Yumuşak Savaş, İkna Savaşıdır

…Sevgili kardeşlerim, İslam Cumhuriyeti geçtiğimiz yıl dördüncü evresine girdi. Zaman, tarihe dönüşmek istediğinde önce bir paradigmadan geçmek zorundadır. Bu duvardaki saat tik tak ilerlemekle tarih yazmış olmuyor. Eğer tarihin felsefesini anlamak isterseniz, zamanı tarihe çeviren paradigmanın, evrenin kavramını bilmeniz gerekecektir. Paradigma yani Vadi. Her şeyin içinde olduğu bir vadidir bu. İslam Cumhuriyeti 31 yıllık tarihi boyunca toplam dört büyük vadiden geçiş yapmıştır. Bugün de artık dördüncü vadinin içerisindeyiz.

İlk vadi, Merhum İmam Ruhullah Musevi Humeyni’nin adımını attığı “Yok Sayma”vadisiydi. Ne Şark ve ne de Garb, ne Doğu ve ne de Batı ilkesinin hayat bulduğu bir evreydi bu. O dönemler, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Amerika’nın yani Marksizm ile Liberalizm gibi iki menfur maddi ideolojinin insan hayatına hükmettiği dönemlerdi. İmam geldi ve bizler ne Doğu Bloğunu ne de Nato’yu, ne Amerika ne de Sovyetler’i, istiyoruz dedi. Yok sayma paradigması. Bizler tam tamına on sene Yok sayma paradigmasının içindeydik. Şimdi hala İran Dışişleri Bakanlığı’nın kapısının üzerinde “Ne Doğu, ne Batı Cumhuri-yi İslami”yazmakta. Ya da İran Radyo ve Televizyon kurumunun logosunu incelediğimizde iki tane yatık konumda لا”, “Laharfini görmekteyiz ve o Laharflerinin hepsinin arkasında olumsuzluk yatmakta. Yani ne Şark ne de Garb. Henüz bizim Radyo ve Televizyon kurumumuz o ilk vadide yer almakta.

İkinci on yıllık Paradigma döneminden önce biz zaten ne Libarel ne de Marksist olduğumuzu tüm dünyaya duyurmuştuk. Bu evrede de Tradition & Modernismolarak adlandırılan Gelenek ve Reformdönemine girmiş oluyorduk. Ya Gelenek ve Sünnet ya da Yenilik ve Reform. Bir bahçe duvarı üzerinde oturmuş birisini görmüşünüzdür? Bir ayağı o tarafta, bahçede bir ayağı da bu tarafta, dışarıda. İşte bu adamın ne tarafta olduğu belli değildir. Aydınlarımız on sene boyunca sünnet ve gelenekçilik iyidir ama modernizm de iyidir diye, bir parça ondan bir parça da bundan bir sentez uygulayarak olaysız ikinci on seneyi de bu şekilde geçiştirmiştik. Kısaca Nizam bu paradigmayı da kolayca aşmış oluyordu.

İslam Cumhuriyeti nizamında üçüncü evre ise; Amerika ve Sovyetlerin, Gelenekçi ve Reformcuların aynı vadide, insanın merkez olarak kabul görüldüğü bir dönemde vuku buluyordu. Beşeri, her şeyin başı olarak sayıyor ve onu Allah’ın yerine koyup, tapıyorlardı. Sonra da insan için en uygunu Liberal olmak mı yoksa Marksist olmak mı, Gelenekçi mi, Reformist mi tartışmasına giriyorlardı. Tüm bunlar aslında hep o vadinin içerisinde. Bunların çatışma sahaları hep aynı yer. Onun etrafına bir dairevi çizgi çektiler ve adına da Hümanizm dediler. Bugün onlarca cilt kitap yazıp daha sonra bunları iftihar olarak görüp, listeleyen ve ardından çıkıp da bakın ben bugüne kadar tüm bu kitapları yazdım ama İran liderinin bir kitabı dahi yok dediklerini duyuyoruz. Ama unutmamalıdırlar ki; onlar Gelenek mi, Yenilik mi diye birbirleriyle dalaşırken ya da Liberalizm mi, Sosyaliz mi diye birbirlerine dil dökerken, İmam kalkıp paradigmayı değiştiriyordu. Dünyada bütün her şey Hümanizme yani; insan menfaatini hayatta değer ölçüsü kabul eden ve insana aşırı hâkimiyet ilkeleriyle yoğrulmuş bir ideolojiye dayatılırken; İmam Teoizmi yani Allah’ın gerçek mihver ve merkez olduğunu ilan ediyordu.

Sovyetler ve Amerika arasındaki dava iki küçük ideolojinin Hümanizm topraklarında çatışmasından başka bir şey değildi. Hem Sovyetler Birliği hem de Amerika Birleşik Devletleri insanı temel olarak görüyorlardı. Hem Marksistler hem de Liberaller insanı bütün her şeyin etrafında döndüğü bir varlık olarak tarif ediyorlardı. Ama sizler bunları inkılâbın ilk yıllarında yerip, yanlış olduğundan bahsettiniz. Şimdi de yani üçüncü on yılda ise; sade ve zarif bir şekilde Allah’a mı yoksa insana mı meyletmeliyiz diyorsunuz. Elinize bir pergel alın ve insanın üzerine koyun, daha sonra bir daire çizin. İnsan ortada ve her şey onun etrafında ona secde ediyor gibi. Buna Hümanizm derler ama şimdi o pergeli Allah lafzının üzerine koyup bir daire çizerseniz bu sefer secde yeri ve merkezi Allah olur. Aynı Kâbe gibi; Beytullah’ın, Kâbe’nin yukarısından bir fotoğraf karesi aldığımızda, namaz kılan hacıların halkalar şeklinde pergelle çizilmiş gibi namaz kıldığını ve secdeye vardıklarını görürüz. Allah’a meyil budur, insana değil.

İslam Cumhuriyeti ne Sovyetler ne de Amerika diyerek dönemin iki yaygın ideolojisini bir çırpıda kenara atıyordu. Aslında nebilerin ve masum imamların bir arzusu İslam inkılâbının üçüncü on yılında kendini iyiden iyiye hissettiriyordu; 300 yıldır hâkim olan Hümanizm’in karşısına Teoizm ve Allah’a meyil ideolojisi bu dönemde can buluyordu.

Peygamberler olsun, İmamlar olsun üstünlük ve ululuklarını göstermek için kitap yazmazlar. 2500 yıl önce hayat sürmüş olan büyük filozoflar; Platon ve Aristo’dan kalan kitaplara bakın ve 1400 yıl önce yani 1100 sene onlardan sonra yaşayan imamlarımıza bakın. Hangi imamımız oturup kitap yazmıştır ki? Kuran-ı Kerim Cuma suresinde bu konu hakkında şöyle buyuruyor;

كمثل الحمار يحمل اسفارا

“Onların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir”

Bir nebinin, bir velinin ya da bir masum imamın hüneri ve becerisi oturup ansiklopedi yazması değil, asıl kitabın kendisi olduğunu göstermesidir. Yazıp çizdikleri değil, yaşantısı ve yaptığı amellerdir. Çünkü bakın, 400 yıl zarfında binden fazla batılı filozofun ancak yapabildiğini, sessiz sedasız 20 sene zarfında “Ne Doğu ne de Batı fakat Cumhuriy-i İslami” diyerek gelenek ve modernizme ve hemen akabinde her şeyle Allah’a meyilli olmayı etkin hale bu ülkenin rehberi getirmiştir. İyice bakarsanız süper Hümanizm paradigması önünde artık süper Allah’a yöneliş paradigması vardır. Paradigma yalın bir halde değil, süper Paradigma şeklinde.

Bugün artık bir yıldır dördüncü merhalenin içerisine girmiş bulunmaktayız. İki şeritli bir yol düşünün, bir tarafı belli bir başlangıçtan gelip bir bitiş noktasına gidiyor ve diğer tarafı da bunun tam aksine. Modern insanın davası, tasası, derdi yolun o tarafında bizimkisi de bu tarafında. Bizde ki hedef ve ulaşılacak yer Nur iken, onların ki karanlıklar ve zulmetler. Bizim hareketimizin başlangıcı zulmetlerden ve onların ki Nur’dan. Bunu daha önce de değindiğimiz gibi Ayet el Kursi bizlere anlatmakta. Burada bir velinin, bir önderin yönettiği bir otobüs var. Kuran-ı Kerim; Allah iman edenlerin velisidir demekte ve o Velayetullah’tan başkası olamaz. Müminler karanlıktan Nur’a doğru harekete geçmiş otobüsün içindeki yolculardır. Öte yandan kâfirler de Tagutun velayetini kabullenmiş ve birçok küçük otomobile binip tagutlarıyla son sürat karanlıklara, zulmetlere doğru ilerlemekteler. Unutmamak gerekir ki her ikisi de bu sulta ve hâkimiyeti, bu velayeti kendi arzu ve iradeleri doğrultusunda seçmişlerdir.

لااكراه في‌الدين قد تبين الرشد من الغي

“Dinde zorlama yoktur, doğruluk sapkınlıktan seçilip belli olmuştur.”

Onlar Gayy’ı (الغي), sapkınlığı seçtiler ve rüsva oldular. Onlar rüşte, doğruluğa ulaşamadılar ki irşat olsunlar. Reşit olamadılar. Onlar bu yumuşak savaşta akıl ve kalplerini kaybettiler ve sonunda kâfir oldular. Öyleyse yumuşak savaş; küfürle imanın savaşından başka bir şey değildir. Bu savaş, tağutun hâkimiyetini Allah ve onun temsilcilerinin hâkimiyetine tercih savaşıdır. Şimdi sokaklara dökülüp; “İstiklal, Azadi, Cumhuriy-yi İrani” (Bağımsız ve hür İran Cumhuriyeti anlamındaki bu slogan aslında İslam inkılâbından bu yana; İstiklal, Azadi, Cumhuriyyi İslami şeklinde söylene gelmiştir)diye haykıranların durumu burada değerlendirilmektedir. Anayasanın değişmesi için durmadan baskılar yapıp, olaylar çıkaran kitlelerin derdi aslında Velayet-i Fakih’le değil, Velayetullah’ladır. Onlar Allah’ın hâkimiyetini, Velayetullah’ı yok etmek peşindedirler. Elbette bunların birçoğu da bunu bilinçli olarak yapıyor diyemeyiz. Bu değindiğimiz konuları hemen terslememek gerekir, oturup düşünmeli ve bu bulanık ortamı şeffaflaştırmalı.

Kavga, İblis’in kavgasıdır. Büyük Şeytan’ın kavgası, Ümmül Fesad’ın kavgası. Rahmetli İmam, Amerika hakkında üç kelime buyurmuştur; ilki onun “Büyük Şeytan” olduğu, ikincisi, “Ümmül Fesad” yani tüm bozgunculuk ve kötülüğün anası olduğunu ve üçüncüsü ise “İstikbar” olduğu, kendini her şeyden büyük gördüğüdür. Siz istikbarlık, kendini büyük görme makamının yalnızca Allah’a ait olduğunu çok iyi bilmektesiniz. “Allah-u Ekber” diyerek her namazda defalarca tekrar etmektesiniz; “Yalnızca sensin en büyük olan, sen kebirsin, sen gerçek mütekebbirsin, azametlisin”. İstikbar makamında olan sensin. Kim kendisini Allah’ın karşısına koyup, ben en büyüğüm, ben mütekebbirim derse hiç şüphesiz o müşriktir. O, bu şekilde yeryüzünde ilahlık iddia etmiş olur. Allah’tan gayrı müstekbirlik iddiasında bulunan İmam’ın deyişiyle Ümmül Fesad’tır ve bozgunculuğun anası olan bir şey, nasıl olurda ben Ümmül Islah’ım, ben düzeltme, kusurları giderme taraftarıyım diyebilir? Diyemez çünkü fesadın zıttı, karşıtı ıslahtır. Şimdi, böyle bir ortamda ancak Ümmül Fesad’ın, İstikbar’ın, tağutların ve büyük Şeytan’ın savaşı ancak Velayetullah’ı etkisiz hala getirmek için olabilir. Bunlar, insanın aklını ve kalbini ele geçirmek için her türlü yola başvururlar ve zaten o şekilde de yapıyorlar.

İş çok çetin ve gerçekten çok zordur. Bakın ben bugün Tahran üniversitelerinde sinema üzerine dersler vermeye, dizileri mercek altına almaya mecburum. Bir iki tane değil, on bin bölüm dizi. Dedelerinize bakınız, nenelerinize bir sorun, bundan 50 sene önce gününüz nasıl geçiyordu? Şu cevabı vereceklerdir; Hüseyin Kordi Şebesteri’nin kıssaları kitabı vardı (Farsça yazılmış ve anonim olan bu eserin içerisinde efsanevi ve mitolojik savaş hikâyeleri bulunmaktadır), Emir Arslan adıyla bilinen bir kitap vardı, Firdevsi’nin Şahnamesi, halkın elinden düşmeyen Hafız Şirazi’nin Divanı. Kahvehanelere gittiğinizde Şahnamedeki hikâyeler anlatılırdı ve o zamanın insanları bu dört-beş kitaptan başkasını da bilmezlerdi. Daha sonraki dönemler, roman ve hikâye kitaplarının arttığı, edebi eserlerin daha da yaygınlaştığı dönemlerdir. Peki, o zaman ne yapardık? Kendimize bir ay vakit ayırır Victor Hugo’nun Sefiller’ini okurduk. Ama şimdi bakın Sefiller sinemalara geliyor ve iki saatlik bir görsel gösterim ile tüm kitap okunmuş oluyor. Birisi bir sene boyunca 30 defa sinemaya giderse, tüm ömrü boyunca yalnızca 10 sene gittiğini farz edelim ve her yıl da 30 kere sinemaya gittiğini varsayarsak yani 10 senede bu 300 defa salon sandalyelerine oturmuş demektir. Emir Arslan veyahut Firdevsi’nin Şahnamesini 300 kere film gibi izlemiş oluyor. Bakınız bugün genç neslimiz, toplum yapısını avuç içleri gibi bilen Batı’nın yaptığı dizilerini, az değil hiç kaçırmadan 120 bölüm izliyor. Hatta bunlardan bazıları 400 bölüme kadar uzayıp gidiyor. Ülke üniversite gençleri arasında, bizim üniversitelerimiz bunlar, diğer dünya üniversitelerini hesap bile edemiyorum nasıl bir musibet içerisindeyiz, yaptığımız araştırmalarda bir gencimiz yılda ortalama bin tane dizi bölümü ve sinema filmi izliyor. Şimdi gidin televizyonunuzu açın ve bir bakın, üç-dört kanalda akşam kuşağında, diziler bir başlıyor gece yarılarına kadar aralıksız devam ediyor; yani durmadan zihinlere yeni aktarımlar oluyor. Bizim televizyonlarımızdan yayınlanan Hollywood’un yaptığı bir sinema filmi, ya da bizim yaptığımız filmler yüzünden bugün ve yarının nesillerinin başına ne belalar gelmekte. Kim elinde avucunda ne tohum varsa insanların kalbine ve zihnine onu ekiyor ve artık Velayetullah için yer kalmıyor.

Biz bugün iki bin bölüm diziyi eleştirip, tenkit ediyoruz. Yani bizim 105 bölümden oluşan bir diziyi eleştirmemiz ve dizinin anahtarını bulmamız iki saatimizi alıyor. Siz aslında sadece seyrediyorsunuz peki bilinçaltına yerleştirilenler? Mesela 24 filmi; şimdiye kadar 168 bölümü yayınlandı ve 8. sezonu da bu sene gösterime girecek yani 8 sene zarfında bu dizinin 168 bölümü izlenmiş. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz sene Amerikan Cumhurbaşkanlığına siyahî birisi seçildi ve bu seçim 24 filminin getirilerinden birisiydi. 11 Eylül olaylarından hemen sonra yani George Walker Bush ve Cumhuriyetçilerin hükümete gelişinin ilk yılında bu dizi Amerikan televizyonlarında yayınlanmaya başladı. O dönemde filmin seyrine göre ben şöyle demiştim; “Yakında Amerika Birleşik Devletlerinin başına Demokrat zenci bir Cumhurbaşkanı gelecek.” Yani Amerikan televizyonları 8 yıl boyunca siyahî birisinin liderlik koltuğuna oturması için ter dökmüş ve ilk defa seçimlere katılan birisi sandıktan Cumhurbaşkanı sıfatıyla çıkmıştı. Gerçekten üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir konudur bu. Dizinin VII. sezonuna baktığımızda, geçen sene Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy alamamış olan Hillary Clinton’nun dizide; Amerikan Cumhurbaşkanı olarak ona benzeyen yani Hillary Clinton tiplemeli bir kadın ülke yönetimine geliyor ama bölümler boyu memleketi yönetmekten aciz gibi gösteriliyor ve halka bu şekilde lanse ediliyor ve sonunda da Bayan Clinton seçimi kaybedip yerine o zenci adam hükümete geliyor. Amerika’nın bu zenciyle yapacağı birçok programı ve planı var, zaten ondan bunca çabaları.

Dikkatlice baktığımızda umuma gösterilen meydanda hep kendilerini anlatıp durmaktalar, ama bazıları perde arkasında bu film ve dizilerle yeni, kendi istekleri doğrultusunda beyinler yaratmaktadırlar. 24 filminin ilk sezonu 11 Eylül saldırılarının akabinde yayınlanmaya başlamış ve o sene dediğimiz gibi George W. Bush hükümetinin ilk senesiydi ve tam sekiz sene sonra Obama hükümeti devralmıştı. 24 filminde, Amerikan başkanlığına aday bir senatörü canlandıran başrol oyuncusu ünlü siyahî aktör David Palmer’ın sekiz sene sonra hükümete gelmesi için zemin hazırlanan Obama için film içerisinde hiç durmadan “Ben sadakat için geldim” demesi Zenci Obama’nın Sadık bir insan olduğunun kafalara kazınma senaryosuydu. Ben yalanla mücadele etmeye geldim. Bu kelime size ne kadar yakın gelmekte? “Yalan” Los Angeles’ta konuşma yaparken kendisine suikast düzenliyorlar (ki bu filmin ana temalarından birisi terör aleyhtarlığıdır gerisini siz düşünün artık) orada şöyle diyor; “Ben şu üç şey için geldim; Dürüstlük, Saygı ve ?” pat pat pat silah sesleri… Film içinde sadakat ve dürüstlük oldukça bariz bir şekilde kendini göstermektedir. David Palmer’ın karısı 24 dizisinde First Lady olmak adına her şeye gözünü karartıyor ve bir nevi kendisi için yandaş ve güç toplamakla meşgulken, Palmer karısına senin böyle bir mevkie liyakatin yok diyerek onu kapı dışarı ediyor. Oğlu filmin senaryosuna göre bir yerde elini kana bulayıp katil oluyor. Bu olay üzerine avukatları ve Palmer’ın seçim kurul başkanı ona; “Eğer bu olay medyaya sızarsa o zaman 25 yıldır Cumhurbaşkanı için harcadığımız tüm zahmetlere boşa gidecektir” derler ve o da metanetli bir şekilde “Ben halka karşı dürüst olmayı yeğlerim” diyerek kameraların karşısına geçer ve “Oğlum bir cinayete karışmıştır, bundan hepinizin haberdar olmasını isterim” diyerek oradan ayrılır. Filmin ilerleyen bölümlerinde senaryoya göre yapılan istatistikler ve araştırmalar onun bu davranışından dolayı halkın gözünde daha popüler hale geldiğini göstermektedir. Dürüstlük ve sadakat, karısını, avukatını ve seçim kurulu başkanını siliyor. Daha sonra karısından boşanıyor. İşte size bir “Dürüstlük Abidesi”. En başından beri diyor ki; “Ben yalanla savaşmaya geldim”. Bu cümleler size ne kadar yakın geliyor, neleri çağrıştırıyor?

Birleşik Devletler’de bir dizi yayın hayatına başlıyor ve 8 sene sonrası Amerika gerçek hayata zenci bir liderle giriyor ve bu da İran için musibetin ta kendisi oluyor. Bizim televizyonlarımızdan yayınlanan Hollywood yapımı bir sinema filmi yüzünden bugün ve yarının nesillerinin başına ne belalar gelmektedir derken bunları kastediyordum. Yumuşak Güç yani; bizim toplumumuz ekran karşısına geçsin “Lost” ya da “24” benzeri filmleri nefes almadan izlesin. 70 yıl ömür sürmüş ve tüm hayatı boyunca beş kitap okumuş dedesi ve nenesi ile yalnızca bir yılda bin bölüm dizi izleyen bir gencimiz arasında ne denli büyük bir fark vardır değil mi? Bu gencin, bunca dokümanı zihninde hazmedebilmesi için ne ıstıraplar çekmesi gerekmektedir. Bu eski dönemlerde eşi ve misali olmayan bir güç türüdür. Evet evet eskiden de bu tarz güç oyunları oynanırdı! diyebileceğimiz bir durum da değildir bu ama yanlış da anlaşılmasını istemiyoruz; biz bunlara karşı değiliz ve tümden önü de kesilsin demiyoruz. Biz diyoruz ki; Bakınız gençler! Biz, bu dizi filmlerinin on bin bölümünü de izledik ve bu dizilerin anahtarı budur. Yani; zamanında kahvehanelerde, nargile salonlarında ve umuma açık yerlerde Hafız Şirazi’den, Firdevsi’nin Şahname’sinden, Attar-i Nişaburi’nin Mantık ut Tayr’ından nasıl hikâyeler ve destanları anlatan insanlar olduysa bizim de bugün bu diziler ve filmler için halka bunları anlatmamız gerekmektedir, mesele budur.

Kısaca şunu anlatmak istiyoruz; Amerikan toplumunda, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, bu dizi 8 yıl boyunca zihinlerde ne denli etki olmuştur. Etkisine bakın; Obama hükümete gelmiştir. Elbette dizinin temel yapı taşı olan ve her zaman dizi içinde tekrar edilen Sadakat ve Dürüstlük sloganları gerçeğe yine yansımamıştır o başka.

Yumuşak Savaş olarak bildiğimiz tabir Joseph Nye’ın deyişiyle;

Eğer benim istediğim şeyi istemeni sağlayabilirsem, o zaman yapmak istediğin şeyi yapmaya seni zorlamama gerek yoktur.”kuralından başka bir şey değildir. Bakınız, Obama hükümete geldikten sonra ne gibi musibetleri de peşi sıra getirdi; Gazze ablukası daha da şiddetlendi, Mavi Marmara ve özgürlük filolarının da başına gelenleri anbean izledik. Pakistan’da her gün yeni bir saldırı, her gün farklı eyaletlerde, değişik camilerde bombalı saldırılar ve 200 Müslüman öldü haberleri. Bu zaman zarfında bunca olay vuku bulurken düşmanın aklına bir de Yemen geldi ve Şii kıyımına başlandı. Bu dönemde durumumuz daha da zayıfladı ve bunu fırsat bilerek bu sefer de mekân isimlerine kafayı taktılar; neymiş Fars körfezi değişecek onun yerine Arap Körfezi olacakmış yoksa turnuvalar, spor müsabakaları iptal edilirmiş.

Bizler İslam Cumhuriyeti hükümetinden talep ediyoruz; Hint Okyanusunun Kuzeyinde yer alan ve İngiliz Devlet adamı Lord Curzon tarafından Arap Denizi olarak ismi değiştirilmiş zamanının Kuruş Denizi için artık bir şeyler yapılsın. Bizler bu denli pasif ve bitap bir halde oturup beklersek; bugün Fars körfezinin ismi, Arap körfezidir iddiasında bulunanlar yarın daha ileri gidip Fars eyaleti üzerinde de hak iddia edeceklerdir. Eğer bizler içeriden bu denli zayıflamaya devam edersek; düşman da bizlere dişlerini geçirmek için yeni fırsatlar kollayacaktır.

Yumuşak Savaşı yine kısaca özetlemek gerekirse; Kalplerin ve beyinlerin ele geçirilme savaşıdır. Bu savaşta ilk alınacak tedbir; kendi kalbi ve beynini korumasını bilmektir. Bunların korunmasının tek yolu da samimi bir şekilde sevip, nefret ettiklerini listeleme ve halvet bir ortamda Allah ile bunu paylaşmadır. Ben neleri sevmekteyim ve nelerden nefret etmekteyim. Eğer mahabbet ve kinini açık ve samimi bir şekilde itiraf edersen, artık sıra şüphe ve kuşkuya, yakin ve kesinliğe gelmiştir. Bunların hepsini güzelce sıralamamız gerekir. İşte buna Yumuşak Savaş derler. Bu şekilde hareket edersek kendimizi korumaya almış ve sığınağımızı sağlamlaştırmış oluruz. Bundan sonra sıra diğerlerini gaflet uykusundan uyandırmaya, bilinçlendirmeye ve kendi cephelerimizi güçlendirmeye gelir. Çok basit ve sade bir yöntemi anlatmak isterim. Bu yöntemi aslında bizden aldılar ve şimdi dünyadaki tüm üniversitelerde tedris etmektedirler. Bugün ünlü filozof Eflatun’un eserlerine baktığımızda bu yöntemi bizim adımıza ders vermektedirler; buna “Orantısız girişim doktrini”  derler. Bunun konusu basiret ve iyi sezmektir. İki şey yapmanız gerekir. Önce oyun alanını anlatmak, aynı futbol sahası gibi. Sahanın yarısı sizin bir diğer yarısı da rakibiniz. İkinci yapmamız gereken de; kendimizin ve rakibimizin oyun kurallarını ve taktiklerini iyi bilmek ve tahlil etmek. Bu iki gereksinimi yerine getirdiğimiz zaman karşımıza dört farklı önerme çıkacaktır. Eğer oyunu kendi sahanızda ve kendi kurallarınız doğrultusunda oynadıysanız buna “Olumlu orantılı girişim” (İkdam-i mutekarin-i musbet – اقداممتقارنمثبت)derler. Eğer rakip sahada ama kendi kurallarınızla oynarsanız “Olumlu orantısız girişim” (İkdam-i na mutekarin-i musbet – اقدامنامتقارنمثبت)ki bu en güzel olanıdır. Üçüncü önerme ise; Eğer oyunu rakip sahada ve onların kurallarına göre oynuyorsanız buna “Olumsuz orantılı girişim” (İkdam-i mutekarin-i menfi – اقداممتقارنمنفي)denmektedir ve sonuncusu da; eğer kendi sahanızda ama düşmanın kuralları doğrultusunda oynanıyorsa bu da “Olumsuz orantısız girişim” (İkdam-i na mutekarin-i menfi – اقدامنامتقارنمنفي)olarak adlandırılır. Bu da İmam Ali’nin (as) Nehcul Belaga’nın XXVII. hutbesinde buyurduğunun ta kendisidir;

“Bildiğiniz gibi ben sizi, bu toplulukla gece-gündüz, gizli-aşikâr savaşa çağırdım ve size şöyle dedim; Onlar, sizinle savaşmaya gelmeden, siz onlarla savaşmaya gidin. Allah’a andolsun ki kendi vatanlarında savaşılan bir toplum zillete ve aşağılığa düşer.

Ama sizler (bu önemli işi) birbirinize bıraktınız, birbirinize yardım etmediniz. Sonunda her yandan üzerinize saldırıp yağmalandınız, yurdunuzda yenik düştünüz, alt edildiniz.”

Eğer ben kendi evimde düşmanın kurallarını kabullenmişsem, düşmanın sultasına girmişimdir ve onun hâkimiyetini kabullenmişidir demektir.

Bu yukarıda ki önermelerin aklımızda iyice yer edinmesi için gerçek bir örnek verelim isterseniz. Bir kadın farz edin ve bizim ülkemizde örtü takıyor. Bu kadın bizim toplumumuzda, kendi sahamızda ve kendi kurallarımıza göre hareket ediyor. Yani burada ki geçerli önerme “Olumlu orantılı girişim”. Aynı kadın Fransa’da Sorbon Üniversitesinde ya da babası memur olduğu için liseyi Fransa’nın bir başka şehrinde okuması icap ediyor. Orada ona şöyle diyorlar; “Kadınların okul içerisinde örtünme hakkı yoktur ve bu yasaktır!” Başını açması için baskı yapıyorlar. Ama o örtüsünü çıkartmıyor ve hicabından taviz vermiyor. Yani başkasının sahasında kendi kurallarına göre hareket ediyor işte buna “Olumlu orantısız girişim” denmektedir. Eğer baskılar sonunda hicabından vazgeçip başını açsaydı, onların sahasında onların kurallarına göre hareket etmiş olacaktır ki; buna da “Olumsuz orantılı girişim” derler. Ve farz edelim bu kadın artık okulunu bitirmiş ve vatanına geri dönmüş ama kendi sahasında düşmanın kurallarına göre hareket ediyor yani buraya geliyor ve artık başında örtüsü yok, işte o zaman buna “Olumsuz orantısız girişim” derler ve artık bu şekilde hareket eden o kadının basireti yok olmuştur ve düşman saflarına katılmıştır.

Dr. Hasan Abbasi

III. Bölümün Sonu

Çeviri: Ehlader

Yumuşak Savaş Nedir? (I. Bölüm)

Yumuşak Savaş Nedir? (II. Bölüm)

0
Would love your thoughts, please comment.x