Üzülerek belirtmeliyim ki, bu tarihî hadisenin manasında birçok saptırmalar (tahrifler) yapılmıştır. Manada yapılan tahrif, lafızda yapılan tahriften daha tehlikelidir. Bu büyük hadisenin bizler için özelliğini, etkinliğini yitirmesine neden olan şey, lafızda yapılan tahrifler değil, manada yapılan tahriflerdir. Diğer bir değişle, manada yapılan tahrifin olumsuz etkisi, lafızda yapılan tahriften daha fazladır.

 

Manada tahrif ne demektir? Bir cümledeki kelimeleri artırıp eksiltmeden, cümlenin gerçek manasının dışına çıkılarak yapılan yoruma denir. Konunun daha iyi anlaşılması için küçük bir örnek arz edeceğim.

 

Medine mescidi yapılırken, Ammar b. Yasir fevkalade bir çaba gösteriyordu. Sahih olan bir rivayette şöyle nakledilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.a) ona şöyle buyurdu: “Ey Ammar! Seni azgın bir topluluk öldürecektir.” [1] Bu söz Kur’ân’da buyrulan şu ayete işarettir:

 

“Müminlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulun düzeltin. Eğer biri diğerine haksızlıkla tecavüzde bulunursa, artık haksız yere tecavüzde bulunanla, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın.” [2]

 

Bu sözü Hz. Peygamber (s.a.a) Ammar hakkında buyurunca, gerçekte ona büyük şahsiyet ve değer vermiş oldu. Ammar, Sıffîn Savaşı’nda Hz. Ali’nin (a.s) safında yer almıştı. Onun, Resulullah’ın (s.a.a) kendisi hakkında söylediği sözden dolayı, Hz. Ali (a.s) ordusunda bulunması büyük bir ölçü kabul ediliyordu. Hatta Ammar şehit oluncaya kadar, zayıf imana sahip bulunan bazı kimseler, Hz. Ali’nin (a.s) öncülüğünde yapmış oldukları savaşın hak olduğuna dair tatmin olmuş değillerdi. Yani Muaviye ve askerlerini öldürmenin caiz olduğuna dair tereddüt ediyorlardı. Ammar, Emiru’l-Müminin Ali’nin (a.s) ordusunda iken, Muaviye’nin askerleri tarafından şehit edildiği gün, her taraftan “Hz. Peygamber’in sözü gerçekleşti.” feryadı yükselmeye başladı. Dolayısıyla Muaviye ve taraftarlarının batıl üzere olduklarına dair en iyi delil, onların Ammar’ın katili olmalarıdır.

 

Bugün Muaviye’ye ve ordusuna, zalim, azgın, mütecaviz denilebileceği, gün gibi açıktır. Hak, Ali’nin (a.s) ordusuyladır. Kur’ân-ı Kerim’in nassı gereği, Hz. Ali’nin ordusunun yararına, Muaviye’nin ordusunun aleyhine savaşmak gerekir. Ammar’ın şehit olması, Muaviye ordusu içerisinde deprem yarattı.

 

Her zaman işlerini hile ve sahtekârlıkla yürüten Muaviye, burada da manada tahrife başvurdu. Zira Hz. Peygamber’in (s.a.a) Ammar hakkında buyurmuş olduğu o sözü inkâr edemezdi. Ayrıca Peygamber’in mübarek ağzından o sözü duyan veya duyanlardan işiten en azından beş yüz kişi orada bulunuyordu. Bu nedenle Resulullah’ın bu sözünü yalanlamak mümkün değildi.

 

Muaviye’nin Şam’dan gelen askerleri, ona şöyle itirazda bulundular: “Biz Ammar’ı şehit ettik. Peygamber ona: ‘Seni azgın bir topluluk öldürecektir.’ diye buyurmuştu.” Muaviye askerlerine şöyle dedi: “Yanılıyorsunuz! Evet, Peygamber Ammar’ı azgın bir ordunun, asi bir topluluğun, mütecaviz bir gurubun öldüreceğini buyurmuştur; fakat Ammar’ı biz öldürmedik!” Askerler: “Hayır! Bizler öldürdük!” dediler. Muaviye şöyle dedi: “Hayır! Ammar’ı Ali öldürdü. Ali onu buraya getirmekle onun ölümüne sebep oldu!!!”

 

Amr b. As’ın iki oğlu vardı. Biri kendi gibi dünyaperest, diğeri ise mümin ve imanlı bir gençti. Babası ile işbirliği yapmıyordu. Adı Abdullah idi. Abdullah’ın da hazır bulunduğu bir toplantıda o yanıltıcı manayı ortaya attılar. Abdullah orada şöyle itirazda bulundu: “Nedir şu konuştuğunuz laflar? Şu yanıltıcı sözleri neden söylüyorsunuz? Ammar Ali’nin ordusundaydı da Ali onu öldürdü, öyle mi?” “Evet! Ali öldürdü.”dediler. Abdullah onlara şöyle seslendi: “Öyleyse Seyyid-i Şüheda Hamza’yı da Peygamber öldürmüş olmalıdır. Zira Hamza, Peygamber’in ordusundayken öldürüldü.” Muaviye öfkelenip rahatsız oldu. Amr b. As’a dönerek: “Şu saygısız ve terbiyesiz oğluna niçin engel olmuyorsun?” diye haykırdı. İşte buna manada tahrif derler.

 

Eğer olayları mana açısından saptırmak istersek, nasıl saptırırız?

 

Tarihî olayların nedenleri ve hedefleri vardır. Tarihî bir olay, ya onun illet ve nedenini, olması gerekenin dışında ifade etmekle veya onun gaye ve hedefini, farklı tefsir etmekle saptırılır.

 

Örneğin siz hac ziyaretinden dönen birini ziyaret etmek üzere evine gidiyorsunuz. Onun evine gidişinizin nedeni, hacı olan birini ziyaret etmenin sevap olduğu inancıdır. Bu amaçla onu görmeye gidiyorsunuz. Birisi bir başkasına sizin hakkınızda şöyle söylüyor: “Falan şahısın, filan şahısın evine neden gittiğini biliyor musun?” O adam bilmediğini söylediğinde şöyle cevap veriyor: “Onun falanın evine gitmesindeki amacı, onun kızını oğluna istemek içindir, hacı ziyaretini bahane etmiştir.” İşte, sizin gidiş amacınızı böyle saptırmalarına, “manada tahrif” derler.

 

Tarihî Aşura hadisesinin de bir taraftan illet ve sebepleri, bir taraftan da yüce hedef ve gayeleri vardır. Ebu Süfyan oğlu Muaviye’nin, Hz. Peygamber’in (s.a.a) Ammar hakkında buyurduğu (Seni azgın bir topluluk öldürecektir) sözünü saptırdığı gibi, biz Müslümanlar, biz Ali oğlu Hüseyin’in Şiîleri de, Kerbela vakasını saptırdık.

 

Diğer bir değişle, Hz. Hüseyin’in (a.s) kıyam etmesinin birtakım illetleri vardı, bizler onun için farklı illetler uydurduk. Hüseyin’in bazı özel hedef ve gayeleri vardı, biz ise ona başka sebepler uydurduk.

 

Hz. Hüseyin (a.s), fevkalade azametli ve mukaddes bir kıyam gerçekleştirmiştir. Bir kıyamın tüm kutsallık şartları, Hz. Hüseyin’in (a.s) kıyamında vardır. Dünya’da bu kıyamın benzeri bir kıyam yoktur. Bir kıyamın kutsallık şartları nelerdir? Bir kıyamın kutsal sayılabilmesi için ilk şart, onun hedef ve gayesinin şahsî ve kendi menfaati için yapılmamış olmasıdır. Kutsal bir kıyam genel, insanî ve umumî olmalıdır. Kimi zaman insan kendi şahsı için, kimi zaman da toplum, insanlık, hakikatler, hak, tevhit, adalet ve eşitlik için kıyam eder. Gerçekte o şahıs kıyam ettiği zaman artık kendisi bir fert değildir, onunla birlikte tüm insanlar söz konusudur. Bu nedenledir ki dünyada hareketlerini, amellerini ve kıyamlarını kendi şahısları için yapmayıp insanlık, hak, tevhit, adalet, eşitlik, Allah’ı tanıma ve iman için yapanlar, tüm insanlar tarafından sevilmektedirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

 

“Ben Hüseyin’denim, Hüseyin’de bendendir.” [3]

 

Biz de şöyle diyoruz: “Hüseyin bizdendir, biz de Hüseyin’den.” Çünkü İmam Hüseyin (a.s), 1367 yıl önce[4] bizler için ve tüm dünya insanları için kıyam etti. Onun kıyamı, kutsal kıyamdır, pak kıyamdır, kişisel amaçlardan uzak bir kıyamdır.

 

Kıyamın kutsal oluşunun ikinci şartı, güçlü bir basiret, idrak ve görüş ile iç içe olmasıdır. Bir dönem toplumda bulunan fertler gaflet içerisinde bulunabilirler; habersiz, idraksiz ve cahil olabilirler. Basiretli ve idrak sahibi birisi ortaya çıkıp o halkın sorunlarına, halkın kendisinden yüz kat daha iyi vâkıf olabilir. O halkın sorunlarının çaresini de o halktan daha iyi bilebilir. Başkalarının hiçbir şey anlamadığı, idrak edemediği, zahirde de göremediği bir dönemde, basiretli ve anlayan biri, sözgelimi “başkalarının aynada göremediği bir şeyi ham balçıkta gören”[5] biri ortaya çıkıp kıyam ve inkılâp yapar.

 

Halk ancak kırk-elli yıl sonra uyanıp falan şahsın yaptığı kıyamın, hareketin, inkılâbın ne gibi kutsal gayeler ve hedefler taşıdığını anlar. Babalarımız otuz, kırk, elli yıl öncesinde, bu kıyamın değerini idrak edemiyorlardı.

 

Örneğin merhum Seyit Cemalettin Esedabadî altmış yetmiş yıl önce[6] kıyam etti. İslâmî memleketlerde, İslâmî bir inkılâp başlattı. Siz bugün bu zatın tarihini okuduğunuzda, gerçekten yalnız kaldığını görürsünüz. Müslüman halkın sorununu ve çaresini kavramıştı. Fakat milletin kendisi anlamıyordu. Millet ona karşı ağzını eğiyor, onu alaya alıyor ve onu savunmuyordu.

 

Aradan altmış-yetmiş yıl geçtikten ve tarihin dibi, köşesi iyice aydınlandıktan sonra, o dönemde İran milletinin yüzde doksan dokuzunun anlamadığı şeyleri, bu zatın ne kadar güzel anladığını fark edebiliyoruz.

 

Bu büyük zatın en azından yazmış olduğu o iki mektuba bakınız. Mektuplardan birini, Ayetullah Mirza Şirazî Bozorg’a yazmıştı. Diğer mektubunu da bir bildiri şeklinde İran âlimlerine göndermişti.

 

Bu zatın Meşhed’de bulunan Merhum Hacı Şeyh Muhammed Taki Bucnurdî’ye, İsfahan ve Şiraz’da bulunan büyük âlimlere yazmış olduğu mektupları okuyunuz. Göreceksiniz ki, bu zat meseleyi ne kadar iyi anlıyor, ne kadar güzel idrak ediyor ve sömürüyü ne kadar da iyi tanıyordu. Bu milleti uyandırmak için ne güzel yol almıştı. Sömürüye alet olanların şimdi dahi söyledikleri o uydurmaları terk edin. Artık o kınaların rengi yoktur. Bu inkılâp kutsaldır. Zira öyle bir dönemde, bir şahıs ortaya çıkıp, kendi asrında yaşayan insanların görüp idrak edemedikleri gerçekleri görmüş ve bu gerçeklerin arka planını da kavramıştır.

 

Hüseyin’in inkılâbı, işte böyle bir inkılâptır. Yezid’in ve hükümetinin ne olduğunu, Muaviye’nin ve Emevîlerin neler yaptığını bizler bugün çok iyi anlıyoruz. Fakat o günkü Müslümanların yüzde doksan dokuzu, özellikle günümüzde var olan haber alma araçlarının o dönemde bulunmayışından dolayı bunu anlayamıyordu. Ta ki, Ali oğlu Hüseyin şehit olduktan sonra Yezid’in kim olduğunu ve Yezid hilafetinin ne olduğunu anladılar. Nitekim sonraları “Hüseyin b. Ali niçin öldürüldü?” diyerek harekete geçtiler. Abdullah b. Hanzala-i Gasilu’l-Melaike (meleklerin guslettiği Hanzala’nın oğlu) önderliğinde, Medine’nin ileri gelenlerinden bir heyeti Şam’a gönderdiler.

 

Heyettekiler Medine ile Şam arasındaki yolu kat ettikten sonra Yezid’in sarayına gittiler. Orada bir müddet konakladılar. Hadisenin neden ibaret olduğunu yeni anlamaya başladılar. Medine’ye geri döndüklerinde, onlara neler gördükleri sorulduğunda, “Size yalnızca şunu söyleyelim ki, bizler Şam’da bulunduğumuz müddetçe Allah’ın üzerimize taş yağdırıp, bizi helak etmemesi için yalvarıyorduk.” “Ne gibi haberler var?” diye sorduklarında da şöyle cevap verdiler: “Biz açıktan içki içen, kumar oynayan, köpek ve maymun oynatan bir halife ile karşılaştık. Hatta kendi mahremleriyle dahi zina ediyordu!!!”

 

Abdullah b. Hanzala’nın sekiz oğlu vardı. Medine halkına şöyle seslendi: “Siz kıyam etseniz de, etmeseniz de, ben yalnız sekiz oğlumla kalsam dahi kıyam edeceğim.” Böyle de oldu. Hirre[7] kıyamında, Yezid’e karşı sekiz oğlunu önden gönderdi, onlar şehit oldular, sonra da kendisi şehit oldu. Abdullah b. Hanzala, Hz. Hüseyin Medine’den çıkmadan önce, “Eğer İslâm ümmeti Yezid gibi bir önderin eline düşerse, İslâm’a veda etmek gerekir.” [8] sözünü söylemeden iki üç yıl önce neredeydi? O gün uyanamamışlardı. İslâm âleminin harekete geçmesi için, Medine’de Abdullah b. Hanzala’nın, Kûfe’de ve diğer yerlerde onun gibi yüzlerce kişinin gözlerinin açılması için, “Hüseyin böyle söylemekte haklıydı.” demeleri için Hüseyin’in ölmesi gerekiyordu.

 

Kıyamın kutsal oluşunun üçüncü şartı, kıyam edenin yalnız bir fert olmasıdır. Nasıl? Karanlığın her tarafı kapladığı bir dönemde parlayan bir aydınlık, sessizlikte bir nida, mutlak durgunlukta bir hareket olmalı. Diğer bir ifadeyle; zorbaların hâkimiyetlerini sürdükleri, halkın konuşmaya gücünün yetmediği, mutlak karanlığın, ümitsizliğin, sessizliğin ve durgunluğun hâkim olduğu bir dönemde birden bir yiğit ortaya çıkar, sessizliği bozar, durgunluğu ortadan kaldırarak harekete geçer. Karanlıkları yırtarcasına parlamaya başlar, sonra başkaları da arkasına takılır.

 

Acaba Hüseyin’in kıyamı böyle miydi, değil miydi? Evet, Hüseynî kıyam, böyle bir kıyamdı.

 

İmam Hüseyin böyle bir inkılâp yaptı. Onun bu inkılâpta hedefi ne idi? Hüseyin’in mateminin canlı kalması için pak İmamlar niçin bu kadar ısrar ediyorlardı? İmam Hüseyin niçin kıyam etti? Kendimizden niçin kıyam ettiğine dair deliller anlatmamıza ne gerek var? Ali oğlu Hüseyin’in (a.s) kendisi, niçin kıyam ettiğini açıklamıştır.

 

Ben bozgunculuk, makam talep etmek, fesatlık ve zulmetmek için Medine’den ayrılmadım; ceddimin ümmetini ıslah etmek için yola çıktım.[9]

 

Açıkçası, dünyamızı fesat sarmıştır. Ceddinin fasit olmuş ümmetini ıslah etmek için kıyam etmiştir. “İyiliği emredip, kötülükten alıkoymak, ceddim Resulullah (s.a.a) ve babam Ali b. Ebu Tâlib’in yolunu ihya etmek için kıyam ettim.” sözüyle hedefini aydınlatmış oldu. “Hak üzere amel edilmediğini ve batıldan kaçınılmadığını görmüyor musunuz? Böyle bir durumda, mümin Allah’a kavuşmayı istemekte haklıdır.” ifadesiyle amacını ortaya koydu.

 

Hüseyin (a.s) şöyle söylüyor: “Ben marufu emretmek, dini yaşatmak ve fesatlıklarla mücadele etmek için kıyam ettim. Benim kıyamım, İslâm’ın ıslahı için yapılmıştır.” Bizler ise alakası olmayan şeyler söyledik. Çok korkunç ve ustaca Hüseynî kıyamın anlamında tahrifler yaptık. Bilmiyorum bu tahriflere ustaca mı, desem, cahilane mi?

 

Kimi yerde, “Hüseyin, ümmetin günahlarının kefareti olsun diye öldü.” dedik. Şimdi bize o sözün nereden geldiğini sorsalar, “Acaba İmam’ın kendisi mi yahut Peygamber mi veya diğer İmamlar mı söyledi?” diye sorsalar şöyle cevap veririz: “Sizin bu sözlerle ne işiniz var? İmam Hüseyin bizim günahlarımızın bağışlanması için öldü!” Bu düşünceyi Hıristiyan âleminden mi aldık, bilemiyorum! Müslüman millet, İslâm’ın zıddına olan birçok şeyi farkında olmadan Hıristiyanlık âleminden almıştır.

 

Hıristiyanlığın, itikadî esaslarından birisi de Mesih’in (a.s) kendisini feda ederek çarmıha gerilmesidir. “el-Fadî”, Mesih’in lakaplarından birisidir. Hıristiyanlık görüşü açısından İsa’nın (a.s) çarmığa gerilmesi, ümmetinin günahlarının kefareti olması içindir. Yani kendi günahlarını İsa’nın (a.s) hesabına aktarıyorlar.

 

O sözün Hıristiyan âleminin sözü olduğunu ve İslâm’ın ruhuyla bağdaşmadığını hiç düşünmedik. Oysa bu söz, Hüseyin’in (a.s) sözleriyle bağdaşmıyordu. Allah’a yemin ederim ki, bu söz Ebu Abdullah Hüseyin’e (a.s) ihanettir. Allah’a yemin ederim ki, ramazan ayı içerisinde oruçlu olan birisi o sözü Ali oğlu Hüseyin’e nispet etse ve Hüseyin’in bu işi yaptığını, bu sözü ondan naklettiğini söylese, orucu batıl olur. Hüseyin’e yalan isnat etmiş olur.

 

Hz. Hüseyin (a.s) günahlar ile mücadele etmek için kıyam etti. Bizler ise şöyle dedik: “Hüseyin günahkârlara siper olmak üzere kıyam etti.”

 

– Hüseyin bir sigorta şirketi kurdu.

 

– Ne sigorta şirketi?!

 

– Günah sigortası. Sizi günah açısından sigortaladım.

 

– Karşılığında ne almalı?

 

– Gözyaşı… Siz benim için gözyaşı dökün. Karşılığında sizin günahlarınızı bağışlarım. Siz nasıl olursanız olun. İbn Ziyad olun, Ömer Sa’d olun, fark etmez.

 

Dünyada bir İbn Ziyad az idi, bir Ömer b. Sa’d az idi, dünyada bir Sinan b. Enes az idi, bir Huli az idi. İmam Hüseyin dünyada Huli’lerin, Ömer b. Sa’d’ların çoğalmasını istedi. Şöyle dedi: “Ey insanlar! Her ne kadar kötü olmak isterseniz olun, ben sizin sigortanızım!”

 

Kerbela vakasında tefsir ve yorum açısından yapılan bir diğer saptırma ise şöyledir. Şöyle diyorlar: “Hz. Hüseyin’in niçin kıyam edip şehit olduğunu biliyor musunuz?” “Niçin?” diye sorduğumuzda diyorlar ki: “Ona özel bir emir vardı. Ona, ‘Git kendini feda et.’ dendi. Bu nedenle bizimle, sizinle ve genel olan İslâmî emirlerle ilgisi yoktur.”

 

İmam’ın sözleri ile bizlerin sözleri ne kadar çelişiyor! İmam Hüseyin şöyle feryat ediyordu: “Benim kıyam etmemin nedeni, İslâm’ın genel prensibiyle ilgili konulardır.”

 

Özel izne gerek yoktur. Özel izne, genel iznin ilkelerinin yeterli olmadığı yerlerde ihtiyaç duyulur. İmam Hüseyin (a.s) açıkça şöyle ilan ediyordu: “İslâm öyle bir din ki, iman eden hiçbir kimseye (imam olan bir kimseye demiyor), zulmün, tecavüzün, fesadın ve günahın karşısında kayıtsız kalmasına izin vermiyor.”

 

İmam Hüseyin bir mektep meydana getirdi. İslâmî amel mektebi. Onun mektebi İslâm’ın öz mektebidir. İslâm, mektebi beyan etti, Hüseyin’de amel etti. Bizler bu vakıayı mektep olmaktan çıkardık. Mektep olmaktan çıkınca da, artık uyulacak tarafı kalmadı ve artık Hüseyin’den yararlanılamaz oldu. Başka bir ifadeyle, artık Kerbela vakasından faydalanmak mümkün olmayacaktır.

 

İşte bu noktada biz vakayı, tesirli etkiler olması açısından sonuçsuz bıraktık. Acaba dünyada bundan daha büyük bir hıyanet var mıdır? Bu nedenle arz ettim ki, Aşura vakasının manasında yapılan saptırma, onun lafzında yapılan saptırmadan yüz kat daha tehlikelidir. Pak İmamlar (hatta Peygamber’den dahi rivayet vardır), niçin bu kıyamın canlı tutulmasını, unutulmamasını ve İmam Hüseyin (a.s) için ağlanılmasını sıkıca bizlere tembih ettiler? Onların bu emirdeki hedefleri neydi?

 

Bizler o gerçek hedefi değiştirdik. Hedefin Hz. Zehra’ya (s.a) teselli vermek olduğunu söyledik. Oysa o, cennette şanı yüce oğlu ile birlikte bir arada bulunmaktadır. Bizler onun daima üzüntülü olduğunu, gönlünün teselli bulması için de, bir miktar ağlamamız gerektiğini söyledik. Acaba Hz. Zehra’ya (s.a) yapılmış bundan daha büyük bir ihanet bulabilir misiniz?

 

Bir kısım insanlarımız da şöyle söylediler: “İmam Hüseyin Kerbela’da suçsuz yere birtakım saldırganların elleriyle katledildi, bu da üzücü bir durumdur.” Evet, ben de İmam Hüseyin’in suçsuz yere öldürüldüğünü kabul ediyorum. İmam Hüseyin suçsuz yere öldürüldü, fakat bu kadar mı? Mesele sadece suçsuz bir insanın mütecaviz bir kitlenin eliyle öldürülmesi meselesi midir? Her gün suçsuz binlerce insan, suçlu insanların elleriyle öldürülüyor. Dünyada her gün binlerce kişi yok oluyor. Fakat bu yok oluşların o kadar değeri var mıdır ki, yıllarca, asırlarca, (on, yirmi veya otuz yüzyıl) anıla gelsinler, bizler de oturup üzüntümüzü dile getirelim ve “Yazık, Ali oğlu Hüseyin telef oldu, kanı heder oldu.”diyelim? Fakat kim Ali oğlu Hüseyin’in telef olduğunu, kanının heder olduğunu söyleyebilir?

 

Eğer dünyada kanının bir damlasının dahi boş yere akmasına izin vermeyen birini bulmak isterseniz, o Ali oğlu Hüseyin’dir. Eğer dünyada şahsiyetinin bir zerresinin zayi olmasına izin vermeyen birini bulmak isterseniz, o da Ali oğlu Hüseyin’dir.

 

O, kanının her damlasına öylesine değer verdi ki, tarif etmek mümkün değildir. Eğer Hüseyin için kıyamete kadar harcanacak serveti hesaplarsanız, kanının her damlası için milyarlarca para tuttuğunu göreceksiniz. Ölümü zalimlerin saraylarının temellerini sarsan insan, telef olur mu?! Kanı boşuna akmış olur mu?

 

Biz Ali oğlu Hüseyin’in telef olduğuna mı üzülelim? Asıl sen telef olmuşsun ey zavallı cahil; ben ve sen telef olmuşuz. Benimle senin ömrün boşa gitmiştir. Kendin için üzülmelisin. Sen Hüseyin’e “telef olmuştur!” diyerek ihanet ediyorsun. Ali oğlu Hüseyin öyle bir zattır ki, onun hakkında, “Senin için Allah katında bir derece vardır, ona ancak şahadetle sahip olabilirsin.”[10] denilmiştir.

 

Acaba şahadet arzusunu taşıyan Hüseyin b. Ali (a.s), telef olmayı mı arzu ediyordu?

 

Hüseyin b. Ali’nin (a.s) mateminin canlı tutulmasını tavsiyede bulunmalarının sebebi, Hüseyin b. Ali’nin hedefinin mukaddes olmasıdır. Hiçbir zaman dünyada, Hüseyin b. Ali’nin (a.s) mektebi gibi amelî bir mektep örneği bulamazsınız.

 

Eğer sizler, Ali oğlu Hüseyin gibi birini bulabiliyorsanız, o zaman “Her yıl onun hatıralarını yenilememize ne gerek var?” diyebilirsiniz.

 

Yine Aşura hadisesinde Ali oğlu Hüseyin’in (a.s) başına gelen o matem ve musibette ortaya çıkan şeylerin (tevhit, iman ve Allah’ı tanıma tecellisi, öbür âleme kâmilen iman konusu, rıza ve teslim, sabır, yiğitlik, nefsî huzur, sebat ve istikamet, izzet ve keramet-i nefis, özgürlük istemek ve hür olmayı talep etmek, insanlık için düşünmek ve insanların hizmetinde olmak gibi) başka bir örneğini bulabiliyorsanız, o zaman, “Hüseyin b. Ali’nin adını yaşatmamıza ne gerek var?” diyebilirsiniz. Ancak Hüseyin’in benzeri ve emsali yoktur. Hüseyin’in ismini ve kıyamını yaşatmamız, onun ruhun-dan bir ışığın bizlerin ruhlarına aydınlık vermesi içindir.

 

Hüseyin için akıttığımız gözyaşları, eğer ruhumuzla uyum sağlarsa, ruhumuz Hüseynî ruh ile birleşir. Hüseyin’in himmetinden, gayretinden, özgürlüğünden, imanından, takvasından ve tevhidinden ruhumuz bir zerre aydınlanır da böyle bir amaçla gözyaşı dökülürse, o gözyaşının sonsuz değeri olur. Hatta sineğin kanadı kadar olsa dahi, dünya kadar değerinin olduğu söylenmiştir. İtimat ediniz!!! Hüseyin’in telef olması hatırına dökülen gözyaşlarının değil, ancak Hüseyin’in azameti ve şahsiyeti için dökülen gözyaşının, Ali oğlu Hüseyin ile aynı inanç içerisinde olduğunu ve ona tâbi bulunduğunu gösteren gözyaşının bir sinek kanadı kadar küçük bile olsa, bir dünya değeri vardır.

 

Ehlibeyt İmamları, bu amelî mektebin her zaman halk tarafından görülmesini istediler. Peygamber’in ailesi, Peygamber’e (s.a.a) bağlılığın delili ve şahitleridirler. Eğer falan Müslüman’ın, örneğin Rum veya İran savaşında çarpışırken büyük iman ve fedakârlık sergilediğini söyleseler, bu, “Peygamber’in (s.a.a) çocukları böyle yaptı.” sözü kadar, Peygamber’in (s.a.a) hak olduğuna dair delil sayılmaz. Çünkü her zaman bir kimsenin akrabaları, diğer kimselerden daha fazla o kimseye karşı kötü zan ve ümitsizlik taşımaktadırlar. Fakat Peygamber akrabalarının, iman ve sefa aşamasının en doruk noktasında olmaları, Peygamber’in (s.a.a) hak olduğunun en güzel delilidir.

 

Hiç kimse Ali (a.s) gibi Peygamber (s.a.a) ile birlikte olmamıştır. Çünkü Peygamber’le birlikte büyümüştür. Hiçbir kimse Ali kadar Peygamber’e iman etmemiş ve ona fedailikte bulunmamıştır. Bunun kendisi, Peygamber’in (s.a.a) doğruluğunun ilk kanıtıdır. Hüseyin, Peygamber’in torunudur. Hüseyin Peygamber’in öğretilerine olan imanını gösterdiğinde, Peygamber tecelli etmiş olur, daha da belirlenip aydınlığa kavuşmuş olur. İnsanın sürekli söylediği fakat amelinde çok az görülen şeyler, Hüseyin’in vücudunda gözükmektedir.

 

İnsan ruhu nasıl olur da bu derecede yenilgiyi kabul etmez olur? Suphanallah! İnsan nereye ulaşıyor? İnsanın ruhu ne kadar da yenilgi kabul etmez! Nitekim vücudu lime lime oluyor, gençleri gözü önünde parça parça doğranıyor, gökyüzüne baktığında gökyüzünü karanlık görecek kadar susuz kalıyor, ailesinin esir olduğunu görüyor, var olan her şeyini kaybediyor. Fakat bütün bunlara rağmen tek bir şeyi elinden bırakmıyor; o da ruhudur. Ruhu kesinlikle yenilgiye uğramıyor.

 

Sizler Kerbela vakası dışında insanî faziletleri böylesine sergileyen ve Kerbela olayı yerine anılmaya değer başka bir hadise göstermezsiniz. Öyleyse böylesine bir hadiseyi yaşatmalıyız. Öyle bir hadise ki yetmiş iki kişilik bir topluluk ruh bakımından otuz bin kişilik bir topluluğu yenilgiye uğrattılar. Nasıl mı? İlk olarak bunlar, azınlıkta olmalarına ve öleceklerine kesin gözüyle bakılmalarına rağmen yılmadılar ve tek bir kişi dahi düşmanın tarafına geçmedi. Fakat otuz bin kişiden bunların tarafına geçenler oldu. Bunlardan biri, komutanlardan olan Hürr b. Yezid Riyahî ve diğer otuz kişiydi. Bu da Hüseyin ve taraflarının galip, düşmanların ise mağlup olduklarının delilidir.

 

Ömer b. Sa’d Kerbela’da öyle işler yaptı ki, bunlar onların ruhî yenilgiye uğramalarının delillerindendi. Ömer b. Sa’d’ın askerleri, Kerbela’da teke tek karşılaşıp savaşmaktan kaçınıyorlardı. O dönemlerdeki âdet üzerine ok atışması yapılmadan ve toplu savaş olmadan önce, söz gelimi “teke tek karşılaşmayla”bir tür güç gösterisi yapılıyordu. Birisi bu taraftan, diğeri de diğer taraftan karşı karşıya geliyorlardı. Hz. Hüseyin’in (a.s) ashabı ile onlardan birkaç tanesi teke tek savaştılar. Bu tür karşılaşma Hüseyin’in ashabına öylesine psikolojik güç verdi ki, Ömer b. Sa’d, askerlerine teke tek savaşmamaları için emir vermek zorunda kaldı.

 

Ebu Abdullah Hüseyin (a.s) ne zaman savaş meydanına geldi? Düşünün Aşura gününün ikindi vaktidir. Öğle vaktine kadar henüz ashabından bir kısmı hayatta idi. Onlar ile birlikte de namaz kıldı. Sabahtan ikindi vaktine kadar çaba sarf etti. Ashabından şehit düşenleri de şehitler çadırına genelde kendisi bırakıyordu.

 

Yardımcılarına yardım için yine kendisi geliyor, yakınlarına da teselli veriyordu. Bunların hepsine ilaveten, dayanılması güç acılara da sinesini siper ediyordu. Savaş meydanına en son gelen şahıs da yine kendisidir.

 

Hüseyin böyle bir konumda iken, düşmanlar onunla savaşabileceklerini hayal ediyorlardı. Ama o, önüne çıkan hiç kimseye bir dakika bile fırsat vermeyip işini bitiriyordu. Bu nedenle Ömer b. Sa’d şöyle haykırdı:

 

“Anneniz yasınıza otursun! Kiminle karşılaştığınızı biliyor musunuz? Bu, Arap’ı katledenin oğludur![11] Bu, Ebu Talip oğlu Ali’nin oğludur. Allah’a yemin ederim ki, babasının ruhu bunun omuzları arasındadır.[12] (Yani Ali’nin gücü onda da vardır.) Onun karşısına çıkıp savaşmayın.”

 

Ömer b. Sa’d’ın bu sözü, yenilginin alameti değil de nedir? Otuz bin kişi, yalnız ve kimsesiz kalan, onca acı ve sıkıntıya katlanıp çaba harcayan (hem susuz, hem de aç olan) biriyle teke tek karşılaşıyor, yenilgiye uğrayıp geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Sadece Hüseyin’in kılıcı karşısında değil, mantığının karşısında da yenilgiye uğruyorlardı.

 

İmam Hüseyin (a.s), Aşura gününde savaş başlamadan önce iki üç kez hutbe okudu. Gerçekten o hutbeler çok ilginç hutbelerdir. Hitabet ehli olan kimseler çok iyi bilirler ki insan normal bir durumda iken fevkalade üstün konuşmalar yapıp ilginç sözler söyleyemez. İnsanın ruhu coşup kaynamalıdır. Özellikle de söylenecek söz ağıtla ilgili olacaksa, insanın iyi ağıt söyleyebilmesi için, kalbinin çok fazla yanması gerekir. İyi bir gazel okumak isterse, kalbinin aşk için yanıp tutuşması; kahramanca bir söz söyleyebilmesi için de çok güçlü ve kahramanca duygulara sahip olması gerekir.

 

İmam Hüseyin’in (a.s) irat ettiği birçok hutbe vardır. Özellikle Aşura gününde okuduğu geniş bir hutbe, duyanlar üzerinde oldukça etkili olmuştu. Bu yüzden Ömer b. Sa’d, askerlerinin etkilenmesinden çok korkmuştu. İmam, bu hutbeyi okumak için aşağıya indi. Sesinin daha iyi bir şekilde duyulup anlaşılabilmesi için yüksek bir yer aradı; nihayet devenin üzerine çıkıp yüksek sesle şöyle haykırdı:

 

“Ey cemaat! Allah sizi helâk etsin, kalbinizi kederle doldursun. Şaşkınlık içerisinde olduğunuz bir hâlde, büyük bir arzu ile bizi yardımınıza çağırdınız, olumlu cevap verip süratle imdadınıza koştuk.”[13]

 

Gerçekten Hz. Hüseyin’in (a.s) bu hutbesi, İmam Ali’nin (a.s) hutbelerinden bir örnektir. Eğer Hz. Ali’nin (a.s) hutbelerini bir tarafa bıraksak, dünyada bunun gibi kitleleri harekete geçirici ve duygulandırıcı başka bir hutbe daha gösteremeyiz. İmam (a.s) üç kez konuşma yaptı. Ömer b. Sa’d, askerlerinin Hüseyin’in (a.s) mantığının etkisi altında kalmalarından çok korkuyordu. Ebu Abdullah (a.s) bir kez daha konuşmaya başlayınca, düşmanın ruhu yenilgiye uğradığı için Ömer b. Sa’d, askerlerine, seslerini yükseltmelerini ve ellerini ağızlarına vurarak bağırmalarını (gürültü çıkarıp sessizliği bozmalarını) emretti. Böylece Hüseyin’in (a.s) sesinin hiç kimse tarafından duyulmamasını sağlayacaktı.

 

Acaba böylesine bir tavır, yenilgiye uğratılmış bir ruhun belirtisi değil midir? Acaba onların o tür tavır takınmaları, Hüseyin’in zaferinin alameti değil midir? Eğer insan imanlı olursa, muvahhit olursa, Allah ile ahitte bulunur ve öbür dünyaya iman etmiş olursa, bunlardan birisi dahi yirmi-otuz bin insanı ruh bakımından yenilgiye uğratmaya yeter. Acaba bu bizim için ders olmamalı mıdır? Bunların örneklerini nerede bulabilirsiniz?

 

Dünyada Hüseyin b. Ali gibi bir durum içerisinde bulunup da, onun okuduğu hutbelerden iki kelime söyleyebilecek kimi bulabilirsiniz? Bu matemi canlı tutup yaşatmamız söylenmişse, bu tavsiyeden amaç, bu gibi noktaları anlayıp idrak etmemiz içindir. Hüseyin’in azametini idrak etmemiz içindir. Hüseyin’i tanımak bizleri yüceltir, bizleri insanlaştırır, bizleri özgürleştirir, bizleri hak ve hakikat ehli eder, adalet ehli eder, gerçek bir Müslüman eder. Hüseyin’in mektebi, insanî eğitim mektebidir. Günahkârlığı eğitip öğreten mektep değildir. Hüseyin, salih amelin siperidir, günahkârlığın koruyucusu değil.

 

Aşura gününün sabahında, İmam Hüseyin (a.s) sabah namazını ashabı ile birlikte kıldı. Tarihçiler, namazdan sonra İmam’ın onlara şöyle söylediğini yazmışlar:

 

“Ashabım! Hazır olun! Ölmek, sizleri bu dünyadan diğer dünyaya geçiren köprüden başka bir şey değildir. Çok zor bir dünyadan, çok yüce, şerif ve latif bir dünyaya geçirir.”

 

Bu onun sözüydü, bir de ameline bakın. Bunu Hüseyin b. Ali değil, olayları yazanlar söylemişlerdir. Hatta Ömer b. Sa’d’ın olaylarını yazan Hilal b. Nafi’ bile İmam’ın durumunu aktarmış ve şöyle demiştir:

 

“Ben, Hüseyin b. Ali’ye hayret ediyordum. Çünkü şahadeti yaklaştıkça ve işi zorlaştıkça, yüzü daha da parlıyordu. Aynen özlediğine kavuşması yakın olan bir insan gibiydi. Hatta son dakikalarında, ezelî ve ebedî lanetlik onun mukaddes başını bedeninden ayırırken, Hüseyin b. Ali’nin yanına gittim. Hüseyin’in yüzünün o nuru ve parıltısı beni öylesine kendimden geçirdi ki, öldüğünü unutmuştum.” [14]

 

Tarihçiler, İmam Hüseyin’in (a.s) düşmana hamle ederken, yakınlarının bulunduğu çadırlara yakın bir yeri kendisine karargâh olarak tayin ettiğini yazmışlardır. Bundan iki amacı vardı: Birincisi o, düşmanlarının ne derece namert ve gayriinsanî olduklarını çok iyi biliyordu. “Biz Hüseyin’le savaşıyoruz, öyleyse onun ev halkının bulunduğu çadırlara taarruzda bulunmayalım.” diye düşünecek kadar bir gayret ve yiğitliklerinin olmadığını biliyordu. Böylece ruhu bedeninde kaldığı, boğazındaki damarlar hareket ettiği müddetçe kimsenin, ev halkının çadırlarına tecavüz etmesine izin vermek istemiyordu. Hüseyin (a.s) onlara saldırıyordu, onlar da onun karşısından firar ediyorlardı. Fakat kaçanları kovalamıyor, ev halkının bulunduğu çadırlara saldırıda bulunmalarını önlemek için tekrar kendine karargâh olarak seçtiği noktaya geri dönüyordu.

 

O bölgeyi kendine karargâh olarak seçmesindeki ikinci amacı ise, yaşadığı müddetçe ev halkının İmam’ın yaşadığını bilmelerini sağlamak içindi. Bu nedenledir ki sesinin ev halkına ulaşabileceği bir noktayı kendine seçmişti.

 

Düşmanı kovalayıp kendine seçtiği noktaya sağ salim geri dönünce, “La havle ve la kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim.” (Kuvvet ve güç yüce ve azamet sahibi Allah’a mahsustur) diye bağırıyordu. Hz. Hüseyin’in (a.s) sesi yükselince, ehlibeytinin gönlü rahatlıyordu. “Seyyidimiz henüz yaşıyor.” diyorlardı. İmam (a.s), ev halkına şöyle buyurmuştu: “Ben yaşadığım müddetçe, sizler çadırlarınızdan dışarı çıkmayın.” Ev halkının devamlı olarak çadırlardan çıkıp meydana gittiğine dair söylenilen sözlere kesinlikle inanmayın. Hayır! “Ben yaşadığım müddetçe, sizler çadırlardan dışarı çıkmayın.” diye İmam’ın kesin bir emri vardı:

 

Ağzınızdan boş sözler çıkıp, sevabınızı yok etmesin; sonunuzun hayırlı olacağına emin olun. Kurtulacaksınız! Yüce Allah sizin düşmanlarınızı çok çabuk azaplandıracaktır.

 

Ev halkının, çadırlardan dışarıya çıkmalarına izin yoktu ve dışarı da çıkmıyorlardı. Onların dışarı çıkmaları için ne Hüseyin’in rızası vardı, ne de ev halkının iffetleri dışarı çıkmalarına izin verirdi. Bu nedenledir ki İmam’ın “La havle ve la kuvvete illâ billâhi’l aliyyi’l azim.” dediğini duyduklarında, gönülleri teselli buluyordu.

 

İmam (a.s), ev halkıyla vedalaştıktan sonra, bir iki kez de onların yanlarına dönüp durumlarını öğrendiği için, onlar İmam’ın tekrar savaş meydanından döneceğini ümit ediyorlardı. O dönemlerde Arap atlarını savaş meydanları için eğitiyorlardı. Çünkü at, eğitime müsait bir hayvandır. Sahibi öldürüldüğünde, birtakım özel tepkiler gösterir.

 

Hüseyin’in (a.s) ehlibeyti çadırdaydılar. İmam’ın sesini bir kez daha duymayı veya İmam’ın yüzünü bir kez daha görmeyi bekliyorlardı. Onlar o bekleyiş içerisindeyken, birden İmam’ın atının sesi duyulmaya başladı. Derhal çadırın çıkışına toplandılar. İmam’ın geldiğini düşündüler. Bir de gördüler ki at gelmiş, fakat eğeri tersine dönmüştü.

 

İşte burada Hüseyin’in çocukları ve ev halkı, “Va Hüseyna! Va Muhammeda!” nidalarıyla seslerini yükseltmeye başladılar. Atın etrafını sardılar.

 

Mersiye okumak beşerin fıtratındandır. İnsan kendi gönlünün derdini söylemek istediğinde, ağıt yakar, mersiye okur. Gökyüzünü, bir hayvanı veya insanı kendine muhatap alır. Ebu Abdullah’ın ev halkından her biri, değişik bir şekilde mersiye okumaya başladılar. Çünkü İmam onlara şöyle söylemişti:

 

“Ben yaşadığım müddetçe sizlerin ağlamaya hakkınız yoktur. Ben öldükten sonra ağıt okuyabilirsiniz.”

 

İşte o anda ağlamaya başladılar.

 

Yazdıklarına göre, Hüseyin b. Ali’nin (a.s) Sakine adında bir kızı vardı. Bu kızını da çok seviyordu. O kızı sonraları çok âlime ve edîbe bir kadın oldu. Öylesine bir kadındı ki, tüm âlim ve edebiyatçılar ona karşı saygı ve ihtiram gösterirlerdi. Ebu Abdullah bu çocuğunu çok seviyordu. O da İmam’ı aşırı derecede seviyordu. Yazdıklarına göre bu çocuk ağıt olarak öyle cümleler söyledi ki, herkesin kalbini yaktı. Ağıt okurken İmam’ın atını kendisine muhatap alarak şöyle söylüyordu:

 

“Ey babamın atı! Babam meydana gittiğinde susuzdu. Babama su verdiler mi, yoksa susuz bir şekilde mi öldürdüler?”

 

La havle ve la kuvvete illa billahi’l-aliyyi’lazim ve sallallahu alâ Muhammedin ve Âlihi tahirin.

 

(Yüce ve ulu Allah’a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Allah, Muhammed’e ve pak Ehlibeyt’ine salât eylesin.)

 

 

Kaynaklar

[1]- Halebî’nin Siyeri, c.2, s.77

[2]- Hucurât, 9

[3]- Şeyh Müfid’in İrşad’ı s.249, A’lamu’l Vera s.216, İbn Şehraşu-b’un Menakıb’ı, c.4, s.71; Hilyetu’l-Ebrar, c.1, s.560;  Keşfu’l Gumme, c. 2, s.10 ve 61; Mulhekatu İhkaki’l-Hak, c.11, 2/265-279

[4]- Hicrî 1428 yılı (2007) itibariyle.

[5]- İran halkına ait bir atasözü

[6]- Bu zatın ölümü kameri 1310 yılında olmuştur. Meşrutiyetin döneminden on dört yıl önce

[7]- Mürucü’z-Zeheb, c.3, s.69

[8]- el-Luhuf, s.11; Fi Rihabi Eimmeti Ehli’l-Beyt, c.3, s.74

[9]- Maktelu’l-Hüseyin, s.156; Maktelu’l-Avasim, s.54; İbn Şehraşu-b’un Menakıb’ı, c.4, s.89; Harezmi’nin Maktel-i Hüseyin’i, c.1, s188; Lam’etun Min Balağeti’l-Hüseyin, s.64, Nefesu’l-Mehmum, s.45

[10]- Nefayisu’l-Ahbar, s.21, İbn Şehraşub’dan naklen

[11]- Biharu’l-Envar, c.45, s.50; İbn Şehraşub’un Menakıp kitabı, c.4, s.110; Maktel-i Hüseyin-i Mukarrem, s.346

[12]- Biharu’l-Envar, c.44, s.390; İrşad-i Mûfîd, s.230

[13]- el-Luhuf, s.41; İbn Şehraşub’un Menakıp kitabı, c.4, s.110; Maktel-i Hüseyin-i Mukarrem, s.7 ve 286; Tuhefu’l-Ukûl, s.173

[14]- Biharu’l-Envar, c.45, s.57; el-Luhuf, s.53

Ehlader

0
Would love your thoughts, please comment.x