Şehid Murtaza Mutahhari’nin İmam Huseyn (a.s) ve Kerbela üzerine konuşmalarından alıntıdır.
Bismillahirrahmanirrahim
Hamt, bütün mahlûkatı yaratan âlemlerin Rabbine mah-sustur. Seyyidimiz, Nebimiz ve Mevlamız Allah’ın kulu, Re-sulü ve Habibi olan Ebu’l-Kasım Muhammed’e (s.a.a), onun masum ve pak evlatlarına salât ve selâm olsun.
Euzu billahi mine’ş-şeytani’r-racim.
Ey Kavmim! Benim makamım ve Allah’ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa, ben şüphesiz Allah’a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın; sonra hakkımdaki hük-münüzü bana süre tanımaksızın verin.[1]
Bahsimizin konusu, Hüseynî Hamaset’tir. İlk önce Farsça dilinde çok fazla kullanılan “hamaset” kelimesinin anlamını sizlere açıklamalıyım. Hamaset[2]kelimesi, şiddet, heybetlilik ve sağlamlık anlamındadır. Bazı yerlerde, “şecaat ve hamiyet” anlamına da gelmektedir. Şiir ilmini bilen bilginler, içerikleri bakımından, yani şiirin hedefi ve manasının çeşitleri bakımından manzum şiirleri birkaç kısma ayırmışlardır. Bunlar ğınaî şiirler, hamaset şiirleri, vaaz ve nasihat şiirleri, ağıt şiirleri ve övgü ve methiye şiirleridir. Hafızın divan ve gazelleri, Sa’dî’nin gazelleri ve Şems-i Tebrizî’nin divanı, ğınaî şiirlerdir. Yani bunların şiirlerinin hedefi her ne kadar irfansa da, en azından teşbib[3] açısından âşıkane bir dildir. Mahbubun güzelliğinden ve itinasızlığından, ayrılığın derdinden, ayrılık gecesinin uzunluğundan ve birliktelik günlerinin kısalığı hakkında yakınılmasından söz etmektedir.
Bülbülün tüm düşüncesi, gülün ona yâr olmasıdır
Gülün düşüncesi, kendi işinde cilve etmesidir
Gönül çalmanın gayesi, aşığı öldürmek değildir
Efendi, hizmetkârının kederini bilendir
Bu, ğınaî şiirlerdendir. Elbette sonunda çok güzel ve latif bir irfanî nükteye değinmektedir. Hafız-ı Şirazî her zaman böyledir. Aynı şiirin sonunda şöyle diyor:
Külahını böylesine eğen, kendinden geçen derviş,
İki kadeh daha alırsa eğer, sarığını perişan eder.
Ğınaî şiirler çoktur.
Din âlimlerinin, dünya büyüklerinin, hayır ve bereketin kaynağı sayılan kimselerin hakkında söylenen ağıt şiirleri ve mersiyeleri ise, şiirin diğer bir türüdür.
Bermekîler[4] ortadan kaldırılınca, onların teşkilatlarından yararlanan şairler, onların yasını tutarak bazı kasideler söylediler. Hafız da genç oğlunun ölümünde kendine özgü diliyle mersiyeler söyledi. Şöyle diyordu Hafız:
Bir bülbül, bir gül elde etmek için
Acılara katlandı.
Gayret rüzgârı yüz hâl ile bülbülün
Gönlünü perişan etti.
Bir papağanın bir şeker hevesiyle gönlü şad idi
Aniden fena seli arzu planlarını yok etti.
Güneş ve ayın kıskanç gözünün âhı ve feryadı
Benim ay kemanlı kaşımın beşiğine yerleşti.
Ağıt şiirleri çoktur. Aynı şekilde methiye ve övgü şiirleri de çoktur. Özellikle de dalkavukluk ve mütevazılık bakımından söylenen şiirlerin haddi hesabı yoktur.
Hamaset üzerine şiirler de, diğer bir tür şiirlerdir. Genelde yalnızca özel bir ahengi kabul eder. Hamasî şiir, gayret, cesaret ve yiğitlik duygularını hareketlendirip insanı heyecana getiren bir şiir türüdür. Örneğin:
Bedenin ölmesi ve dostların ağlaması
Onun diri kalması ve düşmanının ayıplamasından daha iyidir.
Baş olup da kölelik ederek yaşamak, bana ar gelir.
Bunlar, yalnızca şiire özgü değildir. Nesirlerde de böyledir. Hamasî nesirler, ğınaî nesirler ve hüzünlü nesirlerimiz de vardır.
Sıffîn Savaşı’nda Hz. Ali (a.s) ile Muaviye’nin askerleri karşı karşıya geldiklerinde, Hz. Ali (a.s) savaşı ilk başlatan taraf olmak istemediği için bütün gayretini, ihtilaf ve sorunları mümkün olduğu kadar savaş yapmadan halletmeye, Muaviye ve yardımcılarını yola getirmeye harcadı. Bir ara onların Fırat nehrinin suyolunu işgal ettiklerini gördü. Hz. Ali (a.s) konuyu görüşme yoluyla halletmeye çaba harcıyor ve“Savaşacak bir durum yok, müzakere yapmak istiyorum, konuyu müzakere yoluyla halledelim.” diye mesajlar gönderiyordu. Buna rağmen karşı taraf kabul etmiyordu. Bu durum karşısında ya ashabı susuzluktan helâk olacak yahut da düş-manın başlattığı savaşta, savaşmaktan başka çareleri kalma-yacaktı.
Nehcü’l-Belâğa’da geçtiği gibi Hz. Ali (a.s) o işten rahatsız ve öfkeli bir durumda toplumun karşısında durmuş, birkaç satırlık bir hutbe okumuştu:
(Askerlerim!) Bunlar (Muaviye askerleri) sizden sa-vaşı tatmak, sizin elinizden savaş aşını yiyip kanmak istiyorlar. Ya aşağılığa razı olun yahut kılıçları kanlarla sulayarak suya kavuşun; doyasıya için. Kahrolarak, alçalarak yaşamanızdadır ölüm, kahrederek yücelerek ölmenizdedir hayat.[5]
Hz. Ali (a.s) bu sözleriyle askerleri arasında öylesine bir heyecan yarattı ki, askerleri iki saatten az bir süre içerisinde düşmanı bütünüyle Fırat suyu yolundan uzaklaştırmayı başardı ve düşman susuzluktan yanar hâle geldi. Fakat Hz. Ali (a.s) askerlerine şöyle buyurdu: “Siz onların her gün gelip su almalarına müsaade edeceksiniz.” Askerleri: “Onlar bize su vermedi, biz de onlara su vermeyeceğiz.” dediklerinde, Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Hayır! Bu gayriinsanî bir iştir. Su, her canlı yaratığın yararlanması gereken şeydir. Onlara suyu verin.”
Anlaşıldığı üzere bir söz, hamasî de olabilir. Hamasî söz, gayret, cesaret, mertlik, dayanıklılık ve direnç gücü veren söz demektir. Eğer bir şiir veya nesir bu özelliklere sahip o-lursa, ona hamasî şiir veya hamasî nesir denir.
Olayların ve tarihlerin de çeşitleri vardır. Bazı olaylar tamamen ğınaîdir, aşkla ilgilidir; bazıları nasihatlerle, bazıları ağıt ve mersiyelerle ve bazı olaylar da hamasetle ilgilidir. Baştan geçen bir olayın tümü ğına, yani aşk olabilir.
Dergileri[6] az çok görüyorsunuz. Bunlarda nice gerçek öyküler, nice efsaneler, nice gerçek ve efsane karışımı olaylar vardır! Bunların tümü de ğınaî (aşk) öyküleridir. Şimdi şu aşk öyküleri halkın kulağına varırsa, ne yapacağını ben bilmiyorum. Ağıt hikâyeleri ve söz gelimi trajediler de, facialarla ilgili hikâyeler de çoktur. Gazetelerin olaylarla ilgili sayfalarını okursanız, genelde bu tür olayları göreceksiniz.
Nasihat öyküleri de, öğüt ve nasihat içerikli hikâyelerdir. “Doğruların Öyküsü”[7]kitabı da tümüyle nasihat içerikli öykülerden oluşan bir kitaptır. Hatta şahsiyetlerin de türleri vardır. Şahsiyetlerden bazıları hamasîdir, ruhları hamasettir. Bazılarının ruhları ğınaîdir (aşktır). Bazılarının ruhları bütünüyle üzüntü, inlemedir. Bazılarının ruhlarının şekli ise öğüt, nasihat ve kınama türündendir.
Buraya kadar özetle hamasetin manasını anlamış olduk. Artık Hüseynî hamaset hakkında konuşabiliriz.
Acaba Ali oğlu Hüseyin’in hamasî bir hadisesi var mıdır, yok mudur? Acaba Ali oğlu Hüseyin’in şahsiyetinde ha-maset var mıdır, yok mudur?
Bizler kendimiz için, insanî bir şahsiyet olan Hüseyin b. Ali’nin şahsiyetini tanımalıyız. Her yıl kendisi için zamanımızı, paralarımızı harcadığımız ve iş günlerimizi tatil ettiğimiz o şahsın özellikleri bizler için anlaşılır bir düzeyde ol-malıdır. Onun özelliklerinden birisi de şudur: Acaba Hüseyin (a.s) bir hamasî şahsiyet midir, değil midir? Acaba bizler Hüseyin’in ve başından geçen olayların varlığından bir hamaset hissine mi sahip olmalıyız, yoksa bir trajedi, yas, ağıt ve telef olma duygusunu mu taşımalıyız?
Burada biraz açıklama yapmam gerekir. Şöyle ki, çoğu zaman hamasî manzumeleri hatırlatan hamasî şahsiyetler, ırksal ve kavimsel yönlere sahiptirler. Bu tür hamasî şahsiyetler genelde vardır. Hem Rüstem ve İsfendiyar[8] gibi efsanevî olanları, hem de İran tarihindeki Celaleddin Harezm Şah gibi gerçek olan şahsiyetleri kapsar. Çoğunlukla bir kav-min gerek efsanevî ve gerekse gerçek olan kahramanları, o kavme mensup olmaları bakımından söz konusu kavmin duygularını tahrik ederler.
Aslında kahramanı sevmek, beşer fıtratının bir parçasını teşkil etmektedir. Özellikle de bu kahraman insanla herhangi bir bağlılığı olan insanlar, onunla gurur duyuyorsa. Meselâ güreş kahramanları şampiyonluk elde ettiklerinde, halk bu durum karşısında duygulanmaktadır. Veya halterci olan birisi halteri kaldırıp örneğin dünya şampiyonundan üç kilo fazla halter rekor kırdığında, onu hemen baş tacı yaparlar. Ya da güreş sırasında bir oyun ile rakibini yere vuran birisine oldukça fazla ilgi gösterirler.
Bütün bunların nedeni, insanın fıtratında kahramanı sevme duygusunun var olmasıdır. Ayrıca insan kendi kavminin ve kendi milletinin kahramanını yüceltir, diğer kahramanları değil. Uluslararası güreş müsabakalarında müsabakaları yakından seyretmek için orada bulunan veya uzaktan radyo vasıtasıyla kulak verip dinleyen bir milletin ilgisi, kendi vatandaşına yönelik olmaktadır. Onların da gayeleri, kendi vatanları ve kendi halkları için gurur kazanmaktır. Bizler Rüstem’in, İsfendiyar’ın, Efrasiyab’ın ve benzerlerinin öyküsünü okuduğumuzda, Efrasiyab’ın Maveraünnehr’den ve başka bir milletten, Rüstem’in ise İran halkından olmasını bildiğimiz için ister istemez gönlümüz her zaman Rüstem’in kazanmasını istiyor. Efsaneyi uyduranlar da, bunları uydururken bizim eğilimlerimiz doğrultusunda uydurmuşlardır. Yani her zaman muhalif taraf yenilgiye uğrayan, mağ-lup taraf olarak uydurulmuş, taraftarı olduğumuz şahıs ise hep yenen ve galip gelen taraf olarak gösterilmiştir. Bu hamasî şahsiyetler, kavimsel yiğitlerdir. Belirli bir kavme, ırka, suya ve toprağa mahsusturlar.
Fakat İmam Hüseyin (a.s) söz konusu olduğunda durum değişmektedir. Evet, İmam Hüseyin hamasî bir şahsiyettir, ama efsanevî Rüstem’in hamasî şahsiyeti gibi değildir. Hüseyin de yiğit bir şahsiyettir, fakat insanlık yiğididir, kavim yiğidi değil.
Hüseyin’in sözü, Hüseyin’in ameli, Hüseyin’in hadisesi, Hüseyin’in ruhu ve Hüseyin’in her şeyi heyecandır, derstir, güç kaynağıdır. Fakat nasıl bir güç kaynağı ve nasıl bir derstir? Acaba özel bir kavme mensup olduğu için mi? Yoksa Arap olup olmama meselesi nedeniyle mi? Veya İranlılardan bazılarının söyledikleri gibi, hanımının İranlı olması sebebiyle mi?
Aslında Hüseyin’in vücudunda bu tür yiğitliklerin bulunması mümkün değildir. Hüseyin’in tanınamamasının nedeni de budur. Çünkü Hüseyin’in hamaseti, bu tür hamasetlerin üstünde ve çok ilerisinde bir hamasettir. Çok az kimseler Hüseyin’i tanıyabilirler.
Şimdi bakalım meselenin gerçeği nasıldır. Sizler hamasetin kavimsel ve ırksal yönünden değil, ağırlığı, derinliği, yüceliği ve yüksekliği açısından, dünyada Hüseyin b. Ali gibi hamasî bir şahsiyet bulamazsınız. Hüseyin insanlık mar-şıdır, insanlık türküsüdür. Bu nedenledir ki bir benzeri yoktur. Cesaretle arz ediyorum ki, bir eşi daha yoktur. Dünyada ne kuvvet ve kudret açısından, ne de yücelik ve insanî yön açısından Hüseyin b. Ali’nin hamasetine benzer başka bir hamaset bulamazsınız. Maalesef biz insanlar bu hamaseti tanıyamamış durumdayız.
Aşura vakasının ve Kerbela tarihinin iki sayfası vardır; biri beyaz ve nurlu sayfa, diğeri ise siyah ve karanlık sayfa. Sayfaların her ikisi de ya emsalsizdir veya benzeri az bulunur bir özellik taşır. Özellikle siyah ve karanlık sayfası o kadar siyah ve karanlıktır ki, o sayfada yalnızca emsalsiz veya emsali az bulunan cinayetleri görürüz.
Bir zamanlar hesapladım ve bu cinayetlerde yaklaşık yirmi bir çeşit alçaklık ve hakaret gördüm. Dünyada bu kadar çeşidi bulunan başka bir cinayetin bulunabileceğini zannetmiyorum.
Tabii ki, Haçlı savaşlarının tarihinde Avrupalıların işlediği cinayetler de çok ilginçtir. Bu nedenledir ki, “Kerbela vakasında işlenen cinayetlerin fazlalığı bakımından bu olayın bir benzeri yoktur.” demeye cesaret edemiyorum. Dikkatimi çeken iki olaydan biri, Haçlı savaşları ve Hıristiyanların o savaşlarda işledikleri cinayetler, bir diğeri de Avrupalıların Müslüman Endülüs’te (bugünkü İspanya) işlemiş oldukları cinayetlerdir. Bu da çok ilginçtir. Merhum Ayetî’nin yazdığı ve üniversitenin de yayınladığı Endülüs tarihini okuyunuz. Güzel bir araştırma ve öğretici bir kitaptır. Bu kitapta şöyle denmektedir:
Avrupalılar, Endülüs’teki Müslümanların diledikleri yerlere gidebilmeleri için yüz bin kadın, erkek ve çocuğa izin vermişlerdi. Bunlar yola düştükten sonra izin verdiklerine pişman oldular veya önceden hile düşünerek böyle bir izni verdiler. Hangi hâlde olursa olsun, bu yüz bin kişinin peşine düşüp hepsini öldürdüler ve kafalarını kestiler.
Cinayet işlemek konusunda doğulular, hiçbir zaman batılılar gibi olamamışlardır. Emevî teşkilatı da dâhil olmak üzere, doğuluların tüm tarihini inceleseniz, şu iki cinayeti bulamazsınız: Birisi canlı canlı ateşte yakmak, diğeri de kadınları katletmek. Fakat Batı tarihinde bu iki tür cinayet oldukça fazladır. Batının tarihinde kadını öldürmek yaygın ve alışılagelmiş bir hadisedir. Bugün dahi onların insanî bir ruha sahip olduklarına inanmayınız. Vietnam’da yapılanlar, onların Haçlı seferleri ve Endülüs savaşlarındaki ruh hâllerinin devamıdır. Yüz binlerce insanı, cani olsalar dahi canlı canlı ocakların içerisine atıp yakmak, doğu insanının yapabileceği bir iş değildir. Doğu insanının elinden böyle bir cinayeti işlemek gelmez. Bu iş yalnızca yirminci asır Batı insanının yapabileceği bir iştir. Sina çölünde on binlerce askere, açlıktan ölmeleri için ekmek su vermemek ve esir düştükleri takdirde ekmek vermeleri gerekeceğinden, ekmek ve su vermemek için onları katletmek, sadece Batılılara ait bir davranıştır. Doğulular bu tür bir cinayeti işlemezler.
Filistinli Yahudi, Batılı Yahudiden yüz derece daha şereflidir. Filistin halkı eğer Filistin’in yerlisi bir Yahudi halk olsaydı, bu tür cinayetler olmazdı. Bu cinayetlerin tümü, Batı Yahudilerinin işidir.
Kısacası cinayet bakımından Kerbela vakasında işlenen cinayetlerin dünyada bir benzerinin bulunamayacağını söyleme cesareti gösteremiyorum. Fakat Doğu’da bulunamayacağını söyleyebilirim.
Bu açıdan Kerbela vakası, bir cinayet, bir trajedi, bir musibet ve bir matemdir. Bu sayfaya baktığımızda, günahsızların öldüğünü görüyoruz, gencin öldüğünü görüyoruz, süt emen yavrunun öldüğünü görüyoruz. Ölenlerin cenazelerinin üzerlerinde atların gezdirildiğini görüyoruz. Bir insana su vermediklerini görüyoruz. Kadın ve çocukları kamçılarla dövdüklerini görüyoruz. Esirleri hörgüçsüz deveye bindirdiklerini görüyoruz.
Bu açıdan bakıldığında, hadisenin kahramanı kimdir? Açıktır ki, hadiseye cinayet yönünden baktığımızda, zulme uğrayan insan kahraman değildir. O, zavallı bir insan, bir mazlumdur. Cinayet açısından hadisenin kahramanı Mua-viye oğlu Yezid’dir, Ziyad oğlu Ubeydullah’tır, Sa’d oğlu Ö-mer’dir, Zilcevşen oğlu Şimr’dir, Huli ve diğerleridir.
Bu nedenledir ki, tarihin kara sayfasını incelediğimizde, yalnızca insanlığın cinayet ve matemini görüyoruz. Öyleyse bu hadise hakkında şiir söylemek istersek, ne söyleyeceğiz? Mersiye söylememiz gerekir. Mersiye dışında söyleyebileceğimiz başka bir şey yoktur. Şöyle söylememiz gerekir:
Kerbela çölünde “el-ateş”[9] feryadı,
Susuzluklardan Ayyuk’a[10] çıkıyor.
Fakat Aşura tarihçesi sadece bu sayfa mıdır acaba? Yalnızca mersiye midir? Yalnızca musibet midir, başka bir şey değil midir?
Bizim yanlışlığımız buradadır. Bu tarihçenin diğer bir sayfası daha vardır. O sayfanın kahramanı da artık Muavi-ye’nin oğlu, Ziyad’ın oğlu, Sa’d’ın oğlu değildir, Şimr değildir. Bu sayfada kahraman, Hüseyin’dir. Bu sayfada artık cinayet, trajedi yoktur. Sadece hamaset vardır, iftihar ve nuranîlik vardır. İnsanlığın ve hakikatin tecellisi vardır. Hakperestliğin ortaya çıkışı vardır. Bu sayfaya baktığımızda, insanlığın kendisiyle gururlanmaya hakkı vardır. Fakat kara sayfayı incelediğimizde, insanlığın başının eğik olduğunu görüyoruz. Burada insanlık kendisini şu ayetin muhatabı olarak görmektedir:
Onlar da (melekler), “Biz seni övüp yüceltirken ve (sürekli) tasdik edip dururken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” dediler.[11]
Tabi ki Cebrail-i Emin, yüce Allah’ın, “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” [12] buyruğu karşısında soru sormamaktadır. Ancak insanlığın yalnızca kara sayfasına bakıp diğer sayfasını göremeyen meleklerden bir bölümü yüce Allah’a şöyle bir soru yönelttiler: “Yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birisini mi yaratmak istiyorsun?” Yüce Allah da onlara cevaben şöyle buyurdu: “Ben, şüphesiz, sizin bilmediğinizi bilirim.” [13]
O kara sayfa, öyle bir sayfadır ki melek bile itiraz etmektedir. Burası beşerin, başını aşağı eğdiği yerdir. Fakat nurlu sayfa, öyle bir sayfadır ki, insanlık onunla iftihar etmektedir.
Kerbela vakasının niçin sürekli kara sayfasından konuşuyoruz? Niçin her zaman Kerbela’nın cinayetleri anlatılıyor? Niçin sürekli olarak Hüseyin b. Ali’nin, canilerin cinayetlerine maruz kalması söz konusu ediliyor? Hüseyin b. Ali adına yazdığımız ve haykırdığımız şiarlar, niçin Aşura’-nın kara sayfasından iktibas ediliyor? Oysaki bu hadisenin hamaset yönü, cinayet yönüne galip gelmektedir. Bu hadisenin nuraniyeti, karanlığına ağır basıyor.
Öyleyse itiraf etmeliyiz ki, Hüseyin b. Ali’ye karşı cinayet işleyenlerden birisi de bizleriz. Çünkü bu tarihçenin yalnızca bu sayfasını okuyor, diğer sayfasını görmüyoruz. İ-mam Hüseyin’e karşı işlenmiş cinayete ortak olanlar, bu tarihçeyi hedefinden saptıran ve hâlâ da saptırmakta olan kim-selerdir.
Hüseyin’i bir gün içerisinde öldürüp, başını bedeninden ayırdılar. Fakat Hüseyin yalnızca bu bedenden ibaret değildir. Hüseyin bir mekteptir. Ölümünden sonra daha da canlanmıştır.
Benî Ümeyye teşkilatı, Hüseyin’in ölümüyle işin biteceğini sanıyordu. Fakat sonraları anladılar ki, Hüseyin’in ölüsü, dirisinden daha çok kendilerine engel teşkil etmektedir. Hüseyin’in türbesi, gönül sahiplerinin merkezidir. Nitekim Zeynep de Yezid’e böyle söylemişti:
Ne planın varsa uygula. Elinden gelen çabayı sarf et. Mücadeleni yap. Allah’a yemin ederim ki, ne bizim adımızı ortadan kaldırabileceksin, ne de vahyimizi yok edebileceksin?[14]
Yani ne gibi planın varsa uygula. Fakat emin ol ki, sen benim kardeşimi öldürüp yok edemezsin. O ölmedi, daha da diri bir hâle geldi.
O dönemlerde mersiye okuyucuları, şimdiki okuyucular gibi değillerdi. “Kumyet” mersiye okuyucu idi. “Di’bil-i Huzaî” mersiye okuyucuydu. O şöyle demiştir: “Elli yıldır darağacını omuzlarımda taşıyorum.” O, Abbasî ve Emevî halifelerinin tahtlarını sarsacak mersiyeler söylüyordu. Bizim şairlerimiz, feleği, Hüseyin’in şahadetinin sorumlusu o-larak gördüler. Kumyet ise böyle düşünmüyordu. Bir kaside söylediğinde dünyayı titretiyordu. Çünkü Hüseyin’in adıyla, Hüseyin’in mersiyesiyle kaside okuyordu.
Hüseyin’in (a.s) düşmanları çok ilginç biçimde Hüseyi-n’in kabrinin de, kendileri için bir musibet, bir engel olduğunu gördüler. Böylece de kabrini ortadan kaldırmaya karar verdiler. Kabrini yıktılar, taş üstünde taş koymayıp kabrini dümdüz ettiler. Kimse Hüseyin’in kabrinin nerede olduğunu anlayamasın diye, ırmağı kabrin bulunduğu yere yönlendirdiler. Peki, amaçlarına ulaşabildiler mi? Hayır! Ak-sine halkın İmam Hüseyin’e rağbeti daha da arttı.
Abbasî halifesi Mütevekkil’in bir baş dansözü vardı. Bir vakit ona bir işi düştü. Arattırdı, ancak şehirde olmadığını haber verdiler. “Nerede?” diye sorduğunda seyahate gittiğini söylediler. Bir müddet sonra geldiğinde, Mütevekkil ona nereye gittiğini sordu. “Ziyaret için Mekke’ye gittim.” diye cevap verdi. Mütevvekkil, “Şimdi Mekke’yi ziyaret vakti de-ğildir. Ne hac zamanı olan zilhicce ayıdır, ne de umre ayı olan recep ayıdır.” dedi. Nereye gittiğini söylemesi için ısrar etti. Daha sonra bu kadının, Ali oğlu Hüseyin’in kabrini ziyarete gittiği anlaşıldı. Mütevekkil çılgına döndü. Anladı ki, Hüseyin’in adını unutturmak mümkün olmayacaktır.
Ben hangi caninin veya canilerin, cinayeti değişik bir şekilde Hüseyin b. Ali’ye yüklediğini biliyorum. Hüseyin’e değişik bir şekilde cinayeti yüklemek, Hüseyin b. Ali’nin he-defini tahrif etmenin ta kendisidir. Hıristiyanların İsa (a.s) hakkında söyledikleri o saçma sözü, Hüseyin hakkında da söylediler. “Hüseyin, ümmetin günahlarını yüklenmek için öldü.” dediler. Yani Hüseyin, biz günahları rahat işleyelim diye öldü!!!
O zamanlar günahkârların sayısı azdı, çoğalmaları için öldü! Bu nedenledir ki, bu inhiraftan sonra bizim, Kerbela hadisesinin siyah ve karanlık sayfasını okumaktan başka ça-remiz kalmadı. Yalnızca ağıt ve mersiyeler görür olduk. O karanlık sayfayı da görmeyelim, demek istemiyorum. Onu da görüp mütalaa etmeliyiz.
“Bu mersiye her zaman canlı tutulmalıdır.” şeklinde söy-lenen söz, doğru bir sözdür. Bu sözü bizzat Peygamber’den (s.a.a) almışlardır. Bunu İmamlar tavsiye etmişlerdir. Bu yas ve matem unutulmamalıdır. Bu zikirler unutulmamalı, devamlı hatırlatılmalıdır. Bir kahramanın matemi için halk her zaman gözyaşı döksün. Ama ilk önce onun kahramanlığı halk için açıklanmalıdır. Ancak bundan sonra o kahramanın başına gelenlere ağlamalısınız. Aksi takdirde bir insan için; çaresiz, elsiz ve ayaksız bir mazlum için ağlamak boşuna o-lur. Bir milletin ona ağlamasının bir anlamı olmaz. Kahraman birinin matemi için ağlıyoruz ki, kahramanlık duyguları kazanmış olalım.
Kahramanın ruhundan bir parça ruhun da sizlerin ruhlarında canlanması için, hak ve hakikate karşı gayret sahibi olmalısınız. Sizler de onun gibi adaleti isteyenler olmalısınız. Sizler de zulüm ve zalim ile mücadele etmelisiniz. Sizler de özgürlük isteyenlerden olmalısınız. Özgürlüğe saygı duymalısınız. Sizler de izzet-i nefsin, şeref ve insanlığın, kerametin ne olduğunu anlamalısınız.
Eğer bizler Hüseynî tarihin nurlu sayfasını okursak, o zaman onun matem boyutundan istifade edebiliriz. Yoksa abes olur. Öbür dünyada Hüseyin’in, halkın kendisine acımasını beklediğini hayal ediyoruz veya (Allah’a sığınıyorum) Hz. Zehra’nın (s. a) bin üç yüz yıl sonra, ilâhî rahmetin civarında, teselli bulmak için dört beş adamın Hüseyin’e ağlamasını beklediğini zannediyoruz.
Birkaç yıl önce bir kitapta, bir yazarın Hüseyin b. Ali ile İsa Mesih arasında bir karşılaştırma yaptığını görmüştüm. Yazar şöyle yazmıştı:
Hıristiyanların amelleri Müslümanların (Şiîlerin) amellerinden daha çok kabul edilmelidir. Çünkü Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın şahadet gününü bayram olarak kutluyorlar, şenlikler tertipliyorlar. Fakat bunlar (Şiî Müslümanlar) Hüseyin b. Ali’nin şahadet gününde yas tutup ağlıyorlar. Hıristiyanların amelleri Şiîlerinkinden daha iyidir. Çünkü Hıristiyanlar, İsa Mesih i-çin şahadeti zafer biliyorlar, yenilgi değil. Bunun için-dir ki, şenlikler düzenliyorlar. Fakat Müslümanlar şahadeti yenilgi olarak kabul ediyorlar. Ne mutlu şahadeti zafer bilip şenlikler yapan millete! Yazıklar olsun şahadeti bir yenilgi olarak bilip onun için mersiye o-kuyan millete!
Bu sözün cevabı şudur: Birincisi, Hıristiyan âleminin bu şahadeti bayram olarak kutlamaları, “İsa, günah yüklerinin üzerimizden kalkması için öldü.” şeklindeki batıl inançlarından kaynaklanmaktadır. Zanlarına göre hafifleyip uçtukları için o günü bayram olarak kutlamaktadırlar. Gerçekte ise psikolojik rahatlamanın bayramını, yine kendi zanlarına göre kutlamaktadırlar. Bu da bir hurafedir.
İkincisi bu inanç, İslâm ile tahrife uğramış Hıristiyanlık arasındaki farklılıklardan biridir. İslâm toplumsal bir dindir. Hıristiyanlık ise, bütünüyle ahlâkî nasihatlerden ibarettir. Ayrıca bir hadiseye kimi zaman ferdî, kimi zaman da toplumsal açıdan bakarız. İslâm’a göre Hüseyin b. Ali’nin şahadeti ferdî bakış açısından bir zaferdir. Hüseyin b. Ali’nin şahsı için bu şahadet yenilgi miydi yoksa zafer miydi? İstisnasız her Müslüman “Zaferdi.” diyecektir.
İmam’ın kendisi de ilk gün şöyle buyurmuştur:
Gerdanlığın, kızların boynunu çizdiği gibi, ölüm de insanoğlunun üzerine yazılıp çizilmiştir. Yakup’un, Yusuf’u görmeyi arzu ettiği gibi, ben de atalarımı görmeyi arzu ediyorum.[15]
Bir insan açısından ve şehidin kendisi açısından şahadet, bir zaferdir. Hıristiyanların söylemelerine gerek yok, bunu bin küsur yıl önce İslâm önderleri söylemiştir. Ali b. Ebu Talip, kılıç inip kaşlarının yakınına kadar başını yardığında şöyle diyordu:
Vallahi ölümün gelip çatması, bana kötü gelmediği gibi, onun geldiğini görünce de, tanımadığım, hoşlanmadığım bir şeyi tanımış, görmüş olmadım. Ben su arayan kişinin suya kavuştuğu, bir murada ermek isteyenin muradına ulaştığı hâldeyim şimdi.[16]
Şairin söylediği gibi:
Kayıp yâri görmek bilir misin ne kadar lezzetlidir?
Sıcak çölde susuz birine yağan yağmur gibidir.
Benim bu kılıç darbesini almam,
Aynı gece karanlığında su arayıp da bulamayan kimsenin aniden suya ulaşması gibidir.
Kederden kurtardılar beni seher vakti.
Gece karanlığında bana verdiler ab-ı hayatı.
Bu görüşler, ferdî açıdandır. Fakat İslâm’ın bir yönü da-ha vardır. İslâm, hadiseleri hiçbir zaman şahsî açıdan değerlendirmez, sosyal yönden ele alır. Aşura hadisesi, toplumsal açıdan ve onu gerçekleştirenler bakımından, İslâm toplumunda bir alçaklığın göstergesiydi. Bu nedenledir ki, bir daha böyle bir alçaklığın yaşanmaması için her zaman hatırlatılması gerekir.
Bu, bir milletin, “Biz Müslümanlar nasıl böyle bir iş yaptık?!” diyerek çektiği “ah”tır. “Bu işi yapanlara lanet olsun. Artık böyle bir iş yapmamalıyız.” pişmanlığının bir ifadesidir. İkinci olarak bu konu, İslâmî ve insanî duyguları harekete geçirmek içindir. Ancak doğru idrak etmemiz şartıyla. Gün, insanın kafasını suya daldıracağı gün değildir. Dinî konumumuzda reform yapmamız gerekmektedir. Tabi ki dinimizde değil, kendi işlerimizde, kendi durumlarımızda değişiklik yapmamız gerekmektedir. Bizlerin hataları di-ne mal edilemez…[17]
[1]- Yûnus, 71
[2]- “Hamaset” kelimesi Türkçede de kullanılmaktadır. Türkçe sözlükte şöyle izah edilmiştir: Yaratılıştan gelen yiğitlik, doğuştan gelen kahramanlık. (Büyük Türkçe Sözlük)
[3]- Teşbib, bir kasidenin başlarında aşk ve gençlik hakkında beyitler getirilmesi anlamındadır. (Büyük Türkçe Sözlük)
[4]- Bermekîler, Abbasîler saltanatında vezirlik görevi yapan bir sülalenin ismidir.
[5]- Nehcü’l-Belâga (Feyzü’l-İslâm’ın derlediği), s,138, 51. hutbe
[6]- Şah dönemindeki dergilere işaret ediyor. (Mütercim)
[7]- Şehit Üstad’ın yazdığı ve Türkçeye de çevrilen kitaba işaret ediliyor.
[8]- Zal oğlu Rüstem ve İsfendiyar, İran halkının efsânevî kahramanlarındandır. (Mütercim)
[9]- el-Ateş, Arapçada “susuzluk” anlamındadır.
[10]- Ayyuk, Fars lisanında yıldızlardan birinin ismidir.
[11]- Bakara, 30
[12]- Bakara, 30
[13]- Bakara, 30
[14]- Biharu’l-Envar, c.45, s.135; el-Luhuf, s.77
[15]- Biharu’l-Envar, c.44, s.366; el-Luhuf, s.25; Maktel-i Hüseyin c.2, s.5; Keşfu’l-Gumme, c.2, s.29
[16]- Biharu’l-Envar, c.42, s.254; Feyzü’l-İslâm’ın derlediği Nehcü’l-Belağa, s.875. Hz. Ali’nin (a.s) İbn Mülcem tarafından yaralandıktan sonraki, öleceği ânâ yakın vasiyetlerinden biridir.
[17]- Üzülerek belirtelim ki, Şehit Ayetullah Mutahhari’nin bu konunun devamı olan konuşmaları kasete kaydedilmemiştir