Ülkemizde bir süredir intihar vakaları gündem oluyor. En son iki gün önce bir gün içinde meydana gelen 7 intihar vakası sosyal medyanın gündemine oturdu. Yapılan haber ve paylaşımlarda bu vakaların dinamiklerini bütüncül bir şekilde ele almaktansa politik ve yüzeysel değerlendirmeler yapıldı. Bir sorunun doğru bir şekilde teşhis edilmemesi o sorunun devam etmesine yol açacaktır. Politik çıkarlara malzeme yapılan her sorun, o sorunun daha da büyümesi demektir. Şiddet vakalarında bunu gördük, görüyoruz. İntihar vakalarında da eğer sebepler bütüncül ve doğru bir şekilde ortaya konulmaz ise sorunu çözmek mümkün olmayacaktır.

*

Öncelikle intiharın bütün dünya ciddi bir sorun olduğunu ve bunun da yeni bir şey olmadığını belirtmek gerekir. Özellikle son 45 yılda intihar vakaları hızlı bir şekilde artmaktadır.[1] DSÖ’ye göre yılda 800 bin kişi intihar etmekte, 10 milyondan fazla kişi ise intihar girişiminde bulunmaktadır. Dünyada her “40 saniyede” bir kişi intihar sonucu ölmekte[2], her “3 saniyede” bir kişi ise intihar girişiminde bulunmaktadır.[3]

Sanılanın aksine intihar gelişmiş ülkelerde de ciddi bir sorundur. Yoksulluk, geçim sıkıntısı, işsizlik, iflas gibi ekonomik sebepler risk faktörleri olmakla beraber, mevzu sadece ekonomik değildir. Eğer öyle olsaydı Finlandiya, Danimarka, Norveç, İzlanda gibi dünyanın en müreffeh ülkelerinde intihar oranları bu kadar yüksek olmazdı. Euro News geçtiğimiz yıl yaptığı bir haberde şu ifadeleri kullanıyor: “Dünyanın en mutlu ülkeleri sıralamasında yıllardır üst sıralarda yer alan Finlandiya, intihar vakalarının da en çok görüldüğü yerlerin başında geliyor. Finlandiya’yı en mutlu ülkeler listesinde Danimarka, Norveç ve İzlanda gibi özgürlük, eğitim, sağlık hizmetleri, gelir seviyesi gibi insan yaşamını kolaylaştıran unsurların gelişmiş olduğu diğer İskandinav ülkeleri takip ediyor.  Dünyanın en büyük ekonomisine sahip Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ise en mutlu ülkeler listesinde 19’uncu sırada. Verilere bakıldığında Finlandiya’da her 100 bin kişide görülen intihar oranı 11.6 iken, ABD’de bu rakam 10.1 civarında. Refah seviyesinin iyi olduğu İskandinav ülkeleri de intihar vakaları oranının yüksekliğiyle dikkat çekiyor.” [4]

Araştırmalar intihar vakalarını tetikleyen pek çok risk faktörünü ortaya koymaktadır. Evlilikle ilgili sorunlar, işsizlik, düşük sosyoekonomik düzey, yalnız yaşama, göç, bir yakının ölümü, göz altına alınmak, tutukluluk, yoksulluk, boşanma vb. bunlardan bazılarıdır.[5] Depresyon ve diğer psikolojik problemler intihar vakalarının arkasındaki önemli etmenlerdendir.[6] İntihar vakalarında demografik açıdan üç grup; erkekler, gençler ve yaşlılar dikkat çekiyor. 15-29 yaş arası gençlerde intihar, trafik kazalarından sonra en başta gelen ölüm sebebi.[7] Gelişmiş ülkelerde erkeklerin intihar oranı kadınların intihar oranından 3 kat daha fazla. Türkiye’de ise 2018’de gerçekleşen 3 bin 161 intihar vakasından %75,6’sını erkekler oluşturuyor.[8] Orta yaş ve üstü de intihar vakalarında önemli bir risk grubu olarak öne çıkıyor.[9] Dünya ölçeğinde toplanan veriler, Türkiye’deki intihar oranlarının dünya ortalamasının altında olduğunu gösteriyor.[10]

Ama pek çok sorunda olduğu gibi, uluslararası kurumlar her yıl artan istatistikleri yayınlamanın ötesinde bu tür psiko-sosyal sorunlara köklü çözümler üretememektedir. Kuşkusuz bunun en önemli sebebi, sorunun dinamiklerinin gerçekçi bir şekilde teşhis edilmemesi. Çünkü bugün yeryüzüne hâkim olan anlayışın karşılaştığımız pek çok sorunla ilgisi, ilişkisi vardır. Rekabete, daha fazla kâr elde etmeye ve tüketime odaklı kapitalist ekonomi anlayışı bunun temel sebeplerinden biri. Bu ekonomik anlayış zengini koruyan, gözeten onun daha fazla semirmesine fırsat veren, yoksulları ise toplumsal hayatın daha da dibine iten, hatta ıskartaya çıkaran bir sistemi tahkim etmiştir. Dünyanın en zengin %1’lik kesiminin serveti, dünyanın geri kalan %99’unun servetine eşittir.[11] Asıl sorun bu adaletsiz gelir dağılımını meşrulaştıran, buna fırsat ve zemin hazırlayan hukuki, siyasal, ekonomik düzendir. Bu düzene ruhunu veren materyalist mantık değişmedikçe konuşmalarımız kîl-u kal’den öteye geçmeyecektir.

Bir diğer önemli neden de, insanları bireycileştiren; sosyal/geleneksel/ailevi/inanç bağlarından koparıp onları yalnızlığa mahkûm eden “güvensiz/tekinsiz” kültürel atmosferdir. Bireyci kültürün kendine göre avantajları var. İstediğin gibi yaşayıp herkese “Sana ne!” diyebiliyorsun. Ama bu aynı zamanda başkalarına “Bana ne!” deme hakkı da veriyor. Geçenlerde Norveç’te meydana gelen olay bunun acı örneklerinden biridir. Dairesinde ölen bir adamın cesedi 9 yıl sonra fark edildi.[12] Bu süre içinde adamı kimse arayıp sormamış. Üstelik adamın çoluk çocuğu da var. Ne devlet, ne komşular, ne de akrabaları “bu adam nerede?” dememiş. Yalnızlık ve umursamazlık bugün çok önemli bir sorun. Norveç’in başkenti Oslo’da her iki evden biri yalnız insanların oturacağı şekilde yapılmıştır.

İşin aslı, hem materyalist/kapitalist/liberal sistem sürsün, hem de bu sorunlar bu sistem içinde çözülsün isteniyor. Bu, hem Firavun iktidarda kalsın, hem kölelik bitsin demekle; hem bataklık kalsın, hem de sivrisineklerden kurtulalım demekle aynı şey. Çıkar ve güç merkezli hayat anlayışı bataklığın kendisidir. Sistem bataklık temeli üzerine kurulmuş, ona halel gelsin istenmiyor. O yüzden şöyle bir mekanizma oluşturuluyor: “Bataklık kalsın, sivrisinekleri de sinek ilaçlarıyla öldürelim”. Böylelikle bir de sinek/böcek ilacı sektörü ortaya çıkıyor. O böcek ilacının bu sefer başka yan etkilerini görmeye başlıyoruz, mesela nefes darlığına/astıma/bronşite vs. yol açıyor. Onu önlemek için “astım ilacı sektörü” devreye giriyor. Bu böyle devam edip gidiyor. Yani hastalık ve sorunları yeni yeni sektörlere dönüştüren bir sistem kuruluyor. Sorunlarımız çözülmüyor ama sorunlarımız üzerinden kazanmaya devam eden bir sistem tıkır tıkır işlemeye devam ediyor.

Bakınız, 2018’de yayınlanan bir rapora göre ruh sağlığı bozukluklarının 2030’a kadar maliyetinin 16 trilyon doları bulabileceği belirtiliyor.[13] Bu rakamın büyüklüğünü tahayyül edebiliyor musunuz? Bu, ne demektir? Hem ruh sağlığı sorunları artacak, hem de psikiyatrik ilaç ve tedavi sektörü büyümeye devam edecek demektir. Bu tablo kapitalist sağlık anlayışını gayet iyi ortaya koymaktadır. Kazanırken insanın ruh sağlığını bozan, sonra ruh sağlığı bozulmuş insanı kapitalizmin başka bir sektörüne yönelterek orada da kazanmaya devam bir anlayıştır bu. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, “sağlığa” da, “hastalığa” da insanın selametini eksene alarak değil, kâr ve rant merkezli yaklaşan bir sisteme mahkum edilmiştir insanlık.

Bugün şunu sormamız gerekiyor, biz Türkiye olarak bu sistemin ne kadar dışındayız? Biz Müslümanlar olarak bu sistemin ne kadar dışındayız?

Maalesef her yanımızdan israf akıyor. Üstelik israfa/lükse/şatafata çeşit çeşit kılıflar da uyduruyoruz. Lüks malikanelerin/konakların duvarlarına Osmanlı tuğrası asarak israfı İslamileştirmiş mi oluyoruz? İslam medeniyeti bize diyor ki, yöneticiler halkın ortalamasının altında yaşamalıdır. Hangi yönetici böyle yaşıyor? Hatta lüks içinde yaşamayı prestij sayan bir anlayış var ortalıkta. Bugün “sağcı-dindarlık” maalesef insanları dinden uzaklaştıracak kadar lüks ve şatafat örnekleri sunuyor.

İnsanlar zorluk ve sıkıntıya göğüs gerer, bu sorun değil. Sorun ikiyüzlülük ve haksızlıktır. Eğer yöneticileri karınlarına iki tane taş bastırıyorsa, halk seve seve bir tane bastırır. Ama sen lüks içinde yaşarken halka “sabır” öğütlersen, bu vicdanı olan herkesi isyan ettirir.

Bunun yanında avantajlı noktamız ise, yardımseverlik ve dayanışma duygularımızın hala canlı olmasıdır. Türkiye’de gerçekten yardımsever, duyarlı insanlarımız sayısı çok. Gizliden ve açıktan insanların dertleriyle ilgileniyorlar. Dünyanın bireyselleştiği bir çağda bu çok önemli bir avantajdır. Bunu korumak, büyültmek gerekir. Ama bu da maalesef, merhum Erbakan Hoca’nın tabiriyle “pansuman tedbir”dir. Sorunun kaynağına gitmemekte, ancak sivrisineklerin verdiği zararları önlemeye çalışmaktadır. Bu yaklaşım doğrudur, devam etmesi gerekir ama eksiktir. Eğer bu eksiklik tamamlanmaz ise, kişinin “vicdanını rahatlatmaya” yarayan ama sömürünün asıl dinamiklerini örten bir kılıfa da dönüşebilir.

Özetle bugün içinde bulunduğumuz liberal-kapitalist kültürel/ekonomik anlayış israfı çoğaltmakta, insafı azaltmaktadır. Dünyanın %99’una eşit bir serveti %1’lik azınlık toplamışsa böyle bir dünyada insaftan bahsedilebilir mi? Geçen okuduğum bir habere göre Las Vegas’taki Palm Gasino Resort’taki “Empathy Suite”in bir geceliği 100 bin dolar imiş. Yani, yaklaşık 830 bin TL.

Soru şu: Bir gece kalmak için 830 bin TL harcayabilen bu insanları hangi sistem üretti, hangi sistem koruyor ve o adamın o otelde kalabilmesi kaç insanın hayatına mal oluyor?

Bir soru daha: Bu sorular niçin sorulmuyor, niçin bu sorulara cevap aranmıyor?

*

İntihar karmaşık bir olgudur. Bu karmaşık olgunun önlenmesinde “ümit” son derece koruyucu/önleyici bir işleve sahiptir. Psikolojide bilişsel yaklaşım depresyonu açıklarken “bilişsel üçlü” olarak adlandırılan bir model kullanır. Bu, kişinin “kendisine”, yaşadığı “olaylara” ve “geleceğe” kötümser bakışını ifade eder. Yani bir bakıma kişi kendisine, yaşadığı olaylara ve geleceğe “ümitsiz” bir şekilde bakmakta; ne kendisinin, ne olayların ne de geleceğin değişmeyeceğine inanmaktadır.

Bugün pek çok insan “çıkar, güç ve kayırmacılığın” norm olduğu bir dünyada yaşadığına inanıyor. Bunun norm olmadığını, bir “kader” olmadığını gösteren örneklere ihtiyacımız var; gerçekçi örneklere.


 

Mücahit Gültekin