13. Ders
Bismillahirrahmanirrahim
Bahsimiz “İyyake na’budu” cümlesine gelip dayandı. Yani: Ya Rabbi, ben sadece sana ibadet ederim. Allah’ım, ben sana kul olurum. Senden başka hiç kimseden korkmam ve senden başka hiç kimseye de itaat etmem. Senden başkasına huzu göstermem. Allah’ım, mal nedir? Makam da neyin nesidir? Eş nedir? Biz, muvahhidiz!…
Ya Rabbi, ben sadece sana kulluk etmek azmindeyim. Ama ben tek başıma bunu yapamam. Ben bütün kayıtlardan kurtulup, sadece sana ibadet etme hususunda tek başıma muvaffak olamam. İnsanın bütün evham ve hayallerini terk edebilmesi çok önemli bir meseledir. Muvahhit olmak ve sadece “Allah” demek, çok ağır ve zor bir hadisedir. “Dinim düzelsin yeter. İster dünya düzelsin, ister düzelmesin. Bana sadece dinim lazımdır.” demek çok güçtür. Bu bir avuç toprak (insan), böyle diyebilecek olursa, artık sadece Allah’a teveccüh ve iltifat eder. Fani olan her şeyden yüz çevirir. Baki olan Allah’a yönelir. Fani olan şeylere bağlanmak doğru değildir.
Yer ve gökleri yaratan Allah, beni ve tüm mevcudatı da yaratmıştır. Sadece O’na yönelirim. O’ndan başka her şeyden yüz çeviririm. Mal, makam ve şöhretten el çekerek sadece Allah’ın kulu olurum. Ya Rabbi! Senden yardım dilerim. Bu önemli mesele sadece senin yardımınla vücuda gelebilir. Bu yardımını daimi kıl. Sen yardım et ki, senin daimî kulun olayım.
Allah’a kulluk çok önemli ve zor bir meseledir. Bu kulluğu devam ettirebilmek ise daha zordur. Denediniz mi, insan birinden öğüt ve nasihat duyunca oldukça güzel ve manevî bir halete girmektedir. Allah’a kulluk etmeye azmetmekte, Allah’tan başkasına bağlılığını kalbinden söküp atmaktadır. Ama eve veya pazara gidince nefis, heva ve şehvetlerin etkisine girmekte ve gaflete dalmaktadır. İnsan tek başına olursa, ne şeytanla, ne de kendi nefsiyle baş edemez. İnsan, tek düşüncesi ahiret ve gayb âlemi olacak bir duruma gelmelidir. Cisim, madde, su, ekmek, kadın ve benzeri şeylere bağlanan bir insanın bütün bu bağlılıkları bir yana iterek, “Allah’tan başka bir ilâh yoktur” demesi için büyük bir himmete ihtiyacı vardır. Yücelik gerektirmektedir. Öyle bir hadde ulaşmalıdır ki, dinini para, eş ve sair şeylerden daha değerli olarak kabullenmeli ve dininin şehvete mağlup olmasına tahammül etmemelidir.
Herkes Allah’ın yardımına muhtaçtır. Peygamber’den tut, bayağı insanlara kadar herkes Allah’ın yardımına mazhar olmadıkça, işlerinde başarılı olamaz. Bir lahza olsun yardım etmez ve onları kendi hâllerine bırakacak olursa, hemen şeytanların hücumuna maruz kalırlar. Şeytanlar asla insanın sağ salim kurtulmasına izin vermezler. Edebildikleri kadar dinine, o da olmazsa dünyasına ve hayırlara ulaşmasına engel olmaya çalışırlar. Kimin gücü kendine, şehvetlerine ve şeytanlara yetebilir?
Hepsinden de kötüsü insanî şeytanlardır. Bir tek vesveseyle işlerini bozar. Meselâ insanın yanına vararak, “Duyduğuma göre sen de hurafelere tutulmuşsun. Hacı hocalarla düşüp kalkıyormuşsun” gibi laflar eder durur. İşte burada insan yalnız kalır; Allah’ın yardımı ve meleklerin ilhamı olmazsa etkilenir ve yolunu şaşar. Ama ilâhî yardım olursa, bu insandan ve cinden şeytanların vesveselerini etkisiz hâle getirir.
İnsanı muhkem ve sabit kılan irade de, Allah’ın yardımı ile müyesser olmaktadır. Şeytan bizi Allah’tan ve hakikatten ayırmak istiyor. Vesveseler de şehvetler ile uyum içindedir. İnsanın kalbine şüphe sokmaktadır. İnsanın işini bitirmedikçe ondan el çekmemektedir. Sen, “Allah’ım! Sadece senden yardım dilerim. Şeytanlara engel ol ki, vesveselerinden etkilenmeyeyim.” diye dua et. Hatta dünyevî şerler karşısında da Allah’tan yardım dilemelisin. Dünyevî şerler de bir iki tane değildir ki? Meselâ evinden çıkıp da dönünceye kadar, başına bin bir bela gelebilir. En azından bir motosiklet sana çarpar da beyin kanamasından ölür gidebilirsin. Velhasıl, her açıdan yardıma muhtacız.
Anlattıklarımla irtibatlı olarak ve sıkılmayasınız diye rivayette yer alan bir hikâyeyi nakledeyim sizlere. Bu rivayet Biharu’l-Envar’ın 6. cildinde İmam Cafer Sadık‘tan (a.s) nakledilmiştir. Rivayetin hâsılı şudur:
Benî İsrail arasında Cerih adında bir abit vardı. Uzlet köşelerinde ibadet ve Allah’ın zikriyle meşgul idi. Ama âlim değildi. Bir gün annesi seslenerek kendisiyle işi olduğunu söyledi. Ama Cerih itina etmedi ve zikrine devam etti. Zavallı annesi gitti yeniden geldi. Rivayette annesinin Cerih’le ne işi olduğu zikredilmemiştir. Ama Cerih yine oralı olmadı. Annesi yeniden gelerek seslendi ve “Cerih, bana baksana, senin yardımına ihtiyacım var.” dedi. Ama abit yine itina etmedi ve zikrine, ibadetine devam etti.
Allah insanı cahil abitlikten korusun! Eğer bu zikrin Allah’ın emrine itaat içinse, Allah-u Teâlâ ebeveyne ihsanda bulunmayı, onlara itaat etmeyi emretmiştir. Hatta eğer müstehap bir namazla meşgul iken annesi insanı seslerse, hemen namazını terk etmeli ve annesinin emrine koşmalıdır.
Velhasıl, üçüncü defasında Cerih’in annesi rahatsız oldu ve kalbi kırıldı. Eğer insan annesinin kalbini kıracak olursa, öyle bir ziyan görür ki asla telafide edemez. İnsan için meydana gelen birçok bela ve musibet de, kim bilir belki de anne ve babanın ahıdır. Elbette anne-babanın evladından rahatsız olması, hayatta olmalarına münhasır bir şey de değildir. Eğer evlat anne-babasını vefat ettiğinde anmazsa, berzah âleminde de rahatsız olurlar. O hâlde, anne ve babanızın hayırlarını unutmamaya çalışın. Anne ve babasının vasiyetiyle amel etmeyenin vay hâline!…
Velhasıl Cerih’in annesi de rahatsız olunca şöyle dedi: “Ey Benî İsrail’in ilâhı, sen ona yardım etme ve onu kendi hâline bırak.” Yani o bana itina etmediği gibi, sen de ona yardım etme ve itina gösterme. Ertesi gün zinadan hamile olan fahişe bir kadın abidin evinin yanında bir eve taşındı. Doğum yaptıktan sonra da, “Bu, abit kul olan Cerih’in çocuğudur.” dedi. İnsanların çoğu zaten tahkik ehli değildir. Her insanın da hâliyle birtakım düşmanları vardır. Bilahare abidin etrafını sararak, “Niçin bu fahişe kadınla zina ettin? Utanmıyor musun?” dediler. Zavallı abit, “Ben asla böyle bir şey yapmış değilim.” dedi. Ama avam bundan ne anlar? Çok geçmeden birkaç saat içinde abit kulun falan fahişeyle zina ettiği haberi dört bir yana yayıldı. Zavallı Cerih’in ibadetgâhına dökülerek sakalından tutup çektiler, yüzüne tükürdüler ve kötü sözler ettiler. “Ey hain, senin iyi bir insan olduğunu zannediyorduk.” dediler. Hiç kimse “Gelin de bir araştıralım!” demiyordu.
İşte bu, Allah’ın, insanı yardımsız bırakmasının neticesiydi. Allah yardım etmeyince onlar da istediklerini yaptılar. Zavallı abidi hâkimin yanına götürdüler. Şehir halkı bağırıp çağırarak meselenin doğru olduğunu söyleyince, hâkim de meselenin doğru olduğuna yakin getirip abidin asılmasını emretti. Eskiden birini asmak istediklerinde, koltuk altlarından bir iple bağlayıp yukarı çekiyor, öylece bırakıyorlardı. O da ya açlık ve susuzluktan veya korkudan ölüp gidiyordu. Şu andaki gibi asıp da bir anda öldürmüyorlardı.
Annesi duyunca, ağlayarak oğlunun yanına koştu. Oğlunu görünce figan etmeye başladı. Cerih annesine şöyle dedi: “Anne niye ağlıyorsun ki? Bu bela, senin bana ettiğin bedduanın bir neticesidir. Sen, ‘Allah’ım, onu yardımsız bırak.’ diye beddua ettin. Allah da bana yardım etmeyince işte böyle oldu.” Oradaki bazı kimseler yeni bir şey duyuyorlardı. İşte Allah’ın lütfüyle bunların aklı başına geldi ve “Cerih, mesele nedir?” diye sordular. Cerih hakikati söyledi. Yavaş yavaş olup bitenler halk arasında yayılmaya başladı. Elbette Allah-u Teâlâ tembih ve tedip ettikten sonra telafi de etmektedir. Zira rahmeti gazabını geçmiştir.
Şimdi de Allah’ın bu abidin durumunu nasıl telafi ettiğine teveccüh ediniz. Oraya toplanan halk, “Eğer yeni doğan bebek senin iffetli olduğuna şahadette bulunacak olursa, biz de kabul ederiz.” dediler. Gidip çocuğu getirince, Cerih şöyle dedi: “Ey Allah’ın yaratığı! Allah’ın izniyle kimin çocuğu olduğunu söyle.” Çocuk dile gelerek, “Ben falan çobanın çocuğuyum.” diye itirafta bulundu. Hâkim durumu öğrenince, yanına geldi ve onu aşağı indirdiler. Kendisine ihtiram gösterdiler. Böylece çektiği zahmetleri de telafi edilmiş oldu. Ama yeterince tedip de edildi.
Bu dünyada kendisinden intikam alınmış oldu. Ama sonradan Allah-u Teâlâ telafi etti. Kendisine yardım etti. Cebbar olan Allah-u Teâlâ onun durumunu yeniden düzene soktu. Böylece Cerih tam bir emniyet ve huzur içinde yerine döndü.
Müslüman dünyevî ve uhrevî tüm işlerinde hâliyle ve diliyle Allah’tan yardım istemelidir. Namazdayken ve oruç tutarken Allah’tan yardım dile. “Allah’ım, hacılara yardım et ki, hac ve umre merasimini sahih ve sadece senin rızan için yerine getirsinler. Eğer Allah yardım etmezse, kim yerine getirebilir? Meselâ şu namaz huşu sahibi olmayan kimseler için çok ağır gelmektedir.[1]
Müslümanlar arasında öyle gençler vardır ki, dağları dahi yerinden sökebilecekken, yaz sabahında iki rekât namaz kılmaya hâlleri yoktur. Birçok sıhhatli gençler vardır ki, nefislerini yenerek oruç tutamamaktadırlar. Ama seksen yaşındaki yaşlı ne de kolay bir şekilde oruç tutmaktadır! Birçok şahıslara para için can vermek, Allah yolunda can vermekten daha kolaydır. Ama bazı kimseler de vardır ki, mallarının büyük bir kısmını Allah yolunda infak etmektedirler. Eğer Allah’ın yardımı olmazsa, engeller kendiliğinden ortadan kalkar mı?
Sizlere o zavallının hikâyesini anlatayım: Müminlerden biri mescitte birkaç arkadaşıyla oturmuş sohbet ediyordu. O yılın kıtlık yılı olduğunu ve müminlerin nasıl da darlık içinde bulunduğunu konuşuyorlardı. Bu şahıs sohbetten etkilenince dedi ki: “Bizim evin ambarında çok miktarda buğday var. Gidip fakir fukaraya dağıtacağım.” Dostları, “Çok iyi olur; ama eğer şeytan bırakırsa.” dediler. Mezkûr şahıs, “Şeytan hiçbir şey yapamaz. Ben şimdi gidip dediğimi yapacağım.” dedi.
Eve gidip ambarın kapısını açmak istediğinde karısı önüne çıkarak, “Ne yapmak istiyorsun?” diye sordu. Kocası, “Bu buğdayların bir miktarını fakirlere vermek istiyorum” deyince, karısı, “Sen delirdin mi? Biz muhtaç hâle geliriz. Bu ortamda herkes evine buğday getirmek istiyor, sen ise evdeki buğdayları halka dağıtmak istiyorsun!” deyip kocasına engel oldu ve adam mescide geri döndü.
Arkadaşları etrafına toplanarak şöyle dediler: “Bir rivayette, ‘İnsan Allah yolunda bir şey vermek için elini cebine soktuğunda, yetmiş şeytan elinden tutmaktadır.’ denmektedir. Yoksa bu hadisin mısdakı hâline mi geldin?” Adam, “Benim yetmiş şeytandan bir haberim yok. Ama şeytanların anası bana engel oldu.”
Böylece sizlere engelleri de açıklamış oldum. Eğer Allah’ın yardımı olmazsa, engeller ortaya çıkar. Bazen evdeki kadın hayra engel olur. Bazen çocukların ya da dostun veya yabancı bir şahıs sana engel olur. Hepsinden de önemlisi nefis ve şeytanın vesvesesi insan için en büyük engel teşkil etmektedir. Bazen de insanı imanından etmek için, insana temel inançları hakkında vesvese vermektedir. Meğerki Allah’ın lütfü insanın hâline şamil olsun ve onun elinden tutsun. Bil ki, dinî işlerinde de Allah’a muhtaçsın, uhrevî işlerinde de Allah’ın lütfüne ihtiyacın vardır. Bir rivayette de Hz. Musa’ya şöyle hitap edildiği yer almıştır:
(Ey Musa!) Yemeğinin tuzunu dahi Allah’tan iste. Eğer Allah dilemezse, her yerde bol olan şu tuz bile, senin için kıt olur.
Eğer bu dünyadan imanla gitmek istiyorsan, gerçek bir şekilde, “Sadece senden yardım dilerim.” de. Hatta farz ibadetlerini dahi eda etmek istiyorsan, “Allah’ım, sadece senden yardım dilerim.” de. Eğer Allah yardım edecek olursa, öyle bir şekilde yardım eder ki, akıllar hayran kalır.
Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’deki bazı misalleri özet olarak sunmak istiyorum: Firavun sahip olduğu kudretle sihirbazları kendine cezp etmiş, onlara ikramda bulunmuş ve onlara büyük bir makam vaadinde bulunmuştu.[2] Onları kendine yakınlardan kılacağını söylemişti. Dilenci bir sihirbaz, hükümet vaadini işitince ne olur? Ama bütün bunlara rağmen Allah’ın lütfü onların hâline şamil oldu. Hz. Musa’nın (a.s) ejderha olan asası, onların sihirlerini yutunca Allah’ın inayet ve yardımına mazhar oldular. Böylece Hz Musa’nın (a.s) hak ve peygamber olduğunu, onlar gibi bir sihirbaz olmadığını anladılar. Zira onların bütün sihirlerini yok etmişti. Bu yüzden hep birlikte secdeye kapandılar.[3] Firavun onca seyirci arasında bunların secdeye kapandığını ve onların, “Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik.” dediklerini görünce, “Ben izin vermeden mi ona iman ettiniz?” dedi ve sonra onları şöyle tehdit etti: “Elinizi ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve hurma dallarına astıracağım sizi. O vakit bilir anlarsınız hangimizin azabı daha çetin ve daha sürekli.”
Hâlbuki sihirbazlar para ve makam elde etmek için gelmişlerdi. Bir anda bütün bunlardan el çekiyorlar. Hatta Firavun’un tehdidine dahi aldırış etmeyerek, “Önemli değil.” diyorlar. Allah yardım edince, kalpler nasıl da muhkem ve sabit oluyor. Bir saat önce ne hâldeydiler ve şu anda ne hâldeler? Şehvetlerinden kurtuldukları gibi, “Allah yolunda can vermeye de hazırız.” diyorlar.
Bir de mümine bir hanımın öyküsünü nakledeyim sizlere: Firavun’un karısı Asiye örnek bir kadındı. Firavun’un çok sevdiği bir kraliçeydi. Firavun’un evinde, kâfir ve isyankâr bir kadındı. Hz. Musa’nın (a.s) başından geçenler sırasında Asiye de iman ediyor. Hâlbuki kocası Firavun nasıl bir adamdı?!
Saray kuaförü, Asiye’nin iman ettiğini duyunca hemen Firavun’a haber verdi. Firavun da araştırınca haberin doğru olduğunu gördü. Dolayısıyla da Asiye’nin annesine, onu inancından döndürmesini söyledi. Ona göre Asiye deli olmalıydı. Zira akıllı bir insan böyle refah içinde bir hayatı terk eder mi? Annesi Asiye’nin yanına gelerek şöyle dedi: “Firavun cani bir insandır. Onun ilâhlığını inkâr ettiğin takdirde seni öldürmekten çekinmeyecektir.” Asiye şöyle dedi: “Allah yolunda öldürülmekten daha şerefli ne olabilir ki? Asla korkmuyorum!”
Firavun’un uyku ve rahatı kaçtı. Gerçekten de evdeki hanımının dahi Firavun’a muhalif olması, Hanlığını inkâr etmesi ve “lâ ilâhe illallah” demesi, Firavun için çok ağır bir şeydi. Bu yüzden onu daima tehdit ediyor, korkutuyordu. Ama hiçbir faydası olmadı. Sonunda onu, Kur’ân’da da zikredildiği üzere çok ağır bir işkenceye tâbi tuttu. Yani dört çiviyle yere çakmalarını emretti. El ve ayaklarını çiviyle yere çakarak yakıcı güneş altında susuz bir hâlde kendi hâline terk etmelerini ve onu tövbe edinceye, bağlandığı dininden dönünceye ve Hanlığıma inanıncaya kadar kendi hâline bırakmalarını emretti.
Asiye yeniden Allah’ın lütuf ve yardımına mazhar oldu. Bir ömür naz ve nimet içinde yetişen, ipek ve kıymetli kumaşlar giyen bedeni, şimdi yakıcı güneş altında dört çiviyle yere çakılmıştı. Ama Allah’ın lütfü imdadına yetişti. İlkönce gölgelik olsun diye kendisine bulutları gönderdi. Böylece güneşin kavurucu sıcağından kurtulmuş oldu. İşkencesi ağırlaşınca Allah’a yakardı ve Allah’tan kurtuluş diledi, “Kovulmama karşılık ya Rabbim, bana cennette bir saray inayet eyle. Beni Firavun ve yardımcılarının elinden kurtar.” diye dua etti. Ve duası kabul oldu. Ölmeden önce ona cennetteki yerini gösterdiler. Rahat bir şekilde canını alarak, onu Firavun ve adamlarından kurtardılar.
Allah ve iman yolunda elde edilen bu cesaret de, Allah’ın yardımıyla hâsıl olmaktadır. Zira bazen kadınlar, bir tek söz ve vesvese karşısında dahi teslim olmaktadırlar. Ona, “Hicapsız dışarı çıkma.” diyorlar, ama kabul etmiyor. Heveslerini terk edemiyor. Zira kendisine gerici demelerinden korkuyor ve onlara teslim oluyor.
Bugünkü sohbetimizin neticesi, “Sadece senden yardım dileriz.”ayetiydi. Eğer Allah’ın yardımı olursa, insan cehennemin kapısına kadar dahi gitmiş olsa onu kurtarır. Sahife-i Seccadiye şerhinde şöyle denmiştir:
Resulullah (s.a.a) zamanında ayyaş bir genç vardı. Babası her ne kadar öğüt verdiyse, fayda etmedi. Gençlik gururu onun söz dinlemesine engel oluyordu. Babası sonunda onu evden kovdu. Bilahare mezkûr genç hastalandı. Babasını çağırdılar. Ama o kabul etmeyerek, “Ben onu evlatlıktan attım.” dedi. Genç öldü ve baba onun cenaze merasimine katılmadı. Başkaları gidip onu teşyi ve teçhiz ederek toprağa verdiler. Geceleyin babası rüyasında oğlunun derli toplu ve çok yüce bir yaşayış içinde olduğunu gördü. Babası, “Sen benim oğlum musun?” diye sordu, “Evet” dedi. “Nasıl oldu da bu hâle kavuştun?” diye sordu. Evladı şu cevabı verdi: “Ben ölünceye kadar da aynı hâl üzereydim. Ama ölmek üzere olduğumu görünce ve bana yakın olan babamın dahi beni terk ettiğini öğrenince hemen ‘Ey merhametlilerin en merhametlisi!’ dedim. Bir lahza sadık bir kalple Allah’a yöneldim.
İşte insan cehennemin ağzına kadar gelmişken, Allah’ın yardım ve rahmeti onu kurtarmaktadır. Bir tek “Ya Allah!” ibaresi bile onun işlerini düzeltebilmektedir. “Sadece senden yardım dileriz.” demenin de çok büyük bir etkisi vardır. Sahife-i Seccadiye’de şöyle denmektedir:
Ey insanlara merhamet etmeyene dahi merhamet eden ve hiç kimsenin kabul etmediği bir insanı dahi (sana teveccüh edecek olursa) kabul eden Allah!… Günahları fazla olan, zaman ve mekânın asla kabullenmediği ve melekût âleminin rahatsız olduğu bir kimseyi (sana teveccüh edince) sen kabul ediyorsun.
Kovulan tüm kullar, Allah’a teveccüh edecek olursa, Allah onları kabul etmektedir. Allah’ım! Bu gece de beni rahmetinden mahrum bırakma. Ey merhametlilerin en merhametlisi, ey kerem sahiplerinin en kerimi ve ey duyanların en iyi duyanı! Rahmetin hakkına şimdi bizleri bağışla, bizlere rahmet et. Cehalet ve zayıflığımıza acı. Bir an olsun bizleri kendi hâlimize terk etme. Eğer bizleri kendi hâlimize bırakır ve yardımcı olmazsan, helâk oluruz. Camide, evlerde, pazarda, seferî veya mukim iken, velhasıl bütün hâllerimizde sen bizlere yardım et. Ey her zayıfın yardımcısı’… Bütün hâllerimde senden yardım dilerim. “Sadece senden yardım dileriz.”Kendini ona emanet et ki, hem dünyan, hem de ahiretin güzel olsun.
[1]- Bakara/45
[2]- A’râf/113-114
[3]- Şuarâ/46
Not:Ayetullah Hüseyin Destgayb(r.a.)’ın ”Ramazan Ayı Dersleri (Fatiha Suresi’nin Tefsiri)” kitabından alıntıdır.
islamivahdet.com