinde toplumda tahakkuk ve tebellür eder.

– Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Dilerseniz Gadir-i Hum hadisinin içeriğinden ve önemini ele alarak başlayalım sohbetimize.

– Ayetullah Muhammed Mehdi Asıfî: İslâm’da tevhid inancından sonra en önemli inanç ilkesi, velayettir. Aslında ikinci sırada yer alan nübüvvet inancı, bir anlamda bu inanç ilkesi içinde üstü kapalı bir şekilde mevcuttur, bunda mündemiçtir. Kur’ân, velayet hakkında şöyle buyurur: “Kuşkusuz sizin veliniz Allah ve Resulü’dür.” (Mâide, 55) Allah Resulü’nün (s.a.a.) velayetini O’na itaatle bir tutar ve şöyle tasrih eder: “Allah’a itaat edin ve Resul’e itaat edin.” (Teğâbün, 12) Bizim inancımıza göre Allah’ın, birtakım kelimelerle imtihan ettikten (“İbrahim’i Rabbi bir takım kelimelerle imtihan etmişti.”) ve onun da başarılı bir şekilde imtihanı vermesinden sonra (“O da bunları tamamlayınca…”) Hz. İbrahim’e (a.s.) verdiği velayet ve imamet, risaletin tamamlayıcısı olan ümmetin imamet ve velayetinin (“Seni insanlara imam kılacağım.” -Bakara 124) ta kendisidir.

Velayetin iki veçhesi vardır: İlki, velayetin insanlarla olan irtibatı; ikincisi, insanların velayetle irtibatı. Birincisi, hâkim ve evlâ oluş ilkesiyle bağlantılı olup Kur’ân da bu hususa işaret etmiştir: “Nebi, müminlere kendi nefislerinden evladır.” (Ahzâb, 6) “Kuşkusuz sizin veliniz Allah ve Resulü ve inananlar, namaz kılanlar ve rükû ederken zekât verenlerdir.” (Mâide, 55) İkinci boyutu ise, itaattir. Bu konuda Kur’ân şöyle buyurur: “Allah’a itaat edin ve Resul’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulü’l-emr) de.” (Nisâ, 59)

Velayet, İslâm ümmetinin bekasını güvence altına alır; velayet olmaksızın ne ümmet kalır ne imamet, İslâm’dan da geriye birtakım ilahî kanunların dışında bir şey kalmaz. İslâm’ın dinamik, mücadeleci ve yapıcı hale getiren velayettir. İmam Hüseyin’in (a.s.) ifadesiyle, namaz, oruç, zekât gibi İslâm’ın şartları dahi velayet ve imamet sayesinde toplumda tahakkuk ve tebellür eder. Bu yüzden bizim rivayetlerimizde velayetin namazdan ve oruçtan daha önemli olduğu vurgulanmıştır. İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s.) nakledilen bir hadiste şöyle geçer: “İslâm beş şey üzere bina edilmiştir: namaz, zekât, oruç, hac ve velayet.” Hadisin ravisi Zürare, “Bunlardan hangisi efdaldir, daha faziletlidir?” diye sorduğunda İmam, “Velayet bütün hepsinden efdaldir, çünkü velayet, onların anahtardır ve veli, onlara doğru yol gösteren kılavuzudur” buyururDiyalog sürer ve İmam devamında şöyle buyurur: “Velayet, emrin zirvesi, en uç noktası ve anahtarıdır ve her şeyin kapısıdır. Rahman’ın rızası da, bilip tanıdıktan sonra imama itaat etmektedir.” (el-Kâfî, c. 2, s. 18; Bihâru’l-Envâr, c. 68, s. 33)

Meşhur Gadir-i Hum hadisi de velayet hakkındadır ve hadiste, Hz. Peygamber (s.a.a.) Ali b. Ebi Tâlib’i (a.s.) kendisinden sonra Müslümanların velisi tayin etmiştir. Hz. Peygamber böyle yaparak iki hususu Müslümanlara açıktan ilan etmiştir: İlki, velayetin ve imametin, kendisinin vefatından sonra da güçlü bir biçimde devam edeceğidir. Bu, Resulullah’ın (s.a.a.) vefatıyla birlikte ümmetin siyasî, toplumsal ve askerî önderliğinin kendi haline bırakılmadığı anlamına gelir. İkincisi, kendisinden sonra İmam Ali (a.s.), Allah’ın nassı ve atamasıyla Müslümanların imamı, veliy-i emri olacaktır.

– Ayetullah Seyyid Muhammed Bakır Hekim: Gadir-i Hum hadisi, İslâm tarihindeki önemli bir hadiseyi açıklayan önemli bir hadistir. Bu önemli hadise, Resul-i Ekrem’in (s.a.a.) Ali b. Ebi Tâlib’i (a.s.) kendi halifesi ve vasisi olarak ataması ve beraberinde hacca giden, aynı zamanda da o zamanının her bölgeden Müslümanlarının temsilcisi olan bütün Müslümanlardan biat alması olayıdır. İşte bu olayın anlatıldığı hadise Gadir-i Hum hadisi denilir. Böyle anılmasının nedeniyse, Hz. Peygamber’in bu atama ve tayin işini, Veda Haccı dönüşünde, Cuhfe yakınlarındaki Gadir-i Hum diye bilinen yerde yapmış olmasıdır.

Gadir-i Hum, Mekke’ye dönüş yolunda bütün hacıların konakladığı son menzildi ve bundan sonra yollar ayrılıyor, hacılar birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. İşte böyle bir yerde Hz. Peygamber’e vahiy nazil oldu ve ondan bu atamayı Müslümanlara bildirmesi istendi: “Ey Resul! Sana Rabbinden bildirileni açıkla. Eğer bunu yapmazsan risâlet görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur!” (Mâide, 67)

Bu emri alınca Hz. Peygamber, münadi çıkarıp hacıların bir araya toplanmasını istedi; ileri giden hacıların geri dönmelerini, geride kalanların da yetişmesini bekledi. Hacılar toparlanınca ayağa kalkıp bir konuşma yaptı. Konuşmasında kısaca peygamberliğin öneminden, peygamberlerin görevlerinden ve bunların insanlara kazandırdıklarından söz etti ve yakında aralarından ayrılacağını ekleyerek onlardan bütün bu görevlerini hakkıyla yerine getirdiğine dair şahitlik etmelerini istedi. Sonra da İmam Ali’yi (a.s.) halife tayin etti ve orada hazır bulunan herkesten İmam Ali için biat aldı.

Bu, Gadir-i Hum hadisesinin kısa özetidir. Bu önemli hadiseye ilişkin tarih rivayetlerinde anlatı detaylandırılır, nakillerde kullanılan ifadeler de çeşitlilik gösterir. Bununla birlikte, bütün bu rivayetler mütevatirdir ve tamamında Hz. Peygamber’in şu cümleyi söylediği geçer: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”

Ehl-i Beyt (a.s.) taraftarlarının tamamınca kabul edilen, ayrıca Sünnî muhaddis ve âlimlerce de sıhhatinde herhangi bir kuşku bulunmadığı belirtilen Gadir-i Hum hadisini bu şekilde kısaca özetledikten sonra şimdi öneminden söz edebilir, bu hadisin diğer hadislere nispetle ne gibi imtiyazlara sahip olduğunu sıralayabiliriz:

1) Bu hadis, velayet konusunda vârid olan diğer hadislere nispetle daha uzundur ve muhteva olarak da daha zengindir. Gadir-i Hum hadisinde Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) velayet ve imameti, hassas konularla birlikte ele alınmıştır ki bu açıdan hiçbir hadis bu hadise benzememektedir. Gadir-i Hum hadisinde izlenen bu yaklaşım bağımsız bir araştırmayı hak ediyor.

2) Hadis, tarih, kelam ve edebiyat disiplinleri açısından bu hadisin isnadı ve nakil şekli, öte yandan insanların içine işlemesi bakımından hadisin muhtevası, velayetle ilgili diğer hadisler arasında benzersizdir. Araştırmacılar hadisin mütevatir olduğunu ispatlamışlardır ve hangi fırka ve mezhebe mensup olursa olsun bütün Müslümanlar hadisin sahih olduğunu itiraf etmişlerdir.

3) Gadir-i Hum hadisesini meydana getiren koşullar, hadisin vürud sebebi, özgün niteliklere sahiptir; diğer hadislerin vârid oluş sebeplerinde benzer koşullar bulunmaz. Şöyle ki, bu büyük toplantı sadece ve sadece bu hadisi söylemek için düzenlenmiştir, işin içinde başka bir amaç yoktur. Görev yerine getirilir, mesaj Hz. Peygamber tarafından aktarılırken, orada bulunan herkes muhatap alınmıştır; ki bu bakımdan, Kur’ân’da işaret olunan (“Allah’ın ve Peygamberi’nin, müşriklerden uzak olduğunu, büyük hac günü, Allah ve peygamberi insanlara ilan eder.” Tevbe, 3) beraat ilanı dışında bir olayda bu olayın bir benzeri yaşanmamıştır.

Müşriklerden uzak olunduğunun ilanı nasıl özgün ve imtiyazlı bir olaysa, İmam Ali’nin (a.s.) velayetini açıklayan Gadir-i Hum hadisiyle ardından kalabalık Müslüman topluluğunun her ferdinden İmam Ali için biat alınması hadisesi de o denli özgün ve imtiyazlıdır. Nitekim hadis, Hz. Peygamber’in ömrünün sonlarında, İslâm risâleti kemale ulaştıktan ve İslâm Devleti bütün Arap yarımadasına ulaştıktan, İslâm ümmeti güçlenip nüfuzlu hale geldikten sonra, Hz. Peygamber bu koşullarda Müslümanlarla vedalaşırken söylenmiştir. Bu, bütün Müslümanlardan biat alındıktan sonra nazil olan Mâide 3’deki hakikate işarettir: “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.”

4) Gadir-i Hum’da İmam Ali’nin (a.s.) Resul-i Ekrem’den (s.a.a.) sonra hilâfete tayin edilmesi, sadece Hz. Peygamber’in açık beyanıyla gerçekleşmedi. Başka bir deyişle, velayet ve imametle ilgili diğer hadislerde olduğu gibi, bir tarih rivayeti formatında bir gerçek gündeme getirilmiş olmadı sadece. Gadir-i Hum hadisinde İmam Ali’nin hilâfeti bir hüküm ve emir olarak icra edildi ve herkesten biat alınmasıyla, her Müslüman, İmam Ali’nin imamet ve velayetine bağlı kalacağını taahhüt ettiğini, iltizam ettiğini, bunu kendisine farz bildiğini ilan etmiş oldu. İşte bu, Gadir-i Hum hadisini ve hadisesini imamet ve velayetle ilgili diğer hadislerden ve başkaca hadiselerden ayırt eden, onu hassas bir noktaya taşıyan, ona üstünlük kazandıran başat özelliktir.

5) Resul-i Ekrem (s.a.a.), Müslümanların biatlerine bağlı kalmamalarından, ileride biatlerini bozmalarından çekiniyordu ve bu çekincesi O’nu, İslâm ümmetinin şekillenmesi açısından zaruri gördüğü bu önemli konuyu açıklamaktan alıkoyuyordu. Biati bozmanın, neticede, Müslümanları İslâm’ı bir kenara atmaya sevk edeceği düşüncesindeydi. Fakat Allah’ın velayet ve imamet hükmünün icrasına yönelik kesin emri, Hz. Peygamber’in ilahî görevini yerine getirerek risâleti ikmal edecek hakikatin açıklanmasıyla sonuçlandı. Allah, Hz. Peygamber’i ve risâletini koruyacağını vaat etmişti.

Resul-i Ekrem’in (s.a.a.) bu siyasî hadiseyle ilgili tespitleri ve öngörüsü tamamen yerindeydi; çünkü Müslümanlar yaklaşık yetmiş gün sonra (Gadir-i Hum hadisesi ile Hz. Peygamber’in vefatı arasında geçen süre kastediliyor, ç.n.) biatlerini bozdular. Bununla birlikte, Allah vaadini gerçekleştirdi ve Hz. Peygamber’i ve risâletini muhafaza etti. Çünkü Müslümanlar başta hep birlikte biat etmiş, tamamı İslâm’ın ve nübüvvetin emrine uymayı kendilerine farz bilmiş, Hz. Peygamber’e bağlılık göstermişlerdi. Hz. Peygamber’in nasbının, atamasının etkileri günümüze dek devam etti. Bu gün Gadir-i Hum’daki ilk biate bağlı kalan Müslümanlar, sorumluluk alma, sabır gösterme, bağlılık ve övünç bakımlarından ümmetin en seçkin topluluğunu oluşturmaktadır.

Beş maddede sıraladığım bu özellikler, yalnızca Gadir-i Hum hadisinde görülür, velayet ve imametle ilgili diğer hadisler bu özelliklerden yoksundur.

– Gadir-i Hum hadisi Şiî ve Sünnî hadis derlemelerinde nakledilmişken, ihtilafa sebep olan husus nedir?

– Ayetullah Asıfî: İhtilafın kaynağı, Gadir-i Hum hadisinde geçen “mevlâ” kelimesidir. Lügat âlimleri, kelimenin birçok anlamı olduğunu yazmışlardır: “terbiye eden”, “amca,” amcaoğlu”, amcakızı”, “kul”, “malik”, “tâbi”, “ortak”, “damat”, “evlâ”, “muhabbet” ve “yardımcı”. Gadir-i Hum hadisi bağlamında “mevlâ” kelimesinin son üç anlam dışında bir anlamda kullanılmış olması makul değildir. Kelimenin sadece bu üç anlamda kullanıldığı kabul edilir.

Şia âlimleri, hadis metnindeki karinelerden yola çıkarak “mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamında kullanıldığını kabul eder ve şöyle açıklama yaparlar: Gadir-i Hum hadisinde kastedilen İmam Ali b. Ebi Tâlib’in (a.s.) Resul-i Ekrem’den (s.a.a.) sonra insanlar üzerinde Hz. Peygamber’in sahip olduğu evleviyet ve imamet makamına sahiptir. Bunun birçok kanıtı, şahidi ve karinesi vardır. Ehl-i Sünnet âlimleri ise, hadis bağlamında kelimenin, “muhabbet” ve “yardımcı” anlamlarına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Aslında bu iki anlamla tanımlamadıklarında hadisi yorumlayamayacaklarının farkına varmış, bu yüzden de bu iki anlam üzerinde durarak şöyle bir açıklamada bulunmuşlardır: “Hz. Peygamber’in hadisteki maksadı, Hz. Ali’nin oradaki insanların dostu, muhibbi ve yardımcısı olduğunu ilan etmekti.” Böyle bir açıklamadan ve yorumdan sonra, doğal olarak, artık Gadir-i Hum hadisi İmam Ali b. Ebi Tâlib’in (a.s.) imamet ve velayetine delalet etmeyecektir.

– Ayetullah Hekim: Gadir-i Hum hadisi çerçevesinde Şiî-Sünnî ihtilafını genel hatlarıyla birkaç maddede özetlemek mümkündür:

1) Zayıf ve asılsız istidlaller yoluyla hadisin vârid olduğunu inkâr eden ve isnadının da uydurma olduğunu ileri süren, örneğin Fahreddin Razî tarafından ortaya atılan iddialar veya hadisin sabit ve mütevatir olmadığını ileri sürerek hadisin varid olduğunda şüphe uyandırmaya dönük, örneğin İbn Hacer Heysemî, Nureddin Halebî, İbn Teymiyye, İbn Hazm, Abdülhak Dehlevî ve diğer mutaassıp âlimlerin temayül gösterdikleri görüşler. Bu gruptaki ulema, hadisi inkâr etmenin hadisin delaletini inkâr etmekten daha kolay olduğunu düşünmüşler, bu yüzden de hadisin, kaçış yollarını tamamen kapatan, açık muhtevasını yorumlamaktan kurtulmak için, hadisin söylendiği gerçeğini ve isnadını inkâr etmişlerdir.

2) Gadir hadisesinin etkilerini ortadan kaldırmak amacıyla olayı görmezden gelip sessiz kalmayı tercih etmişler, böylelikle de mezheplerinin, Resul-i Ekrem’den sonra İmam Ali’nin hilâfetini kabul etmeye yanaşmayan mezhebin, haricî varlığını korumak istemişlerdir. Mesela Buharî, Müslim böyle bir yol izlemiş, Sünnî âlimlerin çoğunluğu da bu yoldan gitmişlerdir.

3) Gadir-i Hum hadisesinin ve hadisinin doğru anlaşılmasını sağlayan birtakım lafzî misalleri ve önemli karineleri hazfetmeyi tercih etmişlerdir. İlk sorunuza cevap verirken bu misallerden, şahitlerden ve karinelerden söz etmiştim. Sözgelimi Tirmizî, bağlamı bulunmayan, öncesi ve sonrasıyla ilişkilendirilmeyen şu kısa sözü alıntılamakla yetinmiştir: “Resulullah, Gadir hadisinde, ‘Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.’ dedi.” Biz bu kısa alıntıyı Tabersî’nin İhticâc‘ında İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s.) bütün bağlantıları, karineleri ve şahitleriyle birlikte naklettiği detaylı rivayetle karşılaştırdığımızda, Sünnî ulemanın kahir ekseriyetinin Gadir-i Hum hadisesini ve hadisini sansürlemede gösterdikleri yoğun ve kesintisiz çabayı daha iyi anlarız.

4) Lügat ilmi metodolojisinin çok uzağında kalan birtakım yöntemlerle Gadir-i Hum hadisini tefsir etmeye çabalamışlardır. Bunu yapmaktaki amaçları, Gadir-i Hum hadisini akidevî ve sosyopolitik işleve sahip olan muhtevasından arındırarak, salt hissî ve ahlakî bir olguyu açıklayan bir söze indirgeyebilmektir.

– Ehl-i Sünnet kaynaklarında Gadir-i Hum hadisinin yeri nedir?

– Ayetullah Asıfî: Gadir-i Hum hadisini Resul-i Ekrem’in (s.a.a.) dilinden 100 binden fazla sahabî işitmiştir. Hadiseyle ilgili rivayetler Siretü’l-Halebiyye‘de, Ahmed b. Zeynî ed-Dehlan’ın Sire‘sinde, Tarihü’l-Hülefa‘da, Tezkiretü’l-Havassda ve benzer kaynaklarda nakledilmiştir. Bu kalabalık sahabe topluluğunun, bu büyük yolculukta Hz. Peygamber’e eşlik eden insanların, memleketlerine, kabilelerine döndüklerinde bu hadiseyi anlatmış olmaları, dolayısıyla anlatıların geniş bir satıhta yayılmış olması icap eder. Ancak bilhassa Emevîler döneminde ortaya çıkan siyasî birtakım sebeplerle, hadisin nakledilerek daha fazla yaygınlık kazanması engellenmiştir. Ancak buna rağmen Gadir-i Hum hadisi Ehl-i Sünnet kaynaklarında 110 sahabîden nakledilmiştir. Buna ilaveten, Allame Mir Hamid Hüseyin’in Abakatü’l-Envâr‘da ve Allame Eminî’nin el-Gadir‘de yazdığına göre, tabiînden ve farklı yüzyıllarda yaşamış Sünnî ulemasından 360 râvî hadisi Hz. Peygamber’den nakletmiştir. Merhum Allame Seyyid Abdülaziz Tabatabaî de Abakat ve el-Gadirüzerine yazdığı müstedreklerde, hadisin Ehl-i Sünnet tarikiyle nakledildiği çok sayıda kaynağı ortaya çıkarmıştır; inşallah bu çalışma yakın zamanda yayımlanır.

Resul-i Ekrem’in (s.a.a.) Ali b. Ebi Tâlib’in (a.s.) imamet ve velayetini tebliğ etmeye verdiği önemden, yüz bin kişiden oluşan büyük kalabalığın hadisi işitmesinden ve Müslüman ümmetin imamet ve velayet meselesinin hassasiyetinden dolayı Gadir-i Hum hadisi herkesçe bilinmiş ve hadis derlemelerinde çokça nakledilmiştir. İslâm tarihinde başka bir hadisin Gadir-i Hum hadisi kadar kesin bir biçimde tevatür derecesine ulaştığını sanmıyorum. Bu nedenle hadis kesinkes mütevatirdir ve isnad açısından sıhhatinde şüphe edilemez. Dolayısıyla isnadının sıhhatini tartışmaya lüzum yoktur. Gadir-i Hum hadisinin Ehl-i Sünnet tarikinden sahih senetle nakledildiği çok sayıda versiyonu bulunmaktadır. Biz burada bu isnadlardan sadece birkaçına temas edeceğiz:

Hâkim Nişaburî Müstedrekü’s-Sahiheyn‘de (Bu eserde Buhari ve Müslim’in şartlarına göre sahih sayılan fakat onların kitaplarına almadıkları hadisler toplanmıştır, Medya Şafak) (c. 3, s. 118, hadis: 4576) şöyle yazar: “Bana, Ebubekir Muhammed b. Balveyh ve Ebubekir Ahmed b. Cafer el-Bezzaz, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’in babasından, onun da Yahya b. Hammad’dan, onun da Ebu Avane’den, onun da Süleyman el-A’meş’den, onun da Habib b. Sabit’ten, İbn Sabit’in de Ebi’l-Fusayl’dan, onun da Zeyd b. Erkam’dan Resulullah’ın şöyle rivayet ettiği söylediler…” Sonra Gadir-i Hum hadisini nakleder ve şöyle yazar: “Bu hadis Şeyheyn’in (Buharî ve Müslim’in) şartlarına göre sahihtir, ancak onlar hadisi istihraç etmemişlerdir.”

Nişaburî yine Müstedrek‘inde (c. 3, s. 631, hadis: 6272) şöyle yazar: “Bana, Kufe’de Muhammed b. Ali eş-Şeybanî haber verdi ve dedi ki, bana, Ahmed b. Hazım el-Gaffarî, ona da Ebu Nuaym, Kamil Ebu’l-Alâ’nın Habib b. Sabit’ten, onun da Zeyd b. Erkam’dan şöyle işittiğini haber verdi…” Ardından Gadir-i Hum hadisini nakleder ve yazar: “Bu hadisin senedi sahihtir, lakin onlar (Şeyheyn) istihraç etmemişlerdir.”

Meşhur rical âlimi Zehebî, Telhisu Müstedrek‘te bu hadisi naklettikten sonra sahih olduğunu doğrular.

Tirmizî de Sünen‘inde (c. 5, s. 591, hadis: 3713) şunları yazar: “Bana, Muhammed b. Beşar, ona Muhammed b. Cafer, ona da Şube, o da Seleme b. Kehil’den Ebu’t-Tufeyl’in Ebi Şureyha’dan veya Zeyd b. Erkam’ın Resulullah’dan şöyle naklettiğini işittiğini haber verdi: Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” Sonra şunları yazar: “Ebu İsa bu hadisin hasen sahih olduğunu söyledi.”

Ebu Cafer Tahavî Müşkilü’l-Âsâr‘da (c. 2, s. 308) şöyle der: “Bu hadisin isnadı sahihtir ve râvîlerinden hiçbiri zemmedilmemiştir.”

Kurtubalı İbn Abdülberr el-İstiab‘ında (c. 2, s. 373) hadisi zikrettikten sonra şöyle yazar: “Tamamı sahihtir.”

Sıbt İbnü’l-Cevzî Tezkiretü’l-Havass‘da (s. 18) şunları kaydeder: “Bu rivayetlerin tamamını Ahmed b. Hanbel “Fadail”inde istihraç etmiştir. Bu hadislerin içinde Ömer b. el-Hattab’ın “Bütün mümin erkeklerin ve mümin kadınların mevlâsı oldun” sözünün nakledildiği rivayetin zayıf olduğu söylenmiştir. Cevap şudur: Bu rivayet sahihtir ve zayıf olan hadis, Ebu Bekir Ahmed b. Sabit’in rivayet ettiğidir.”

Şafiî Ebu Abdullah Gencî Kifayetü’t-Tâlib‘de (s. 15) şöyle yazar: “Bu meşhur hadis hasendir ve râvîleri sikadır, güvenilirdir. İsnadların bazısının bazısıyla bağlantılı olması naklin sahih olduğunun hücceti, kanıtıdır.”

Nureddin Heysemî Mecmau’z-Zevâid‘de (104, hadis: 9109) hadisi tevsik eder, güvenilir kabul eder. İbn Hacer Heytemî de Savaiku’l-Muhrika‘da (s. 25) hadisin sahih olduğunu tasrih eder, ancak delaletinin tartışmalı olduğunu belirtir.

Hadisin tevatür derecesi, kimisine işaret ettiğimiz rivayet tariklerinin sıhhati ve cerh ve tadil âlimlerinin tanıklıkları apaçık ortadayken hadisin vârid olduğunda şüphe etmek, kesin hakikatten şüphe etmeye benzer.

– Ayetullah Hekim: Gadir-i Hum hadisi, Ehl-i Sünnet muhaddislerine göre, ikinci veya üçüncü derecede bir hadistir, çünkü bu hadis-i şerif Sünnîler arasında sahih olarak bilinen hadis derlemelerinde nakledilmemiştir. Sadece Tirmizî ve İbn Mace, daha önce ifade edildiği gibi, hadisi eksik olarak nakletmişler ve Hz. Peygamber’in Gadir-i Hum’da “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” dediğini yazmışlardır. Altı sahihten oluşan Kütüb-i Sitte‘nin birinin müellifi olan Nesaî de, çeşitli isnadlarını zikrederek Gadir hadisini nakletmiştir. Buna ilaveten, Ahmed b. Hanbel Müsned‘inde 40 isnad, İbn Cerir Taberî 79 tarik, Cezerî 80 tarik, İbn Ukde 75 tarik, Ebu Said es-Sicistanî 120 tarik, Ebu Bekir Cuabî 125 tarik ve İbn Yemenî 150 ile bu hadis-i şerifi nakletmiş, kitaplarına kaydetmişlerdir (bu konuda Allame Şerefüddin’in el-Müracaat‘ına bakılabilir).

Ayrıca Hâkim Nişaburî Müstedrek‘inde, Taberanî Mecma‘sında, İbn Asakir Tarih‘inde birkaç farklı tarikten bu hadisi nakletmişlerdir. Allame Seyyid Şerefüddin, Gadir-i Hum hadisinin naklini bir sahih müellifi olan Müslim’e nispet etmiştir, tabii ki Müslim’in rivayeti de kısadır (el-Müracaat, s. 263).

Bu söylediklerimizin ortaya koyduğu husus şudur: Sünnî âlimler genelde Gadir-i Hum hadisinin sahih olduğunu kabul etmişlerdir. Bunun birkaç istisnası vardır ki bunlar da, Zehebî, İbn Cezerî, Celaleddin Suyutî, Molla Ali Kadirî, Cemaleddin Ataullah b. Fadl Şirazî, Münavî, İbn Kesir, Şeyh Ali Taki, Mirza Mahzum, Ziyaüddin Kablî, Muhammed b. İsmail Emir, Muhammed b. Sadr gibi Gadir hadisinin mütevatir olduğunu kabul eden ulemaya nispetle kıyıda köşede kalmış mutaassıp âlimlerdir (Nefahatü’l-Ezhar, s. 105).

Hadisin delaletiyle ilgili tartışmalara gelince; Ehl-i Sünnet ulemasının geneli, imamet ve velayeti beyan eden apaçık ifadelerine rağmen hadisin konusunu, duygusal ve ahlakî bir konuya dönüştürmüşlerdir. Açıktır ki bu tefsir, tevcih ve tevilin sebebi Sünnîlerin ilk üç halifenin hilâfetini kabul etmiş olmalarıdır. Bu kabullerinden dolayı böylesi bir yoruma ve tevile başvurmuşlardır.

– Gadir-i Hum hadisinin rivayetinde ne gibi tahrifler olmuştur? Birkaç örnekle açıklayabilir misiniz?

– Ayetullah Asıfî: Gadir-i Hum hadisini, sözüne ve görüşlerine saygı duyulan hiçbir muhaddis yalanlayamaz, inkâr edemez. Hadisin vârid olup olmadığına dair tartışmalar, daha önce de söylediğimiz gibi, apaçık bir hakikatten şüphe duymaya benzer. Bununla birlikte, bu hadis, siyasî bir mesajı da içerdiğinden, çeşitli şekillerde yorumlanmış ve manevî tahriflere uğramıştır. Bu tahriflerin ne kadar basit ve sade olduğunu göstermek için bir örnek vereceğim: İbn Kesir el-Bidâye ve’n-Nihâye‘de hicrî onuncu yılla ilgili hadisleri ele alırken (c. 5, s. 227) şöyle yazar:

“Hz. Peygamber’in Veda Haccı dönüşünde, Mekke ve Medine arasında, Cuhfe yakınlarında Gadir-i Hum denilen yerde bir hadis irad ettiğine dair fasıl: O, bu hadisinde, Ali b. Ebi Tâlib’in faziletini açıklamış ve onun, beraberinde Yemen topraklarına giden yoldaşlarından bazılarının söylediklerinden uzak olduğunu bildirmiştir.”

Görüldüğü gibi İbn Kesir çok basit bir yorumda bulunur. Buna göre, Resul-i Ekrem (s.a.a.), sırf İmam Ali’nin faziletini hatırlatmak ve O’nun, Yemen seferindeki yol arkadaşlarının söylediklerinden beri olduğunu söylemek için yüz bin kişiyi o sıcak günde ve yakıcı güneşin altında bir yere toplayıp bekletmiştir!

– Şia’nın Gadir-i Hum hadisinden çıkardığı inanç ilkeleri nelerdir?

– Ayetullah Asıfî: Şia, bu hadisi, İmam Ali b. Ebi Tâlib’in (a.s.) Resul-i Ekrem’den (s.a.a.) sonraki mutlak imamet ve velayetinin delili olarak kabul eder. Hadisin metninde geçen “mevlâ” kelimesinin velayet ve evleviyet anlamında kullanıldığı karinesinden hareketle bu düşünceyi benimser.

Ayrıca, Şia, hadiste açıklanan İmam Ali’nin velayet ve imametinin Allah’ın emri olduğuna ve Allah’ın izni olmaksızın hiçbir imamet ve velayetin meşru olamayacağına inanır. Tebliğ ayeti bu noktaya delalet eder: “Ey Resul! Sana Rabbinden bildirileni açıkla, tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan risâlet görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur!” (Mâide, 67) Bu ayet-i kerime, çok sayıda müfessir ve muhaddisin kaydettiği üzere, 18 Zilhicce’de, Gadir-i Hum gününde, İmam Ali’nin velayetinin ilanıyla ilgili olarak nazil olmuştur (ed-Dürru’l-Mensur, c. 2, s. 298; Fethü’l-Kadir, c. 3, s. 57; Fahreddin Razî, Tefsir, c. 2, s. 348; Tefsirü’l-Mizan, c. 6, s. 463; Esbabü’t-Tenzil, s. 150; Şevahidü’t-Tenzil, 187).

– Ayetullah Hekim: Gadir-i Hum hadisinden ve onunla ilgili önemli hadiseden birkaç inanç ilkesi çıkarılır:

1) İmamet, nübüvvet gibi Allah tarafından verilen bir mansıptır, yetkidir. Çünkü Hz. Peygamber’in İmam Ali’yi nasbı, ataması, Allah’ın emriyle olmuştur. Bu gerçeğin altını çizen Hz. Peygamber’in bu mansıbın İmam Ali için korunmayacağını öngörmesine rağmen -ki O’nun bu öngörüsü dönemin gerçekleriyle uyumluydu- Allah’ın Hz. Peygamber’i bu mesajı açıklamakla görevlendirmesidir. Açıktır ki bu mesajın, bu emrin açıklanması, sadece İmam Ali’nin bu mansıbı elde etmesiyle ilgili bir husus değildi, çünkü amaç gerçekleşmedi. Dolayısıyla bu büyük hadise, inançla ilgili bu emrin, imamet mansıbının da nübüvvet gibi yalnızca Allah tarafından verilebileceği ilkesinin açıklanması için meydana geldi.

2) İmama biat etmek ve biati bozmak, bir peygambere biat etmekle ve biati bozmakla aynıdır ve aynı sonuçları beraberinde getirir.

3) Gadir-i Hum hadisesi aynı zamanda İmam Ali’nin masumiyetini de ortaya koyar. Zira O’nun velayetine teslim olmak, O’na yardım etmek, O’nun düşmanlarına düşmanlık beslemek, O’nun yolunu izlemek ve düşüncelerine bağlı kalmak, Hz. Peygamber’in velayetine teslim olmakla, O’na yardım etmekle ve düşüncelerine bağlı kalıp yolunu izlemekle bir tutulmuştur.

– Bu çıkarımlarınızı nasıl kanıtlayabilirsiniz?

Ayetullah Asıfî:  Biz, Gadir-i Hum hadisindeki “mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamında kullanıldığına inanıyoruz. Buna göre, “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” cümlesi, Resul-i Ekrem’in (s.a.a.) her kimin üzerinde velayeti varsa, İmam Ali b. Ebi Tâlib’in (a.s.) de onun üzerinde velayete sahip olduğu anlamına gelir. Kelimenin bu anlamda kullanıldığını gösteren kanıtlar mevcuttur:

1) Sahih isnadla nakledilen Gadir-i Hum hadisinde Hz. Peygamber’in önce insanlara “Ben size kendi nefislerinizden evlâ değil miyim?” diye sorduğu geçmektedir. Peygamber Efendimiz olumlu cevap aldıktan sonra “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” buyurmuştur. İkinci cümlenin birinci cümleden sonra gelmesi, Hz. Peygamber’in “mevlâ” ile kastettiğinin evla oluş, evleviyet olduğunu açıkça ortaya koyar.

Öte yandan “Ben size kendi nefislerinizden evlâ değil miyim?” cümlesinde Ahzâb 6’ya gönderme vardır: “Elçi müminler için kendi nefislerinden evlâdır.” Bu ayet-i kerimeye göre Resul-i Ekrem Müslümanlar üzerinde mutlak velayet hakkına sahiptir. Gadir-i Hum hadisinde Hz. Peygamber bu anlama işaret etmiş ve Allah tarafından kendisine verilen ve Ahzâb 6 ayetiyle açıklanan velayetin kendisinden sonra İmam Ali’ye intikal edeceğini bildirmiştir.

Muhaddislerin çoğunluğu “Ben size kendi nefislerinizden evlâ değil miyim?” cümlesini Gadir-i Hum hadisini naklederken zikretmişlerdir; Allame Eminî de el-Gadir‘inin birinci cildinde bu muhaddislerin bir listesini vermiştir. Hanefî mezhebine mensup Sıbt İbn Cevzî Tezkiretü’l-Havass adlı önemli kitabında (s. 20) “mevlâ” kelimesini tefsir ederken farklı ihtimaller üzerinde durmuş, sonra şöyle yazmıştır:

“Hadiste murat edilen özel itaattir ve onuncu ihtimal bunu belirlemektir. Buna göre (hadisin ilgili cümlesinin) anlamı, ben kime nefsinden daha evla isem Ali de ona (nefsinden) evlâdır. Bu yorumu Hafız Ebu’l-Ferec Yahya b. Said es-Sakafî Medhü’l-Bahreyn isimli kitabında ortaya koymuş ve bu hadisi, râvîlerini zikrederek naklettikten sonra şöyle yazmıştır: ‘Resulullah Ali’nin elini tuttu ve buyurdu: Ben kimin velisi isem ve kime nefsinden evla isem Ali de onun velisidir. Bil ki bütün anlamlar onuncu ihtimale döner. Nitekim Hz. Peygamber’in şu sözü de buna delalet etmektedir: ‘Ben müminler için kendi nefislerinden evlâ değil miyim?’ İşte bu, imametinin ve itaatinin kabulünün ispatına dair apaçık nasstır.”

2) Resul-i Ekrem, yirmi üç yıl süren risâleti boyunca tevhid mesajı dışında hiçbir mesajı açıklamada böylesine özenli davranmamış, bu denli hazırlık yapmamış ve hiçbir mesajı bu kadar kalabalık bir topluluk önünde tebliğ etmemiştir. Bizce, Hz. Peygamber bunca hazırlığı, sırf insanlara, Ali sizin dostunuz ve yardımcınızdır, diyebilmek veya Yemen seferindeki yoldaşlarından bir ikisinin Ali hakkında söylediklerinin önemsiz olduğunu anlatmak için yapmamıştır. O kadar hazırlığı bu kadar küçük bir mesele için yaptığını kabul edersek, tarihi hiçbir zaman doğru düzgün anlayamayız. Bizim zamanımızda, bizim gözlerimizin önünde böyle bir hadise meydana gelmiş olsaydı, onu böyle küçük bir kalıba sığdırma çabasına girer miydik?

3) İnancımızı ve iddiamızı doğrulayan üçüncü kanıt, Hz. Peygamber’in velayet makamına naspettikten sonra İmam Ali için yaptığı duadır: “Allah’ım! O’nu seveni sev, O’na düşman olana düşman ol! O’na yardım edene yardım et, O’nu üstün tutanı üstün kıl!”

Bu dua için, Hz. Peygamber’in vefatından sonra İmam Ali’nin velayetine düşmanlık besleyecek ve nefsanî arzularına kapılarak O’nun imametini engellemeye dönük siyaset izleyecek olanlardan söz ettiği dışında bir yorum yapabilmenin imkânı yoktur. Ayrıca bu dua, yalnızca İmam Ali için yapılmış bir dua değildir, İmam Ali’nin yoldaşlarını ve O’nunla birlikte direnenleri de kapsamına almaktadır. Dua, sahih senetle nakledilen Gadir-i Hum hadisinde de geçmektedir.

4) Dördüncü kanıt, Hz. Peygamber’in İmam Ali’yi velayet makamına naspetmeden önce söylediği, “Davet edildim, o halde icabet edeceğim… Aranızda kısa bir süre kalacağım” sözüdür. Bu cümle, sahih isnadlarla ve tariklerle birçok kez rivayet edilmiştir. Allame Eminî el-Gadir‘inde bu isnad ve tarikleri zikreder (c. 1, s. 26, 27, 30, 32, 34, 36, 47, 176).

Açıktır ki Hz. Peygamber önce böyle bir söz söyleyerek, vesayet, velayet ve imametle ilgili kendisinden sonraya yönelik emrin kabul edilmesini sağlamak istemiştir. Dolayısıyla “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” cümlesi, İmam Ali b. Ebi Tâlib’in velayet ve imametinin ilanından başka bir anlama gelemez.

5) Beşinci kanıt, Müslümanlar o gün velayet mesajının Resul-i Ekrem (s.a.a.) tarafından tebliğ edilmesinden sonra İmam Ali’ye (a.s). biat edip O’nu kutlamışlardır. Bazı rivayetlerde biatin yatsı namazı sonrasına kadar sürdüğü, başka bazı rivayetlerde ise biatin üç günde ancak bittiği nakledilmiştir. (el-Gadir, c. 1, s. 270. Muhammed b. Cerir Taberî’nin Kitabu’l-Velayet‘te Zeyd b. Erkam’dan naklettiği rivayetler.)

O gün İmam Ali’yi kutlayanlar arasında birinci ve ikinci halife de vardı. Bu olayı muhaddis ve tarihçilerden bir topluluk rivayet etmiştir ki bunlar arasında Ahmed b. Hanbel (Müsned, c. 4, s. 281, altı rivayet), Hatib Bağdadî (Tarihu Bağdad, c. 8, s. 290), İbn Hacer (Savaiku’l-Muhrika, s. 26), Kadı Ebu Bekir Bakıllanî (et-Temhid, s. 171) de bulunmaktadır. Rivayetlerin râvîleri hakkında bilgi el-Gadir‘de mevcuttur.

İmam Ali’yi tebrik ederken söylenen “Ne mutlu sana ey İbn Ebi Tâlib! Bugün bütün mümin erkeklerin ve mümin kadınların mevlâsı oldun!” sözü, Müslümanların İmam Ali’ye biat ettiklerinin ilanıdır. Bu biati ve tebriki, İmam Ali’nin insanların dostu ve yardımcısıdır, şeklinde yorumlamak mümkün değildir.

6) Altıncı kanıt, insanların o gün bu hadisi dinlerken İmam Ali’nin velayet ve imametini anlamış olmalarıdır. Nitekim Hassan b. Sabit, Gadir-i Hum’da hazır bulunan Hz. Peygamber’in şairi, olaydan sonra bir şiir okumak için izin istemiştir. Hadisçilerin ve tarihçilerin hiç muhalefet etmeksizin naklettikleri bu şiirinde Hassan b. Sabit şöyle demiştir:

“Sonra ona dedi ki kalk ey Ali! Şüphesiz ben,

Senin benden sonra imam ve hidayet edici (hâdî) olmana razı oldum.

Ben kimin mevlâsı isem bu da onun velisidir!

Ona sadakatle tabi olun.

Ardından dua etti: Allah’ım! Dost ol ona dost olana,

Ve düşman ol Ali’ye düşmanlık edene!”

Hz. Peygamber, şiirini okuduktan sonra Hassan b. Sabit için şöyle dua etmiştir: “Ey Hassan! Dilinle (şiirinle) bize yardımcı olduğun sürece Ruhu’l-Kuds tarafından desteklenirsin.”

– Bu çıkarımları Ehl-i Sünnet nasıl yorumluyor?

Ayetullah Asıfî: Gadir-i Hum hadisi, isnadı açısından sahih ve güvenilirdir ve zamansal ve mekânsal karineler ve kanıtlar bakımından delaleti de açıktır. Bununla birlikte, bu hadis, İslâm ümmetinin yazgısına dair bir mesaj içerdiğinden siyasî anlama da sahip olmuş ve bu yüzden de birtakım hassasiyetlerin oluşmasına sebebiyet vermiş ve çok defa manevî tahrife (manevî tahrif; lafzî tarifin aksine metnin lafızlarının-sözlerinin değil içeriğinin tahrif edilmesidir, Medya Şafak) uğramıştır.

Mesela, Ehl-i Sünnet dünyasının iki büyük hadis âliminin, her ikisi de bizim için muhterem olan Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail Buharî (öl. H. 256) ile Ebu’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac Kuşeyrî’nin (öl. H. 261), tevatür açısından Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler arasında benzersiz bir yere sahip olmasına ve onca sahih isnadı bulunmasına rağmen Gadir-i Hum hadisini Sahih‘lerinde nakletmemiş olmaları, bizim açımızdan anlaşılabilir, tevcih edilebilir değildir. Müslim Sahih‘inde Gadir-i Hum hadisini zikretmiş ve Zeyd b. Erkam’ın rivayetini sahih isnadıyla birlikte nakletmiştir. Ancak bu rivayette velayet ve imamet konularına hiç işaret edilmemiş, sadece Gadir mesajının bir parçası olan Sakaleyn hadisi zikredilmekle yetinilmiştir.

Bu iki büyük muhaddisin, hadisin isnadını ve sıhhatini ikna edici bulmadıkları için Gadir hadisini rivayet etmekten imtina ettiklerini varsaymak mümkün değildir. Aynı şekilde, bu iki muhaddisin hadisi kasıtlı olarak nakletmekten imtina ettiklerini farz etmek de problemlidir. Sadece hadisin siyasî anlamını ve hadise gösterilen olağanüstü hassasiyeti bu imtinaın sebebi olarak gösterebiliriz ki bu hassasiyetler bazen muhaddisi istemeden de olsa etkisi altına alabilmektedir.

Şiîliğin ve Sünnîliğin yakınlaşması babında yeri gelmişken şunu da ifade edeyim: Gadir’le ilgili araştırmalarda -ki bu araştırmalar kendi yerinde gerekli ve faydalıdır- iki büyük İslâm mezhebini, Şiîliği ve Sünnîliği birbirine yakınlaştırmak amacıyla eşzamanlı siyasî çalışmalar da yapılmalıdır. Siyasî, ilmî, fıkhî ve toplumsal meselelerde ortaya çıkacak bu yakınlaşma ve birliktelik, yapılacak işbirliği ve yoldaşlık kesinlikle bu hadis ve benzer hadisler çerçevesinde ortaya çıkan ve kökü geçmişe dayanan fevkalade hassasiyetlerin azalmasına sebep olacak, ihtilaflı meselelerde karşılıklı anlaşma zeminin oluşmasına katkı sağlayacaktır. Ancak böyle bir anlaşma zemini oluştuğunda bu hadisi, onu etrafını saran tarihsel hassasiyetlerden arındırarak tartışabiliriz. Elbette İran İslâm Cumhuriyeti’nin tesisinden sonra İmam Humeynî’nin (r.a.) şahsî çabaları, ardından da İslâm İnkılâbı Rehberi Ayetullah Hamaneî’nin gösterdiği gayretlerle bu altyapı oluşmuştur. Yapılması gereken İslâm dünyasında bu yönde çalışmaların daha fazla yapılmasını sağlamaktır.

Sorunuzla bağlantılı olarak, Seyyid Mahmud Âlusî’nin Ruhu’l-Meani tefsirinde yazdıklarına işaret edeceğim. Âlusî, Maide 60’ı tefsir ederken, Gadir-i Hum hadisesini ve Hz. Peygamber’in oradaki mesajını silikleştirmek ve hadisin, Ali b. Ebi Tâlib’in (a.s.) imametine delalet ettiğini belli etmemek için yoğun çaba gösterir. Gadir-i Hum hadisini tenkit ederken Buharî ve Müslim’in hadisi nakletmemiş olmalarını kanıt olarak öne sürer. Tenkidinde kullandığı ikinci kanıt, bizim biraz önce İbn Kesir’in el-Bidâye ve’n-Nihâye‘sinden naklettiğimiz sözleridir. Üçüncüsü, “mevlâ” sözcüğüyle ilgilidir. Ruhu’l-Meani‘de (c. 6, s. 95) şöyle yazar:

“Açıktır ki bu istidlalde yapılan ilk hata ‘mevlâ’ kelimesinin ‘evla’ anlamında kullanıldığının ileri sürülmesidir. Arap edebiyatçıları bunu kesinlikle inkâr ederler. Tam tersine şöyle derler: ‘Mef’al’, ‘ef’al’ anlamına asla tevcih edilemez. Onlar bunu caiz görmemişlerdir, bunun tek istisnası lügat âlimi Ebu Zeyd’dir ve o da, Ebi Ubeyde’nin tefsirinde geçen, ‘Allah’ın sözünün anlamı, o mevlânızdır veya o size evlâdır’ sözünü delil gösterir.”

– Şia uleması bu yorumlara ne cevap verir?

Ayetullah Asıfî: Buharî ve Müslim’in bu hadisi kitaplarında nakletmemesiyle ilgili olarak, öncelikle bilinmesi gerekir ki, hiçbir muhaddis ve fakih bugüne değin bir hadisin sıhhatini o hadisi Buharî’nin veya Müslim’in rivayet edip etmemesine göre belirlememiştir. İkincisi, Ebu Abdullah Hâkim Nişaburî (öl. H. 405) Sahih‘ler üzerine bir Müstedrek yazmış ve bu kitabında, ulaşabildiği ölçüde, Buharî’nin ve Müslim’in rivayet etmedikleri hadisleri, bu ikisinin şartlarını esas alarak derlemiştir. Şartı ise, rivayetin isnadındaki râvîlerin iki Sahih‘ten birinde geçmesidir. Hâkim kitabının ön sözünde şunları yazar (Müstedrek ale’s-Sahiheyn, c. 1, s. 2): “Bu ikisinden (Buharî ve Müslim) hiçbiri kendi naklettikleri dışında sahih bir hadisin bulunmadığını iddia etmemiştir.”

Meşhur rical âlim Zehebî, Müstedrek‘i telhis etmiş ve bu hülasa, kitabın metniyle birlikte yayımlanmıştır. Her ne kadar Zehebî özetinde, Müstedrek‘in rivayetlerini Buharî’nin ve Müslim’in şartlarına göre tashih ederken her zaman Hâkim’le aynı görüşte olmasa da, birçok rivayeti, ezcümle Gadir-i Hum rivayetlerinden bazılarını tashih etmiş, bunların sahih olduğunu kaydetmiştir. Müstedrek‘te Gadir-i Hum hadisi Buharî’nin ve Müslim’in şartlarına uygun olarak iki tarikten nakledilmiştir (Müstedrek, c. 3, s. 109-110).

Üçüncüsü, sahih müelliflerinden Gadir-i Hum hadisinin sahih olduğunu yazanlar olmuştur. Bu cümleden olarak Tirmizî Sünen‘inde (c. 5, s. 633, hadis: 3713) Gadir hadisinin sahih olduğunu tasrih etmiştir. Aynı şekilde İbn Mace de Sünen‘inde (c. 1, s. 43, hadis: 116; c. 1, s. 45, hadis: 121) iki tarikten Gadir hadisini nakletmiştir. Ehl-i Sünnet muhaddislerinden Gadir hadisini rivayet edenlerin sayısı oldukça fazladır, daha fazla bilgi için el-Gadir‘in birinci cildine ve Ayetullah Maraşî’nin İhkaku’l-Hakk‘a yazdığı taliklere bakılabilir (c. 2, s. 426, 465, c. 3, s. 327, c. 6, s. 225, 268, c. 16, s. 559, 578, c. 21, s. 1, 93).

Seyyid Mahmud Âlusî, Gadir hadisi hakkında şöyle bir ifade kullanır ve bu gerçekten ilginçtir (Ruhu’l-Meani, c. 6, s. 194): “Nesaî bu hadisi ceyyid, kavi (hadis ilmi terminolojisinde sahihe denk anlamına gelen bir terim, ç.n.) senetle rivayet etmiştir ve ricalinin tamamı sikadır, güvenilirdir. Zehebî de şöyle der:  Zeyd b. Erkam’dan rivayet edilen bu hadis kuşkusuz sahihtir.”

Dördüncüsü, Ehl-i Sünnet ulemasının ileri gelenleri bu hadisin mütevatir olduğunu yazmışlardır. Ezcümle Zehebî bu görüştedir ve Âlusî tefsirinde onun bu konudaki sözünü nakletmiştir (Ruhu’l-Meani, c. 6, s. 195):

“Zehebî der ki ‘Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” hadisi mütevatirdir ve bu sözü Hz. Peygamber’in söylediği kesindir. ‘Allah’ım! Ona dost olana dost ol!’ hadisine gelince, bu hadis de kavi senetlidir (sahihtir).”

Hadisin isnadı, başta Akabatel-Gadirİhkaku’l-Hakk (Ayetullah Maraşî’nin taliklerini içeren basımı) olmak üzere birçok kitapta detaylıca ele alındığından biz burada bu konuya girmeyeceğiz.

Âlusî’nin “mevlâ” kelimesinin Arapça “tasarrufta evlâ (öncelikli) olan” anlamında kullanılmadığı iddiasına gelince; bu bağlamda Allame Eminî’nin el-Gadir‘ine müracaat etmek yeterli olacaktır. Allame Eminî orada farklı 40 tefsir, edebiyat ve hadis kitabından örneklerle Hadid 15’de (“Varacağınız yer ateştir, sizin veliniz odur.”) geçen “mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamına geldiğini kanıtlamıştır. Bunlardan yirmi yedisinde “mevlâ” “evlâ” kelimesiyle sınırlandırılarak tefsir edilmiş, geri kalanlarında da “evlâ”, ayette geçen “mevlâ” kelimesinin bir anlamı olarak zikredilmiştir.

Arap dilcilerinin kabulüne rağmen Âlusî bu anlamı mutlak surette inkâra kalkışmıştır. “Mevlâ” kelimesinin “evlâ” kelimesiyle açıklanabileceği görüşünde olan dilciler arasında, el-Kâmil‘in müellifi Ebu’l-Abbas (öl. H. 386), Meaniu’l-Kur’ân‘ın müellifi Ebu İshak Zeccac (öl. H. 311), İbnü’l-Enbarî  (öl. H. 328), Ebu’l-Abbas Sa’leb (öl. H. 291), İbnü’l-Mübarek (öl. H. 202), Sihahü’l-Lugat‘ın müellifi Cevherî (öl. H. 400) ve Lisanü’l-Mizan‘ın müellifi İbn Manzur (öl. H. 711) bulunur.

Öte yandan, Gadir-i Hum hadisi beyan edilemeden önce görülen hazırlıklar ve diğer karineler göz önüne alındığında -ki biz bunlardan biraz önce söz etmiştik- “mevlâ” kelimesinin “tasarrufta evlâ olan”, “emir sahibi” ve “hâkim” anlamlarının belirginlik kazandığı anlaşılır.

– Masum İmamlar (a.s.) sağlıklarında Gadir-i Hum hadisini kanıt gösterdiler mi? Bunun örnekleri var mıdır?

Ayetullah Hekim: İmam Ali (a.s.) Gadir-i Hum hadisini defalarca kanıt göstermiş, bu hadisi kanıt göstermeye önem vermiştir. Çünkü Gadir hadisinin kendine has özellikleri vardır; bu özelliklerinden ilk sorunuzu yanıtlarken bahsetmiştik. İmam Ali, Gadir hadisini kanıt göstererek, ona istidlal ederek, hadisin tevatürünü muhafaza etti ve hadisin taşıdığı ilahî hedefi -ki bu aynı zamanda Hz. Peygamber’in de hedefiydi- gerçekleştirdi. Nitekim biz daha önce Gadir-i Hum hadisesinin tek hedefinin İmam Ali’nin Müslümanların yöneticilik makamına ulaşması olmadığını söylemiştik. Gerçi böyle olması gerekirdi, lakin Resul-i Ekrem insanların sözlerini bozacaklarını öngörmüştü. Elbette ki asıl amaç, İslâm’ın en önemli ilkelerinden biri olan asil imamet ilkesinin tespitiydi.

Gadir-i Hum hadisesini bu şekilde değerlendirdiğimizde dünya kadınlarının efendisi Hz. Fatıma’nın (aleyhâ’s-selâm), İmam Ali’yi Ebu Bekir’e biate zorlamalarını önlemek için niçin kendisini feda ettiğini anlayabiliriz. Hz. Fatıma’nın bu tutumu, şehitlerin efendisi İmam Hüseyin’in (as) tutumuna benzer. İmam Hüseyin de kendisini, İslâm’ı tespit ve muhafaza etmek amacıyla, İslâm’ı ve hükümlerini tehdit eden Yezid’i ve onun zalim yönetimini engellemek için feda etmiştir.

Diğer Masum İmamlar (a.s.) da Gadir hadisini kanıt göstermişlerdir. Hz. Fatıma, İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Muhammed Bâkır (a.s.) bu hadisi delil göstermişlerdir. Bununla birlikte, bunlara dair kayıtlar İslâm tarihinde ayrıntılı bir şekilde yer bulmamıştır. Ama tabii ki genel hatlarıyla rivayet edilmiştir. Bu konuda şu kitaplara bakılabilir: el-İhticac (c. 1, s. 74, c. 2, s. 273, 296), el-Müracaat (s. 265-274), el-Gadir (c. 3, s. 121-156).

– Gadir-i Hum hadisi üzerine çalışan âlimler ve araştırmacılar hakkında bilgi verebilir misiniz?

Ayetullah Hekim: Âlimler arasında Şia uleması, Gadir-i Hum hadisi üzerinde daha fazla çalışmıştır. Onların bu konuda monografiler kaleme almış olduklarını görürüz. Bu meyanda erken dönem ulemasından İbn Ukde ile İbn Cerir Taberî’nin, son dönemden Akabat‘ın müellifi Seyyid Hamid Hüseyin Leknevî ile el-Gadir‘in müellifi Allame Eminî’nin isimlerini zikredebiliriz. Allame Eminî, kitabında, Gadir-i Hum konusunda yazılmış 26 monografi hakkında bilgi vermiştir (c. 1, s. 152-158).

– Sizce Gadir-i Hum hadisinin hangi yönleri üzerinde çalışmak gerekir?

– Ayetullah Hekim: Bu güne değin Gadir-i Hum hakkında takdire şayan çok sayıda önemli çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar, Gadir hadisinin isnadı ve delaleti tartışmaları etrafında gelişmiş ve şekillenmiştir. Bununla birlikte, sadece Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s.) hadislerinde ve Şia ulemasının kitaplarında işaret olunan konular da etraflıca incelenmiş, tartışılmıştır. Tartışılan konulardan birkaçına değinmek istiyorum:

1) Daha önce defalarca İmam Ali’nin (a.s.) imamet ve hilâfetini açıklamış olmasına, hadisenin cereyan ettiği zamanda da güçlü ve Arap yarımadasının tamamına hâkim olmasına, Müslümanlarca saygı ve sevgi görmesine rağmen Resul-i Ekrem’in (s.a.a.) mesajı açıklamaktan ve mesajın hükmünü icra etmekten çekinmesi meselesi. Hz. Peygamber, Arap yarımadasında zaferler kazanmış ve kazandığı bu zaferler doğal olarak insanların sevgisini kazanmasına neden olmuştu. Buna ilaveten bu zaferler Araplara ve Müslümanlara izzet, büyüklük ve salabet kazandırmıştı.

Bütün bunları göz önüne aldığımızda, Hz. Peygamber’in İmam Ali’nin hilâfet hükmünü açıklamaktan çekinmesi açıklanmaya ve sosyopolitik bir yoruma muhtaçtır. Bu çekincenin sebepleri incelenmelidir.

2) Bu meyanda çelişkili bir açıklama ve yorum göze çarpar, o da şudur: Değindiğimiz gibi, bir yandan Gadir-i Hum hadisi Sünnî muhaddislerce mütevatir hadis olarak kabul edilmiş, öte yandan ulemanın tamamı hadisin mesajını icra etmekten, hadisin açıkladığı mesaja bağlı kalmaktan kaçmışlardır. Bunun taassuptan başka bir nedeni olabilir mi? Eğer öyleyse, niçin Sünnî uleması bu hadisi nakletmekte ve onu kabul etmektedir? Yoksa bu çelişki, beşeriyet tarihinde, bilhassa da semavî dinler tarihinde kendine mahsus etkileri olan psiko-sosyal bir olgu mudur? Çünkü biz Kur’ân’ın benzer bir olayın gerçekleştiğine dikkat çektiğini görürüz: Kur’ân, Resul-i Ekrem’in (s.a.a.) peygamberliğine çok sayıda delil sıralayarak ve bir o kadar da açıklama yaparak tanıklık etmiş, lakin buna rağmen Ehlikitap bu gerçeği inkâr etmiş, O’nun peygamberliğine inanmamışlardır.

Gadir-i Hum’un görmezden gelinmesinin de psiko-sosyal bir nedeni vardır; hangi amillerin birleşerek bu haletiruhiyeyi ortaya çıkarıp biçimlendirdiğini, onları Gadir-i Hum’daki biatlerini bozmaya ne gibi faktörlerin sevk ettiğini incelemek gerekir.

3) Gadir-i Hum hadisinde bildirilen İmam Ali’nin (a.s.) velayet ve imameti, bazı tarih rivayetlerinde söz konusu edilen Hz. Harun, Yuşa ve Şemun’un velayetleri gibi peygamberler tarihinde vaki olmuş benzer olayların bir tekrarı mıdır? Yoksa İmam Ali’nin velayeti, son peygamberin peygamberliği bağlamında, peygamberler tarihinde ortaya çıkmış köklü bir değişim ve dönüşümü mü göstermektedir? Eğer ikinci görüş doğruysa ki öyledir, velayet ve imamet çerçevesinde bu değişimin inanca ve inancın siyasî ve toplumsal boyutlarına yansıması nasıl olmuştur?

Hasılıkelam, Gadir-i Hum hadisi geniş ve kapsamlı bir biçimde tartışılmamış, doktrinel, siyasal, sosyal ve tarihsel veçheleri münasip bir şekilde incelenmemiştir. Bizler, bu yeni tartışmaları sözünü ettiğimiz mihver meseleler etrafında şekillendirmeliyiz ki Gadir-i Hum insanlık tarihinde dinamik, işlevsel, ilham verici ve yapıcı bir rol üstlenebilsin. Aksi takdirde Gadir-i Hum, kuru, ruhsuz bir kelam tartışmasına döner ve tekrardan başka bir şey olmaz.

– Ayetullah Asıfî: Bence fıkıh ve kelam alanlarında Gadir-i Hum yeni araştırmaların konusu olmalıdır. İslâm hukuk ve kelam tarihinde Resul-i Ekrem’den sonra velayet ve imamet problemiyle ilgili olarak iki görüş ortaya çıkmıştır: Seçim (Ehl-i Sünnet’in bilinen görüşü) ve nas (Şia’nın görüşü). Gadir-i Hum, nas nazariyesinin seçim nazariyesi karşısında billurlaşmasıdır. İki büyük İslâm mezhebi arasında bu görüş ayrılığı tarihsel bir ihtilaf olmaktan ziyade imam ve veliy-i emrin tayini ekseninde, fıkhî ve kelamî köklü bir görüş ayrılığıdır. Ehl-i Sünnet’e göre insanlar imam ve veliy-i emr seçiminde hak sahibidir. Şia’ya göreyse imamı tayin etme yetkisi, sadece Allah’a aittir, dolayısıyla da insanların imamı seçme hakları bulunmamaktadır.

Burada kısaca bu iki görüşü ele alalım: İnsanın siyasî yazgısında hak sahibi olduğu ve imam seçimine katılabileceği nazariyesini iki şekilde yorumlamak mümkündür:

Birinci yorum; halk, siyasî kaderini belirlemede hak sahibi olup bu hak, kimsenin ondan alamayacağı doğal bir haktır nazariyesidir.

Bu nazariye, aslında, günümüz demokrasisinin temelidir ve bunun en güzel felsefî açıklamasını Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau Toplum Sözleşmesi kitabında yapmıştır. Bu görüş, demokratik sistemlerin bilimsel ve felsefî dayanağıdır ve üç ana ilkeden oluşur: Birincisi; hiçbir insanın bir diğeri üzerinde velayeti yoktur. İkincisi; her insan kendi kaderini seçme hakkına sahiptir. Üçüncüsü; her insan, ikincide bahsedilen hakkını bir başkasına tevdi edebilir.

Bu üç ana ilke esasınca halk, kendi yazgısını belirlemek için imam, veliy-i emr ve halife seçebilir. Biz, söyleşinin sınırlarını aşmayacak ve uzun uzadıya bu nazariyenin eleştirisine girmeyeceğiz. İlk etapta göze çarpan, bu nazariye ile tevhidî dünya görüşü arasında esaslı bir ihtilafın bulunduğudur. Her ne kadar seçim nazariyesine inanan ve icra edenler Allah’a inansalar ve tevhid diniyle mütedeyyin olsalar da, ister kabul etsinler ister etmesinler, savundukları bu nazariye, materyalist ve mülhid bir nazariyedir. Tevhidin açıklayıcısı olan Kur’ân’a kısaca bir göz gezdirdiğimizde dahi Kur’ân’a göre her şeyin sahibinin Allah olduğunu, O’nun izni ve iradesi olmadan insana ait hiçbir şeyin olmadığını, üstelik O’nun izni ve iradesi olmaksızın insanın kendi üzerinde bile velayet hakkına sahip bulunmadığını açıkça anlarız. Kur’ân’da şöyle buyrulur:

“Hüküm ancak Allah’ındır.” (Yusuf, 40, 67)

“Yoksa onlar, Allah’ın dışında veliler (koruyucular, emirlerine uyacakları otoriteler) mi edindiler? Hâlbuki asıl veli Allah’tır.” (Şûrâ, 6)

“Kâfirler beni bırakıp da, kullarımı kendilerine veli (koruyucu, emirlerine itaat edilecek otorite) edineceklerini mi sandılar?” (Kehf, 102)

“Onların Allah’ın dışında, velileri de yoktur.” (Hûd, 20)

“Gökleri ve yeri yoktan var eden, Allah’tan başka veli mi (koruyucu mu, otorite mi) edineyim?’ de.” (Enâm, 14)

Bu ayetler İslâm’da bir ilkeyi belirler ve bu ilkeye göre yalnızca Allah insanın yazgısı üzerinde egemendir; kimsenin ne kendi üzerinde bir velayet hakkı vardır, ne de bir başkasının. Kur’ân’ın ısrarla vurguladığı bu tevhidî ilke, demokrasi nazariyesinin temeli olan ikinci ilkenin tam karşıtıdır. Bu iki nazariyenin ayrılığı ve karşıtlığı ortaya çıktığına göre daha fazla bu konu üzerinde konuşmamıza gerek yoktur. Müslüman fakihlerden ve kelamcılardan hiçbirinin, insanın siyasî yazgısı üzerinde hak sahibi olduğu görüşünün Ehl-i Sünnet’e göre imamet ve velayet probleminin temel tartışması olduğunu iddia edeceğini sanmıyorum.

İkinci yorum; halkın siyasî kaderini belirleme hakkı Allah’a aittir ve sadece O insanın yazgısı üzerinde mutlak velayet sahibidir, her meşru velayetin onun iznine ve emrine tabi olması gerekir.  Bununla birlikte, Allah bu hakkı halka tefviz etmiş ve Allah tarafından verilen bu yetki, tefviz gereğince de halk imam ve veliy-i emri kendi iradeleriyle seçebilme hakkına sahip olmuştur.

Allah’ın seçme hakkını halka tefviz ettiği nazariyesi tevhidle çelişmez; ancak burada tartışılması gereken problem, böyle bir yetkilendirmenin, tefvizin gerçekleştiğine dair Kur’ân’a ve Sünnet’e dayanan bir delilin var olup olmadığıdır? Fıkıh ve kelam kitapları üzerine yaptığım araştırmalarda böyle bir tefvizin söz konusu olduğuna dair bir kanıta rastlamadım. Ancak Ehl-i Sünnet ulemasının imamet ve hilâfetin sıhhatini üç delille gerekçelendirdikleri görülmektedir: İcma, şûrâ, biat. Yani buna göre, Hz. Peygamber’den sonra imam ve halife, ümmetin icma üzere veya hall ve akd ehli şurası (seçiciler ve azlediciler komisyonu) tarafından veyahut halkın bir kısmının biat etmesi neticesinde seçilirse sahih ve meşru kabul edilir.

İcmanın şerî hüccet olup olmadığı ulema arasında tartışmalıdır. Hüccet olduğunu kabul edelim; acaba halk Hz. Peygamber’in vefatından sonra hilâfet konusunda icma mı etmiştir? Nerede, ne zaman böyle bir şey vuku bulmuştur? Kimse Müslümanların birinin hilâfeti üzerinde icma ettiklerini iddia edemez. İcmanın hüccet olmasıyla ilgili bir tahlilim var, biraz ondan söz etmek istiyorum: İcmanın hüccet olduğu farz edildiğinde, her icma, icmanın akdedilmesinden sonraki asır fakihleri için hüccet olur. Fakat icmanın akdedilmesine katkı sağlayan fakihler, kendi akdettikleri icmaya istinat edemezler; çünkü o icmayı ortaya çıkaran kendileridir ve kendileri bu icmayı delil gösterirlerse ortaya bir devir, kısır döngü çıkar. Buna göre icma edenlerin kaçınılmaz olarak istinat edilebilir bir başka delile yaslanmaları gerekir. Bu durumda şu soru gelir akla: Eğer istinat edilebilir bir delil mevcutsa, icmadan sonra yaşayan fakihlerinin icmaya istinat etmelerine ne gerek vardır? Bu soruyu şöyle cevaplarız: İcma, icmanın delili olmadığından hüccettir. Açıktır ki, bu durumda, icmanın hüccet oluşuyla Kitap ve Sünnet’in hüccet oluşu birbirinden farklıdır. Çünkü Kitap ve Sünnet, müstakil birer hüccettir; icma ise, icma eden zamanın fakihlerinin istinat ettikleri, sonradan da ortadan kalkan delil dolayısıyla hüccettir. Aslında icma kendi başına delil değildir; delilin keşfini sağlayan bir araçtır.

Bu tahlilin ve açıklamanın ardından şu soruyu soralım: Ümmetin Resul-i Ekrem’den (s.a.a.) sonra halife seçmesine dayanak, mesnet olabilecek delil nedir? Bu delilin Kur’ân’dan olmadığı kesindir; çünkü Kur’ân olduğu şekliyle, tam olarak bize ulaşmıştır ve biz onda böyle bir delile rastlamayız. Aklıselim de delil olamaz, zira aklıselim delili, o gün de bugün de aynıdır. Bu durumda delilin Sünnet’e dayanıyor olması gerekir. Eğer ümmetin dayanağı hadis idiyse, fevkalade siyasî öneme haiz olan bu hadisin yitmiş olması, kitaplardan, hafızalardan ve hatıralardan silinmiş olması olası değildir. Dolayısıyla, bir delile dayanmayan veya bir delilin keşfedilmesini sağlamayan icma hüccet olamaz.

Halkın halife seçimini meşrulaştırabilmek için başvurulan ikinci yol şuradır. Bunu da Kur’ân’ın birkaç ayetinde şuranın meşru olduğunun tespit edildiği tezine dayandırıyor: “İşleri kendi aralarında şura ile olanlar” (Şûrâ, 38)“İş konusunda onlarla müşavere et” (Âl-i İmrân, 159)ve Resul-i Ekrem’den (saa) sonra halife seçiminin hall ve akd ehlinden (seçiciler ve azlediciler komisyonu) bazılarıyla edilen müşavere sonucunda gerçekleştiğini ileri sürüyorlar.

Bu delilde çok açık bir problem var, kısaca anlatalım: Kur’ân’da ve hadislerde şuranın emredildiği kesindir, lakin şura kararının halk veya yönetici üzerinde bir yaptırım gücüne sahip olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Kurtubî “İşleri kendi aralarında şura ile olanlar” ayetini tefsir ederken şöyle yazar (Tefsir, c. 4, s. 162):

“Şura, görüş ayrılıklarına, ihtilaflara dayanır; kendisiyle meşveret edilen üzerinde görüş ayrılığı bulunan konuyu inceler ve mümkün olduğunca Kur’ân’a ve Sünnet’e en yakın görüşü seçer. Şu halde, eğer Allah onu iradesi ve meşiyetiyle irşad ederse o görüşte karar kılar ve Allah’a tevekkül ederek, o görüşe göre bir hüküm verir.”

Âl-i İmrân 159’a dikkat edilirse şuranın gerekli olduğu ancak bir yaptırım gücünün bulunmadığı açıkça anlaşılır. Çünkü ayet iki kısımdan oluşur. Birincisinde, ilki kısmı veliy-i emr için şuranın gerekli olduğunu işaret eder: “İş konusunda onlarla müşavere et.” İkinci kısmında ise, veliy-i emrin karar aldıktan sonra Allah’a tevekkül ederek kararını uyguladığından söz edilir: “Bir şeye kesin karar verdiğin zaman da Allah’a güven.”

İmamet ve velayet, yaptırım gücü olmaksızın gerçekleşmez. Hâlbuki hall ve akd ehlinin meşveretiyle imamete ulaşan bir kimsenin itaati, bir delile dayanılarak başkalarına kabul ettirilemez. Kur’ân’da ve Resulullah’ın (s.a.a.) sünnetinde, hall ve akd ehlinin meşveretiyle veya ümmetin büyük çoğunluğunun bir araya gelmesiyle imam seçilen birine itaatin farz olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Şimdiye dek hiç kimse Âl-i İmrân 159’un meşvereti gerekli görmekle birlikte şuranın yaptırım gücüne sahip olduğunu ispat edebilmiş değildir.

Öyleyse, Kur’ân’ın böyle bir önem atfettiği meşveretin ne faydası vardır? gibi bir soru sorulabilir. Cevap şudur: Şura, veliy-i emrin siyasî meseleler hakkında daha fazla bilgi toplayabilmesi ve halkın katılımı açısından faydalı, hatta gereklidir.

İcma ve şuradan sonra şimdi sıra biat meselesine geliyor. Biat, fıkıh açısından üç şekilde yorumlanmıştır:

İlkin, biat, kurucu bir değere sahip değildir ve sadece veliy-i emre itaatin farz olduğuna dair bir tekittir. Nedeni şudur: Resul-i Ekrem, risâleti süresince Müslümanlardan üç defa biat aldı, fakat her üçünde de Müslümanların Hz. Peygamber’e itaatinin kaynağı biat değildi; itaatin kaynağı Allah’ın emriydi. İlk biat, Akabe’deki davet biatiydi; ikincisi, ağacın altındaki cihad biatiydi ve üçüncüsü, Gadir-i Hum’daki velayet ve vesayet biatiydi.

Biat bağlamında öne sürülen ikinci nazariye şudur: Biat, imama itaatin sıhhat şartıdır. Şöyle ki, imam tayini ve imama itaat, her ikisi de Allah’ın emriyle olur, fakat itaatin sahih olmasının şartı biattir. Bu, namazın sıhhatinin (namazın bir şartı olarak) abdeste bağlı olmasında olduğu gibi, itaatin biate bağlı olduğu anlamına gelmez.

Fıkıh disiplini açısından üçüncü biat nazariyesi, biatin itaatin sıhhat şartı değil de gerekli şartı olduğudur. Buna göre, biatten önce itaat farz değildir, ancak biatten sonra itaat farz olur. Bu, haccın ekonomik yeterliliğe sahip olan kimseye, zekâtın da malı nisap miktarına ulaşana farz olmasına benzer. Bu durumda eğer biat bizzat farz ise -ki öyledir- imama biat gerekli ve biatin gerçekleşmesinden sonra itaat de farzdır.

Bu nazariyede halkın imam tayininde ve seçiminde özgür bırakıldıklarına, kimi isterlerse imamet ve velayet makamına getirebileceklerine dair bir işaret yoktur.

Görüldüğü üzere biat bağlamında ortaya atılan üç nazariyenin hiçbirinde imam tayininde halka bir hak verilmemiştir. Netice itibariyle bu üç fıkhî aracın, icma, şura ve biat, hiçbiri halka imamı seçme hakkı tanımaz. Dolayısıyla, Allah tarafından imamı seçme yetkisinin halka tefviz edildiği nazariyesinin İslâm’da sahih bir delili yoktur. Halkın imam seçme hakkına sahip olduğunu öngören nazariyeler hakkında yaptığımız bu kritiğin ardından imamın ve veliy-i emrin seçimle tayin edileceği görüşüne inanmamız mümkün olamaz. Fıkıh ve kelam disiplinleri açısından bu görüşün çürütülmesinden sonra nass nazariyesini kabul etmekten, sadece Allah’ın nassının ve atamasının imametin ve velayetin delili olabileceğine inanmaktan başka çaremiz kalmaz. Biz bu görüşü üç esas ilkeye dayanarak açıklarız:

Birincisi, yaratılışta, ulûhiyette, yönetimde, rubûbiyette ve mâlikiyette birlik (tevhid) ilkesidir ki Kur’ân’da bu konularda şöyle buyrulur:

“Allah’ın dışında bir başka yaratıcı var mı?” (Fâtır, 3)

“O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin.” (Enâm, 102)

“O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır.” (Zuhruf, 84)

“De ki: Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin; dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın.” (Âl-i İmrân, 26)

“Sizin Rabbiniz kim, ey Mûsâ?” dedi. Rabbimiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir.” (Ta-Ha, 49-50)

İkincisi, hâkimiyette ve kanun koymada tevhid. Kur’ân’da şöyle buyrulur:

“Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” (Enâm, 57)

Üçüncüsü, insanlık tarihinde imamın ve veliy-i emrin Allah tarafından tayin edilmesi. Kur’ân’da Hz. İbrahim’in (a.s.) imamet ve velayeti hakkında şöyle buyrulur:

“Hani, İbrahim’i Rabbi bir takım kelimelerle imtihan etmişti de o da bunları tamamlayınca: ‘Seni insanlara imam kılacağım’ buyurmuştu. İbrahim de: ‘Benim neslimden de demişti.’ (Allah:) ‘Benim ahdim zalimleri kapsamaz’ buyurmuştu.” (Bakara, 124)

Resul-i Ekrem’in (s.a.a.) imameti ve velayeti hakkındaysa şöyle buyurur: “Nebi, müminlere kendi nefislerinden evlâdır.” (Ahzâb, 6)

Kur’ân’dan çıkarılan bu temel ilke doğrultusunda nass nazariyesini doğru bir şekilde anlayabilir ve şunu söyleyebiliriz: Ümmetin imamını seçmek sadece Allah’a aittir, O’nun dışında veya O’nun izin verdiğinin dışında hiç kimse kesinlikle imam atama veya seçme hakkına sahip değildir.

emamat.ir

Çev: İbrahim Erkin

www.medyasafak.net

0
Would love your thoughts, please comment.x