İslam Devrimi bağlamında Müslümanlar, Kuran-ı Kerim’de Allah’ın (c.c.) Peygamber (s.a.a.) zamanındaki Müslümanları ikaz ettiği ayetini de dikkate almalıdır: “… Eğer O’ndan [Allah’tan] yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.” (Muhammed: 38). İbn Kesir, tefsirinde, Peygamber’in (s.a.a.) sahabelerinin bu ayeti duyunca şaşırdıklarını ve ona kendilerinin (Arapların) yerini kimin alacağını sorduklarını anlatır.

Zafer Bengaş

Crescent-online

3 Haziran 1989 günü bu dünyadan göçüp ahirete irtihal eden İmam Humeyni, küresel siyaset üzerinde derin bir etki bıraktı. İslam Cumhuriyeti’nin, 36 yıldan daha uzun bir süre boyunca küresel küfür ve nifak komplosuna karşı durmada gösterdiği başarı, onun güçlü İslami köklerine şahitlik eder.

3 Haziran günü, İmam Humeyni’nin bu dünyadan göçüp ahirete irtihal edişinin 26. yıldönümü. Bugün, küresel çaptaki adanmış Müslümanların İmam Humeyni’ye bağlılıklarını göstermelerinin ve onun 20. yüzyıla yaptığı büyük katkıyı yansıtmalarının damgasını vurduğu bir gün.

1978–1979 yıllarında İran’da İmam’ın liderliğinde gerçekleşen İslam Devrimi’nin küresel meseleler üzerinde derin bir etkisinin olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Onun arkasından gelen bütün olayların izi, İmam’ın, Batı’nın emperyal tahakkümünün en güçlü kalelerinden biri olarak görülen bir ülkede meydana getirdiği değişime götürülebilir. İslam Devrimi’nin başlangıcından yalnızca birkaç ay önce, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter, Şah yönetimindeki İran’ı bir çalkantı denizindeki “istikrar adası” olarak tanımlamıştı. İslam Devrimi bu sözde istikrar adasını, tarihin çöplüğüne attı.  Hatta fazlasını da yaptı: İslam Devrimi, küresel siyasi manzarayı geri dönüşsüz bir şekilde değiştirdi.
At gözlüklerini çıkarmak isteyenler, yasadışı yaptırımlarla geçen on yıllara rağmen İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgede gerçekten bağımsız olan ve güç ve nüfuz kazanmış olan tek ülke olduğunu görecektir – hatta biri, dünyada da tek olduğunu söylemeye cesaret edebilir. Müslüman Doğu’nun (diğer adıyla Ortadoğu’nun) çoğunda kaos ve karmaşa var. İslami İran ise bütün meydan okumaları – iç sabotaj, dış saldırı ve yaptırımlar – savuşturdu ve tüm bunlardan daha güçlü çıktı.

İmam’ın, empoze edilen küresel düzeni anlamadaki büyük bilgeliğini ve İran’ın Müslüman kitlelerini, en azından Ümmet’in bir kısmı – İran’dakiler – gerçek bağımsızlık kazanacak, İslami prensiplere göre yaşayacak ve hem öteki Müslümanlar, hem de gayrimüslimler için bir model oluşturacak şekilde bu küresel düzene karşı seferber etme becerisini düşünmeliyiz. 1979 yılından beri İslami İran, en zor koşullarda böyle bir modeli sunmaya çalıştı.

20. yüzyılda pek çok siyasi değişim meydana geldi: 1917 yılında Rusya’da gerçekleşen Marksist devrim; Mısır (1952), Endonezya (1966), Libya (1969) darbeleri vs. Yaptıkları tek şey, bir baskıcılar grubunun yerine bir diğerini geçirmek oldu. 1947 yılında Pakistan’ın kuruluşunu da kaydadeğer bir olgu olarak düşünebiliriz, ancak ne yazık ki bu ülkede, halkın beklentilerini yerine getirmekten çok uzak olan yeni yöneticiler basit bir şekilde, Britanya Rajı’nın politikalarını sürdürdü. Yalnızca, sürgündeki İmam tarafından liderlik edilen İslam Devrimi tamamen dönüştürücü bir değişim oldu.

Hilafetin kaldırılmasından beri, Mustafa Kemal’in Türkiye’de onun yerine laik bir sistem geçirmesine (1924) rağmen Müslümanlar bu kurumu yeniden tesis etmek için mücadele etti. İlk adım Mısır’da İmam Hasan el-Benna’dan geldi. Meslek itibariyle öğretmen olan Benna, 1928 yılında İhvan el-Müslimun (Müslüman Kardeşler – MK) teşkilatını kurdu. Teşkilat başlangıçta bir sosyal yardım örgütü işlevi gördü, ancak kısa süre içinde Mısır siyasetinin girdabına sürüklendi. İmam el-Benna Şubat 1949’da popülerliğinin ve İhvan’ın yükselişinin kurulu düzene tehdit olarak görülmesi nedeniyle vurularak katledildi.

Dünyanın başka bir kısmında – halen azınlıkta olsa da önemli bir Müslüman nüfusa sahip olan İngiliz sömürgesi Hindistan’da  – Mevlana Ebu’l-Ala Mavdudi, 1941 yılında Pathankot’ta (günümüzün Hindistan’ı içinde) Cemaat-i İslami’yi kurdu. Cemaat’in açıklanmış amacı ayrıca, İslam devleti olarak adlandırdığı hilafeti tesis etmekti. Şair-filozof  ve öngörü sahibi bir kişilik olan Dr. Muhammed İkbal,  Mevlana Mavdudi’yi, Ağustos 1947’de bağımsızlık sonrasında Pakistan’ın parçası haline gelen Lahor’a taşınmaya ikna etti. İngiliz sömürgeci yönetimi henüz sona ermemişti, ancak bunun yolda olduğuna dair açık işaretler vardı.

İran’da, İngiliz müdahalesine karşı 1905–1907 yıllarının Anayasa hareketinde tepe noktasına varan birkaç ayaklanma ve 1951–1953 yıllarında Şah’a karşı ayaklanma oldu, ancak İran uleması, Onikinci İmam’ın yokluğunda İslam devleti kurulması yönünde ideolojik bir sıçrama yapmadı. Bu yüzden mücadeleleri büyük ölçüde, bir takım özel meselelerle sınırlı kalırken, İslam devletini kurmak için Şah’ın gayrimeşru Batı destekli monarşini devirmeye duyulan temel ihtiyaça herhangi bir gönderme yapılmadı. Sünni ulema ise bu türden tutukluklar göstermedi, zira Sünni siyasi düşüncesinde, İslami bir devlette yaşamak veya böyle bir devlet kurmak için mücadele etmek, doğal düşünce sürecinin bir parçasıdır.

Şii ulemanın en sonunda Şah’ın tiranca rejimini yıkma hareketini başlatmak için harekete geçmesi ancak, İmam’ın Necef (Irak) sürgünü sırasında İslami hükümetin önemi konusunda okumalar yapmasından sonra mümkün oldu.  Necef’teki geleneksel Şii uleması, İmam’ın siyasi düşünce ve İslam devleti konusundaki içtihadına olumlu bakmadı. İmam’ın çağrısına yanıt verenler, genç ulema yapısı ve Şii kitleleri oldu. 1964’teki sürgününün – önce Türkiye, arkasından Irak – başlamasından önce İmam, Şah’ın rejimine dolambaçsız bir şekilde meydan okumaya, onu gayrimeşru olarak ve emperyalizmin ve Siyonizm’in bir kuklası olarak tanımlamaya başlamıştı.

İmam’ın dikkat çekici özelliklerinden biri, bütün düşünce okullarından – Sünni ve Şii – ulemaya ulaşması ve onları hakikat ve adalet için mücadeleye teşvik etmesiydi. İmam, hayatındaki mücadelenin önemli bir döneminde, 1963 yılında hacca gitmişti. Mevlana Mavdudi de Hac için Mekke’deydi. İmam, Mevlana Mavdudi’yle görüşmek için özel bir çaba sarfetti ve onu, Şah rejiminin adanmış Müslümanlara karşı uyguladığı korkunç baskı konusunda bilgilendirdi. Kendisi de büyük bir alim olan Mevlana Mavdudi’nin, İmam gibi büyük bir alime, çok büyük bir nezaket ve saygı gösterdiği aktarılır. Hac’dan dönüşte Mevlana Mavdudi’nin tercümanı Halil Ahmed Hamdi, Cemaat’in “Tercüman el-Kur’an” isimli dergisinde, adanmış Müslümanlara uyguladığı baskı nedeniyle Şah rejimini sert bir şekilde eleştiren uzun bir makale yayınladı.  O dönemde (kendisini “feldmareşal” olarak atamış!) General Eyüb Han tarafından yönetilen Pakistan rejimi acilen Mevlana Mavdudi’yi ve Cemaat’in bütün yöneticilerini, dost bir ülkeyle olan “ilişkilerin altını oymak” ve Pakistan’ın “ulusal çıkarlarına” tehdit oluşturmak suçlamasıyla tutukladı.  Eyüb’ün askeri rejimi aynı zamanda bir siyasi parti olarak Cemaat’i yasakladı.

Yasağa hem Batı Pakistan Yüksek Mahkemesi’nde hem de Doğu Pakistan Yüksek Mahkemesi’nde meydan okundu (Bangladeş henüz kurulmamıştı ve Pakistan’ın iki “eyaleti” – Batı ve Doğu – tek bir ülke teşkil ediyordu).  Cemaat, Doğu Pakistan Yüksek Mahkemesi’nde orduya karşı davayı kazandı, ancak Batı kanadında kaybetti. Parti bunun üzerine dosyayı, üyelerinin hâlâ kanun devletine bağlı kalmak ve askeri rejimin fiziksel saldırı taktiklerine karşı durmak isteyen Pakistan Yüksek Mahkemesi’ne götürdü. Mahkeme, hükümetin Cemaat hakkındaki yasaklama kararını kanunsuz ilan etti ve bütün liderlerinin serbest bırakılmasını emretti.

Aşağıdaki olguları da kaydetmek erekir. 1979’da İslam Devrimi’nin başarısıyla geçen aylar içinde İmam, iki özel temsilcisini, Mevlana Mavdudi’ye aralarındaki yakın kişisel ilişkiyi ve saygıyı açıkça gösteren bir mesaj iletmek üzere Lahor’a gönderdi.  Ağustos 1979’da Mevlana Mavdudi, tedavi için New York’un Buffalo şehrindeydi. Bu şehirde yaşayan fizikçi oğlu, onu ABD’ye getirmişti. 25 civarında Müslüman, oğlunun evinde Mevlana Mavdudi’yi ziyarete gitti ve görüşme sırasında bu yazar özel olarak kendisine,  İslam Devrimi ve İmam Humeyni hakkındaki fikrini sordu. Mavdudi her ikisi için de hayranlık duyduğunu ifade etti ve Allah’ın (c.c.) İslami devlete, emperyalistlerin entrikaları ve saldırıları karşısında ayakta kalacak güç vermesi için dua etti. Mevlana Mavdudi 22 Eylül 1979 tarihinde Buffalo’da vefat etti ve Toronto’da yaşayan çok sayıda Müslüman, orada düzenlenen cenazeye katıldı.

Bazı üst düzey üyelerinin Suudi bağışlarından etkilenmesine ve kraliyetin nüfuz çemberine çekilmesine rağmen Cemaat, İslam Cumhuriyeti liderliğiyle dostça ilişkilerini korudu. Cemaat’in Pakistan’daki pek çok başka “İslami” partinin ve örgütün aksine, siyasi meselelerle ilgili anlayışının bir İslam devleti kurulmasına kendisini adamış bir örgütten bekleyeceği kadar keskin olmamasına rağmen mezhepçi düşüncelerin dışında hareket ettiğini de söylemek gerekir.
Cemaat’in ve Mısır’daki İhvan’ın yaptığı belki de en ölümcül hata, kendi toplumlarında mevcut, sömürgecilerin empoze ettiği düzenin içinde hareket etmeleri oldu. İhvan, Cemaat’ten çok daha fazla gaddarca baskılar gördü ve emperyalizmin temsilcileri, ayrıca şimdi Siyonizm’in ve Vehhabiliğin temsilcileri her türlü muhalefet ifadesini acımasızca ortadan kaldırdı. Sömürgecilerin empoze ettiği düzende seçimlere katılım, İhvan’ın ve Cemaat’in umduğu sonuçları getirmeyecektir. Bunun son örneği, Mısır’da Temmuz 2013’te seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin İhvan destekli hükümetine karşı gerçekleşen vahşi askeri darbedir. Binlerce insan, soğukkanlılıkla doğranmıştır.

İmam bu türden kafa karışıklıkları içinde değildi. O, Şah rejiminin oluşurduğu her türlü kurumun otoritesini kategorik olarak reddetti. Bazı kişiler İmam’a mahkemelerde Şah rejimine karşı dava açmayı önerdiği zaman o, “eğer rejim gayrimeşru ise, nasıl olur da onun mahkemelerinin meşruiyetini kabul edebiliriz?” diyerek önerileri reddetti. Şah sistemi altında herhangi bir siyasi partiye kaydolma başvurusu da yapmadı. Onun duruşu net ve açık sözlüydü: bu rejim, emperyalizmin ve Siyonizm’in gayrimeşru bir temsilcisiydi. Gitmeliydi.

İslam Devrimi’nin zaferinden bu yana İran halkı devasa bir kan ve can bedeli ödemek zorunda kaldı, ancak hem içeride hem de dışarıda bütün bu baskıları savuşturdu. Sömürgecilerin empoze ettiği düzene meydan okuduğu için, emperyalistlerin ve Siyonistlerin İslam Devrimi’ni yıkmak için hiçbir çabadan kaçınmayacağı açık olsa da, esas dikkat çekici olan İslam Devrimi’nin aynı zamanda Müslüman dünyadaki kukla rejimleri ifşa etmiş olmasıdır. Her ne kadar başlangıçta nefretlerini yanıltmaca içinde kamufle edebilmiş olsalarda da, bugün onların İslam Devrimi’ne olan nefretleri gözle görülebilmektedir.

Biz Crescent International‘daki kişiler olarak her zaman bu rejimlerin gayrimeşru olduğunu ve İran tarzı benzer İslam devrimleriyle yıkılması gerektiğini savunduk. Öteki yaklaşımlar – darbeler, seçimler, parti politikaları, vs- başarısız olmuştur ve Müslüman kitlelerin düzgün hayata benzer bir hayat yaşayabileceği şekilde bile arzulanan değişimi getirmeyecektir. Bizim tahlilimiz zamanın sınavından geçmiştir ve birbiri ardına gelen gelişmeler tarafından teyit edilmiştir.

Biz ayrıca, herhangi türden bir mezhepçiliği teşvik etmek bir yana, asla buna izin bile vermedik. Biz ister Sünni ister Şii olsunlar, bütün Müslümanları kardeşlerimiz olarak görüyoruz. Bizim rehberimiz, Kuran ve yüce Resul’ün (s.a.a.) Sünnet’i olmuştur. Bu temelde, yazarlarımızın çoğunun “Sünni” kökenli olmasına rağmen İslam Devrimi’ne tam destek verdik. Her ne kadar bu, muarızlarımızın bize anlamsız suçlamalar yöneltmesine sebep olduysa da, bunlar bizi çağımızın yegane İslami devletini destekleme yönündeki İslami vazifemizi yerine getirmekten caydıramadı.

Emperyalizme ve Siyonizm’e hizmet eden sözde Müslüman rejimler, propagandalarının parçası olarak İslam Devrimi’ni “Şii” diye yaftaladı. Bu, Müslüman dünyadaki “Sünni” çoğunluğun İslam Devrimi’nden koparılması anlamına geliyordu, ancak bir “Sünni” emsal sunmayı başaramadılar. “Şii” yaftası, kötü bilgilendirilmiş Müslümanların mezhepçiliğine oynamak anlamına geliyordu. Eğer bu “Sünni” rejimlerin sunabileceği tek şey, Daiş tarzı tekfirci bir “İslami” devlet modeliyse, o halde Müslüman dünya çok ciddi bir sorunla karşı karşıya demektir. Doğru, bazı Sünni alimler tekfircileri ve onların vahşi yöntemlerini kınamıştır, ancak Müslüman dünyanın geri kalanında, Müslüman seçmenleri temsil eden bir hükümet ve liderlikle ortaya çıkma yönünde hiçbir ciddi girişim olmamıştır.

Kuran, bir Müslüman’ın hayattaki statüsünü neyin belirlediği konusunda son derece açıktır: bunu aşiret, doğum yeri ya da etnik kimlik değil, takva belirler (Hucurat:13). Dahası, yüce Peygamber (s.a.a.) Veda Haccı’ndaki son hutbesinde açıkça, Arap’ın Arap olmayan (Acem) üzerinde, beyazın siyah üzerinde, yahut tersi şekilde bir üstünlüğü olmadığını belirtmiştir. Bir kez daha, yegane belirleyici kriter takvadı. Yüce Peygamber’in (s.a.a.) en yakın sahabeleri arasında Bilal (Habeşistanlı), Selman (Farisi) ve Suheyb (Romalı) de vardır. Doğrudur, Arap ırkçılar bu “yabancılara” içerlenmiştir, fakat Peygamber (s.a.a.) takva temelinde bu meşhur sahabelerle olan ilişkilerinde ve onların ulvi mevkileri konusunda açık olmuştur.

Ne yazık ki tarihte baskın olan asabiyye (dışlayıcılık) bugün de mevcuttur ve Arap Yarımadası’nı güç yoluyla işgal eden Necd’li Bedeviler gibiler tarafından aktif olarak savunulmuştur. Onlar hem mezhepsel farklılıklara, hem de Arap/Arap olmayan meselelerine oynuyorlar. Onlar, adeta Peygamber (s.a.a.) bir “Suudi” veya Necd’liymiş gibi davranıyorlar.

Bütün Müslümanlara, Abdullah bin Ömer tarafından rivayet edilen ve Buhari tarafından nakledilen şu hadisi hatırlatmak isteriz:

Peygamber (s.a.a.) “Ey Allah’ım! Şam’ımızı [coğrafi Suriye/Levant] bizim için koru; Ey Allah’ım! Yemen’imizi bizim için koru” dedi. Onlar [hazır bulunan Müslümanlar], “Ya Necd’imiz?” diye sordu. Resulullah (s.a.a) bir kez daha, “Ey Allah’ım, Şam’ımızı bizim için koru; Ey Allah’ım! Yemen’imizi bizim için koru” dedi. Onlar bir kez daha, “Ya Resulallah, peki Necd’imiz?” diye sorunca bu üçüncü seferde O (s.a.a.), “Orada [Necd’de] sarsıntılar, fitneler meydana gelecek ve Şeytan’ın nesli türeyecektir” dedi.

Pek çok İslam alimi, defaatle sorulmasına rağmen yüce Peygamber’in (s.a.a.) Necd için dua etmediğini, yahut onu kutsamadığını fark etmişlerdir. Bilakis o, bölgenin büyük bir fitnenin merkezi olacağını bildirmiştir. Arapça metinde kullanılan ifade karn el-şeytan‘dır ki bu genellikle kelimesi kelimesine, Şeytan’ın boynuzu olarak çevrilir; ancak Arapça’da karn kelimesi mecazi olarak, İslam kisvesi giymiş halde, Şeytan’ın buyruklarını yerine getirecek bir nesli ifade eder.

İslam Devrimi bağlamında Müslümanlar, Kuran-ı Kerim’de Allah’ın (c.c.) Peygamber (s.a.a.) zamanındaki Müslümanları ikaz ettiği ayetini de dikkate almalıdır: “… Eğer O’ndan [Allah’tan] yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.” (Muhammed: 38). İbn Kesir, tefsirinde, Peygamber’in (s.a.a.) sahabelerinin bu ayeti duyunca şaşırdıklarını ve ona kendilerinin (Arapların) yerini kimin alacağını sorduklarını anlatır. Yüce Peygamber (s.a.a.) elini, yanında duran Selman-ı Farisi’nin omzuna koymuş ve bu kişilerin onun halkından olacağını söylemiştir. İbn Kesir’in, en muhafazakar müfessirlerden biri olarak görüldüğü de belirtilmelidir.

Araplar Allah’ın (c.c.) dinini terk ettikçe, Selman-ı Farisi’nin torunları Kuran-ı Kerim’in mesajını kavradı ve onu kendi hayatlarında uygulamaya çalıştı. İmam Humeyni tarafından gerçekleştirilen İslam Devrimi, Kuran ayetinin ve yüce Peygamber (s.a.a.) tarafından sunulan izahatın gerçekleşmesidir. Hangi derecede olursa olsun hiçbir nefret propagandası, bu gerçeği eksiltemez.

www.medyasafak.net