5. Ders: Hakk’ın Üç Aslî İsmine Aşina Olmak

Bismilahirrahmanirrahim

Görmez misin, Allah şüphe yok öyle bir mabut ki O’na secde eder ne varsa göklerde ve ne varsa yeryüzünde ve güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar… ve insanların çoğu? Ve çoğu da azabı hak etmiştir ve Allah, kimi hor kılarsa, onu kutluluğa ulaştırıp ona lütuf ve ihsanda bulunan hiçbir kimse bulunamaz. Şüphe yok ki Allah, dilediğini yapar. (Hac/18)

Daha önceden de belirttiğimiz gibi besmelede yer alan (Esma-i Hüsna’dan) üç isim “Allah, Rahman ve Rahim” diğer isimlerin aslı ve esası konumundadır. Yani sair isimler bu üç mübarek isimden alınmaktadır. Bu üç ismi tanıyan, anlayan ve hakikatini algılayan kimse, Hakk’ın tüm isim ve sıfatlarını tanımış demektir. Bazı tahkik ehlinin de dediği üzere “Allah” özel isimdir. Yani tüm varlıkların mebde ve menşei olan âlemlerin rabbinin mukaddes zatının adıdır. ma araştırmacıların çoğu “Allah” isminin, müştak isim[1] olduğuna inanır. Dolayısıyla da âlemlerin Rabbinin adlandırılmasında bir münasebete riayet edilmiştir. Bunlara göre “Allah” aslında “ilâh” idi. Daha sonra başına “el” takısı eklenmiş ve ortasındaki “elif” ise telaffuzu kolaylaşsın diye düşmüş ve “Allah” olmuştur.

“İlâh”, “kitab” vezninde olup meful manasında kullanılan bir mastardır. “Elehe” yani “abede” (ibadet etti) demektir. Dolayısıyla “me’luh” ise “mabut” (ibadet edilen) manasına gelir. “İlâh” da meful manasında olduğuna göre, mabut demektir. Yani mutlak mabut… Herkesin mabudu… Yani sadece kendisine ihtiyaç olan zat…

Huzu, huşu ve ubudiyet sadece O’nun karşısında yapılmalıdır. Her muhtaç, ihtiyacını gideren kimsenin karşısında huşu ve tevazu göstermektedir. Buna da ibadet denmektedir. Kendisine boyun eğilen ve itaat gösterilen ise mabuttur. Gerçek mabut da tüm varlıkların ihtiyacını gideren Allah’tır. Varlıkların hepsi muhtaçtır. İhtiyaçları gideren mutlak zat ise sadece Allah’tır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Vücudun mertebelerinden her mertebeye ve her mevcuda bakarsan bak, bütünüyle muhtaç durumdadır. Tüm varlıkların ihtiyacını gideren, ama kendisi muhtaç olmayan tek gani, Allah’tır.

Yer ve göklerde olan bütün varlıklar “abd (kul)”dırlar. Tekvin ve yaratılış hasebiyle hepsi “abit (kulluk ve ibadet eden)”tirler ve hepsi de Allah’a mutidirler. Kur’ân’ın tabiriyle hepsi secde etmektedirler. Kur’ân-ı Kerim de yerde ve göklerde var olan her şeyin Allah’a secde ettiğini beyan etmektedir.[2] Yani sadece akıl sahibi olan insanlar, cinler ve melekler değil, akıl sahibi olmayan varlıklar da Allah’a secde etmektedir.

Sözün başında tilavet ettiğimiz ayetin[3] de beyan ettiği üzere, gökte ve yerde olan her şey; dağlar, ağaçlar, güneş, ay, yıldızlar ve insanlardan çoğu Allah’a secde etmektedir. Bu genel ve umumî secdeyi özet bir şekilde ve herkesin anlayabileceği bir dille açıklamaya çalışacağım.

Secdenin bir hakikati ve mazharı vardır. Secde yani huzu/huşu ve teslimiyetin nihayeti… Temkin, teslim ve zillet izharında bulunmanın en son mertebesi…

Beşer, kendi ihtiyarıyla bu manayı aşikâr kılmak isteyince, alnını toprağın üzerine koymaktadır. Bu haricî secde, huzu ve itaatin nihayetidir. Secdenin hakikati, kahir hâkim karşısında temkin ve teslimiyetin nihayetidir. Bu mana vücut âleminin tüm cüzlerinde söz konusudur. Hepimiz O’na secde etmekteyiz.

Güneş, yeryüzünün bir milyon üç yüz bin katı bir azamete sahip olmasına rağmen daima secde hâlindedir. Bir an olsun durmamaktadır. Kendisi için takdir edilen yoldan bir lahza olsun sapmamaktadır. Her gün üç yüz elli milyon ton hararet üretmektedir. Böyle azametli bir gezegen bir an olsun itaatten geri kalmamaktadır.

Ay da aynıdır. Daima secde hâlindedir. 29 gün ve gece boyunca muhtelif şekillere girmektedir. Hilalden bedre ve bedirden de muhaka kadar[4] menzillerdeki[5] seyir keyfiyeti bir gecede gerçekleşmemektedir. Ay bir gece dahi önceki menzilinde durmamaktadır. Daima hareket hâlindedir. Aydan aya hareket ederek on iki ayı kat etmesi gerekir.

Yeryüzü de Allah’a secde etmektedir. Bir lahza olsun hareketinden geri kalmamaktadır. Allah’ın kendisine takdir buyurduğu hareketinde duraklamamaktadır. Dâhilî hareketinde onda yer alan bitkiler de Allah’ın kendisine takdir ettiği hâl üzeredirler. Buğday tohumundan pirinç yetişmez. Allah’ın kendilerine takdir ettiği üzere ağaçlar da huzu içindedirler. Dağlarda taşlar arasında nasıl ağaçlar yetişiyor! Hepsi de tekvin itibariyle ve yaratılışı gereği Hakk’ın emrine huzu ve itaat etmektedirler. Hepsi de kendisine takdir edilen hadden asla sapmamaktadır.

İster mümin, ister kâfir bütün beşer fertleri vücudunun tüm cüzleriyle Allah’a itaat ve secde etmektedir. Hakk’ın emrine uymaktadır. Beden sisteminizin lahza lahza Hakk’ın emrine itaat ettiğini biliyor musunuz? Yediğiniz yiyecekler Allah’ın tekvinî emriyle bedeninizde hazmedilmektedir. Yiyecekler ulaştığı her uzva adapte olmaktadır.
Binlerce yaprağı olan bir ağacın, bilmem kaç yüz tane de dalı vardır. Köküne bir kova su dökülünce çekim kuvvetiyle su yukarılara çıkmaktadır. Hâlbuki su normalde aşağıya inmektedir. Ama ağacın çekimi Allah’ın verdiği bir kuvvetle onu yukarıya çekmektedir. Sonra da o suyu taksim etmektedir; hem de adil bir şekilde… Uzak ve yakın yapraklar aynı miktarda su içmektedir. Hepsine su erişmektedir. Yakın ve uzak bütün yapraklar su içmektedir. Eşit bir şekilde sudan istifade etmektedir. Hepsi de Hakk’ın tekvinî emrine itaat etmektedir.

Bedenin durumu da aynıdır. Bütün damarlarının yiyeceklerden istifade etmesi gerekiyor. Derinin, kemiklerin, gözün, kulağın ve diğer organlarının hepsi bu yiyeceklerden nasibini almaktadır. Bu, her ferdin organları ve beden melekelerinin tekvinî secdesidir. Bütün hayvanlar ve bitkiler ve hatta tüm varlıklar, kendilerine tayin edilen sınırı aşmamaktadır.

Cümle âlem fermana olmuş tabi
Böylesine cahil kalan insandan gayri…

Hangi mevcuda bakarsan bak, kendisi için tayin edilen yol ve hedefin dışına çıkmadığını görürsün. Hepsi de bu mukadder yolda hareket etmektedir. Gezegenler, zerre miktarınca bu hareket çizgisinden, yörüngelerinden sapmamaktadır.

Başka gezegenlere gönderilen uzay füzelerini bir düşün. Ay, yeryüzünden tam üç yüz elli bin kilometre uzaklıktadır. Aya gönderilen uzay füzeleri sahip oldukları hıza rağmen üç gün üç gece hareket etmektedir. Bu füzeyi uzaya gönderince ayın üç gün sonra aynı yerinde bakı kalmayacağını da biliyorlar.

Ama âlemdeki nizam ne kadar dakik ve düzenlidir ki, astronomi bilginleri üç gün sonra ayın nerede olacağını da biliyorlar. Onlar ay küresinin insan gibi yalancı ve isyankâr olmadığını biliyorlar. Kendisini Allah’ın kulu bilmeyen insan gibi değildir onlar… Cümle âlemin Allah’ın emrine itaat ettiğini biliyorlar. Bu yüzden ayın da nerede olduğunu ve kendisine tayin edilen yoldan asla ayrılmayacağını biliyorlar.

Venüs gezegeni de böyledir. Uzay gemisi Venüs’e tam üç ayda erişebilmektedir. Allah bu bilginlere ne de güzel bir akıl ihsan etmiş ki, üç ay sonra Venüs’ün nerede olduğunu da biliyorlar. Ne kadar ilginçtir! Bu hesapların hepsi de doğru çıkmaktadır. Bunu hesaplayan fertlerin aklı da hakeza insanı şaşırtmaktadır. Ama bu akıl nereden gelmiştir? Allah’tan başka birinden mi?

Hakeza uzay gemisinin parçaları nereden alınmıştır? Çelik ve sair maddelerden yapılmıştır ki, o da Allah’tandır. Elektrik, buhar, benzin, petrol ve sair hareket vesileleri de Allah’tandır. Uzay gemisini harekete geçirmek için akıllarını kullanan o birkaç bin kişinin akıl ve zihnini de Allah’tan başka kim vermiş olabilir? Evet, uzay gemisi de Allah’tandır.

Bu et ve deriden hiçbir şey çıkmaz. Allah’ın verdiği o zihin ve hafıza, Allah’ın elektrik ve buharda kıldığı o kuvvet ve bu meseleleri algılasın ve keşfetsin diye insana verilen bu aklın hepsi Allah’tandır ve O’na dönmektedir.

Cümle âlem fermana olmuş tâbi
Böylesine cahil kalan insandan gayri…

Bütün varlık âleminde yaratıcının fermanına itaat etmeyen bir tek mevcut bulunamaz. İnsanın tekvinî yönü de böyledir. İster istemez mutidir. Milyarderler her ne kadar genç kalmak için ilaç kullansa ve yurtdışına gitse de kendi elinde değildir bu… Yaratılış âleminde mecbur ve mağlupturlar. Hepsi de tâbidirler. Ömür çabucak gelip geçmekte, kuvveler zayıflamakta, dişler dökülmektedir…

Ama bazı iradî cihetler de vardır ki, Allah onları kulun kendi isteğine bırakmıştır. Meselâ namaz kılması, oruç tutması ve benzeri ibadetleri gibi… Tekvinî rükû ve secde değildir bunlar. Zira bu tekvinî rükû ve secdeyi bütün âlem yerine getirmektedir. Daima secde ve rükû hâlindedir bu âlem. Önemli olan, “rükû edenlerle birlikte sen de rükû et” meselesidir. Beşerin işte bu ihtiyar ve irade üzere yaptığı secdesinin değeri vardır. Hakk’ın azameti karşısında secdeye kapanarak “sübhane Rabbiye’l-a’lâ ve bihamdih” demesinin önemi vardır. Yoksa tekvinî secdeyi bütün haşereler de yerine getirmektedir. Yılan ve karınca daima yerlere kapanmış hâldedir.

Bu tekvinî secdenin hiçbir değeri yoktur. Sadece insanın secdesinin değeri vardır. İhtiyar ve irade üzere yapılan itaatlerin önem ve ehemmiyeti vardır. 11 ay boyunca yiyip içebilirsin; ama bir ay Ramazan boyunca bunlardan el çek. Mide ve cinsel şehvetlerden sakın ki, ruhaniyet ve maneviyatın artsın.

Beşerin, Allah karşısında tam bir küstahlık ve cüretle durduğu hususlar da işbu ihtiyarî emir ve fermanlardadır. Bu ne kadar korkusuzluk, rüsvalık ve bahtsızlık ya Rabbi! İnsan ne kadar da cahildir! Bunca nimet veren ve tüm varlık âleminin teslim olduğu bir yaratıcıya birkaç dakika bile teslim olmaya razı olmuyor musun? İnsan ne kadar bilgisiz ve nankördür!…

Güneş küresi bir lahza olsun O’nun emrinden dışarı çıkmamaktadır. Ama bir avuç kemik ve etten başka bir şey olmayan insan nasıl olur da Allah’ın emirlerine itinasızlık gösterebiliyor?

Namaz vakti geldiğinde Hz. Peygamber’in (s.a.a), Hz. Hasan’ın (a.s) ve diğer Ehlibeyt İmamları’nın rengi solup sararıyor, tamamıyla değişiyordu. Abdest aldıklarında bedenleri titriyordu. İmam Hasan’a, “Niçin abdest alırken hâliniz böyle değişmekte?” diye sorduklarında İmam şöyle buyururdu:

Acaba âlemlerin rabbi olan Allah’ın emrine itaat ettiğimi ve O’nun huzurunda duracağımı bilmiyor musun?
Evet, Allah’ın emri çok büyüktür. Sakın gerektiği şekilde itaat etmekten içtinap etmeyelim. Zira insanın ilmi olursa, Allah’ın azamet ve büyüklüğünü de anlar. Ama hayvan kendisine nimet verenin azametinden ne anlar? O’na şükretmeyi nereden bilir ki? Cahil ve alçak olduğu için de “büyük” nedir anlamıyor.

Her kim ki Allah’ı tanırsa, o insandır. Aksi takdirde hayvandır. Ehlibeyt’ten rivayet edilen bazı hadislerde şu dua müminlere öğretilmiştir:

Allah’ım, bana kendini tanıt. Eğer bana kendini tanıtmazsan, Resul’ünü tanıyamam. Allah’ım, bana Resul’ünü tanıt. Eğer bana Resul’ünü tanıtmazsan, Hüccetini tanıyamam. Allah’ım, bana Hüccetini tanıt. Eğer bana Hüccetini tanıtmazsan, dinimden saparım.

Öyle bir Allah’tır ki, insana her şeyden ve herkesten daha yakındır. Hatta insana kendisinden bile yakındır.[6]
Uzak olmamızın tek bir sebep ve ciheti vardır: İlacın sendedir; ama bilmiyorsun. Hem derdin, hem de ilacın kendindedir; ama anlamıyorsun. Seni Allah’tan uzak kılan şeyler heveslerin ve boş arzularındır. Zira tek hedefin rahat bir hayat ve refah içinde yaşamaktır. Acaba Allah’ın senden razı olmasını istemeyi kendine tek hedef olarak edinmenin zamanı gelmedi mi? Daha ne zamana kadar kendini mihver kılacaksın?

İmam Seccad (a.s) Ebu Hamza Sumalî’ye öğrettiği duasında şöyle buyuruyor:
Allah’ım, sen kullarından gizli değilsin. Onların boş arzuları kendilerini alıkoymuştur.
Eğer bu boş arzu ve emeller ortadan kalkacak olursa, o anda Allah’ı hazır ve nazır görürsün. Her şey ve herkesten daha yakın bulursun. Ama ne yazık ki bu durum geçicidir. Çok geçmeden gafletler insanı yeniden sarmakta ve onu ilk hâline döndürmektedir.

Biharu’l-Envar’da yer aldığı üzere bir şahıs İmam Cafer Sadık’ın (a.s) huzuruna vararak, “Ben şaşkınlık içerisindeyim. Beni Allah’a aşina kıl.” dedi. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Deniz yolculuğuna çıktın mı?” Adam, “Evet.” dedi. “Gemiye bindin mi?” buyurdu. “Evet.” dedi.” “Acaba deniz fırtınalı olunca ve hiçbir çaren de olmayınca içinden bir kurtarıcının olduğu geçti mi?” buyurdu. “Evet.” dedi. İmam, “İşte o kurtarıcı Allah’tır.” buyurdu.

İnsan çaresiz kalmadığı müddetçe daima sebeplere teveccüh etmektedir. Müsebbibi (sebepleri var edeni) görmüyor. Parayı ve malı her şey olarak gören bir insan, “Ya Allah!” diyebilir mi? Dili dese bile kalbi asla demez. Evet, eğer paraya olan ilgisini keser ve bilinçli olarak paranın bir hiç olduğunu anlarsa, bu onu kendisine getirir. Paranın hiçbir şey yapamadığı zamanları hatırlamalıdır. Falan şahıs parası benden daha fazla olduğu hâlde kansere yakalandı. Her ne kadar para harcadıysa da bir faydası olmadı. Sonunda da öldü.

Tabibin kendi ustalığına güvendiği müddetçe “Ya Allah!” demesi yalandır. Kendisinden önce de ne kadar büyük tabiplerin olduğunu ve hiçbir yere varamadıklarını hatırlamalıdır.

Eflatun’un hikâyesini doydunuz mu? Eflatun ishal hastalığına yakalanmıştı. Hâlbuki kendisi bu tür hastalıklarda uzman idi. Sonunda komaya girdi. Öğrencileri ona itirazda bulundu. O da birini göndererek bir miktar toz getirtti. Bu toz ilacı su küpüne dökmelerini istedi. Tozu dökünce su kurudu. Eflatun şöyle dedi: “Bu ilacı ben hazırladım. Bu hastalığımda da epey bir miktar kullandım. Ama Allah’ın takdiri karşısında benden ve benim gibilerden hiçbir hayır gelmez. İlaçlar da sadece Allah’ın takdir ve kazasıyla uyum içinde olunca etkili olmaktadır.”

Eğer Allah’ı tanıyan biri olmak istiyorsan, her sebebe teveccüh ettiğinde, onun noksan tarafını da göz önünde bulundur. Yani bu sebepten hiçbir eserin görülmediği yerleri de göz önünde bulundur. Hatta bazen tam tersi etkiler yaratmaktadır. “Sebebi bir kenara at, görme!” demiyorlar. Ancak “sebeplerin sebebini de gör” demek istiyorlar.
Bundan tam otuz yıl önce hac seferinde biriyle arkadaş olduk. Çok iyi bir adamdı. Gemi ile ticaret yapan biriydi. O şöyle diyordu: “Benim yeterli sermayem ve yardımcım vardır; bu yüzden ticaret için gemiye binmeye ihtiyacım yoktur. Ama buna rağmen ben yine de isteyerek gemiye biniyorum. Zira genellikle deniz seferinde fırtınalı havayla insan karşılaşıyor. Gemi, dalgalar içinde çalkalanır. Bazen yelkenler de parçalanmakta ve her taraftan dalgalar hücum etmektedir. O zaman ölümü gözümle görünce ‘Ya Allah!’ diyorum. Eğer ömrümde ‘Ya Allah!’ demiş isem, bu durumda demişimdir. Zira tüm sebeplerden yüz çevirme zamanıdır, o zaman.”

Evet, göz ve gönül sebeplere takılır ve mal ile birlikte olursa, “Ya Allah!” demeniz “Ya mal!” demeniz mesabesindedir. Sebebin hiçbir işe yaramadığı yerleri düşün, kendini kandırma, insanın hâli öyle olmalıdır ki, sebebin olup olmaması, kendisi için hiç fark etmemelidir.

Bir rivayette de şöyle buyrulmaktadır:
Mümin sahip olmadığı şeylere, sahip olduğu şeylerden daha fazla itimat etmedikçe mümin sayılmaz.
Yani sadece Allah’a yönelmeli ve O’na güvenmelidir. Yani Allah’ın hazinesinde bulunan ve zamanı gelince kendisine nasip olacak olan şeylerle sevinmelidir. Az bir şeyimiz dahi olsa bunun telef olduğunu duyunca ne kadar da rahatsız oluyor, üzülüyoruz.

Bu arkadaş bir olay daha naklediyordu ki, gerçekten de çok ilginç bir şeydir. Biz de bunun gibi öykülerden ibret alarak sebeplerden yüz çevirmeli, kendimize gelmeliyiz. Merhum şöyle naklediyordu:
Seferlerin birinde amcaoğullarım Hindistan’dan, Hindistan cevizi yükleyerek Arap ülkelerinden birine götürüyorlardı. Hareket ettiklerinde Hindistan’ın büyük şehirlerinden biri olan Bombay’dan telgraf çekerek bir hafta sonra ulaşacaklarını bildirmişlerdi. Ama bir hafta, on gün ve iki hafta geçtiği hâlde onlardan hiçbir haber çıkmadı. Tam bir ay geçince artık gemilerinin battığına ve personelinin de öldüklerine yakin hâsıl ettim. Yoksa bir hafta nere, bir ay nere?

Onlar için bir Fatiha Meclisi de düzenledik. Onların mirasını paylaşmaya başladığımızda aniden gemileri bulundu. Gemileri yara almış, yelkenleri parçalanmış darmadağın olmuştu. Onlardan bu kadar gecikmelerinin sebebini sorunca şöyle dediler: “Denizin ortasındayken aniden bir fırtına başladı. Geminin direkleri kırıldı, motoru bozuldu ve gemi darmadağın oldu. Fırtına dindikten sonra da rüzgâr gemimizi bir o tarafa, bir bu tarafa götürüyordu. Gece gündüz tek işimiz, kendimizi gemide korumak ve batmamaya çalışmaktı. Küçük küreklerle hareket ediyorduk. Dördüncü, beşinci günde nihayet içecek suyumuz kalmadı. Sonunda o kadar susamıştık ki, kürekleri çekmeye bile kudretimiz kalmamıştı. İşçimiz son lahzalarını yaşıyordu. Ben de hareket edecek kudretten yoksundum. O lahzalarda dedim ki: ‘Ya Rabbi, eğer ecelimiz gelmemiş ve ömrümüz bakiyse, sen kurtar bizi!’ Derken bir bulut parçası başımızın üstünde belirdi ve gemimize yağmur yağmaya başladı. Hemen bir kap hazırlayarak yağmur suyunu toplamaya çalıştık. Ağzımızı açarak yağmurun ağzımıza düşmesini sağlıyorduk. Sonra bu bulutun sadece gemimize yağmur yağdırdığını müşahede ettik. Su kabımızı yağmur suyuyla doldurduktan sonra aniden bulutun kaybolduğunu gördük. Birkaç gün de Hindistan cevizlerinden istifade ettik ve sonunda Allah bize kurtuluşu nasip etti.”
Allah; yani mabut ve sığınak. Her muhtaç O’na teveccüh etmektedir. O her muhtacın ihtiyacını giderendir. Her mevcut O’na boyun eğmektedir.

Ey herkesin huzu gösterdiği ve her şeyin, azameti karşısında tevazu gösterdiği kimse!
Her varlık Hakk’ın azameti karşısında huzu içindedir. Mevcudatın Allah’a tekvinen nasıl huzu ettiğini anlamak istiyorsan, ölmek üzere olan birinin hâlini düşün.

Ölmek üzere olan kimse baştan ayağa huzu içindedir. Gözlerine bak, ne kadar huzu göstermektedir. Tam bir huşu ve teslimiyet içinde nefes almaktadır. Burada Hakk’ın azamet ve kudreti zuhur etmektedir. Pehlivan olsa, ne kadar güçlü de olsa, işte o anda suratına konan sineği bile kovamaz hâle gelir. Hâlbuki birkaç saat önce ne kadar da güçlüydü! Bu huzu ve tevazu nereden geldi? Bu teslimiyet nedir? Teslim olmaktan başka bir çaresi de yoktur. “Ben gelmiyorum” da diyemez. “Şu anda sabredin sonra gelirim” diye de itiraz edemez.
Özür dilemeleri için izin dahi verilmez onlara.

Allah’tan bizlere kâmil bir iman vermesini dileyelim. Ey Allah! Bizlere yakin inayet et! Bizlere son nefesimize kadar bizimle olacak ve kabre de bizimle gelecek olan bir iman nasip et.
Ey ölümde kudreti, kabirde ibreti, kıyamette adaleti, terazide hükmü, cennette sevabı ve ateşte azabı zahir olan Allah!”
Reislerin ve hep “ben, ben” diyenlerin hâli şu anda nicedir! Ey Allah, bizlere asla bizden ayrılmayacak olan bir iman nasip et.
Allah’ım, bana daima kalbimle olacak ve ondan ayrılmayacak bir iman nasip et!

[1]- Başka bir kelimeden türeyen bir isim. (Mütercim)
[2]- Meryem/93
[3]- Hac/18
[4]- Ayın sonunda olan üç gece, ayın sabah akşam görünmemesi. (Mütercim)
[5]- Yâsîn/39
[6]- Vâkıa/85

Not:Ayetullah Hüseyin Destgayb(r.a.)’ın ”Ramazan Ayı Dersleri (Fatiha Suresi’nin Tefsiri)” kitabından alıntıdır.

islamivahdet.com

0
Would love your thoughts, please comment.x