Şehid Ali Şeriati’nin “Ben Neyim ?” isimli yazısını Ebuzer Akyol, islamivahdet.com okuyucuları için hazırladı.

İşte o yazı:

Aziz Dostum,

Hocanın kitabı için adıma verilen tarif ve resime teşekkür ederim. Özellikle ’’ genç ve düşünür bir yazar’’ diye hitab ettiğiniz için.Rutuşlu, makyajlı resim ve yine sizin yazdığınız rutuşlu biyografim, borsanın tam beğeneceği bir reklam olmuştu. O biyografimde yegane gerçek özelliğim bana verdiğin genç sıfatı idi, tabii sicilimce ki, ben kendimi asla genç bulamayıp, gençliğin ne olduğunu tanımıyorum. Çocukluktan ihtiyarlığa basamakları, ikişer ikişer atlayarak vardım ve Firdevsi’nin anlaşılması zor olan bu şiirini tüm ruhumla hissediyorum.

’’Ben gençliğimi çocukluğumdan hatırlarım.’’

Burada fazıl yazarlar gibi, maslahat olarak sizi etkilemek maksadında değilim, haşa! Bendeniz layık değilim. Bana yılların dostu, biyografimi yazan ve daima kıymetimden çok bana inanan bir yazar olarak, size söylemek isterim ki, sizde beni tanımadınız, ve ismimin peşinde yapıştırdığınız ön sıfatlardır. Ve Şeyh Attar (Eski İrfani bir Şair ve bir Arif)’ın tedbirsizliklerine benzer ki, bütün evliyayı bir cepheden, düz ve önceden kalıplaşmış bir biçimde anlatılıyor. Bu, gerçek sıfatlardan çok, teleffuz oranı ve elenmiş sıfat düzmecesine benziyor. Benim kendime, en beğendiğim özellik, samimiyet ve sadakattır. Bunlar bende eksik bile olsan, samimiyet ve sadakati çok şiddetli bir şekilde severim.

Beni sahip gösterdiğiniz ilim, şeref, olağan üstülük, cesaret, marifet vs.’den hiçbir eser yoktur demek istemiyorum, belkide hepsi vardır ve belkide sizin söylediğiniz derecede..! Ama beni razı etmiyor, ben başka şeyim. Bu dizilmiş sıfatların arasında, kendi zatımın, gerçek renk ve cevheri göremiyorum. Bu bir müzik dahisinin, kendi hüneri ile dolup taşan ruhunu, yakışıklı, samimi, güzel gözlü, güzel kaşlı, zengin, kurbağa yüzme şampiyonu olarak tanıtmaya ve musikisine ki, onun bütünüdür, işaret etmemeye ve hiçbir işine yaramamasına benzer.

Eğer bethowen’in bir dostu, kendisini gür ve dökümlü saçlı, nariz bakışlı, rumi heykellerdeki gibi bir gerdan, merdane bir çehre, çok hassas bir ruha sahip vs. diye, anlatsa onun bu övgülere karşı tedirgin olmaya ve sıkılmaya hiçbir hakkı yok mudur?

Siz biliyorsunuz ki, isimsizlik ve yalnızlık, benim can yoldaşlarım ve dostumdurlar. Ve ben hiçbir zaman bu sözleşmeyi bozmadım. Bu yüzden halkın beni, kitapta anlattığınız özelliklere göre tanımasına önem vermiyorum. Ve biliyorsunuz ki, kendime inanıp, güvenip, hayatımı adadığım bu halkın, beni nasıl tanıdığı ve ne düşündüğünün bende bir heyecanı yoktur. Zira kendimi doğru olarak tanıtmaya hevesim olmadığı gibi, onların beni nasıl bulup göreceklerine, genel kavram ve düşüncelerine de itikadım yoktur.

Ben daima halkın kaderini düşünüyorum, görüşlerini değil.

Mektubunuz da bana o kadar lütufta ve merhamette bulunduğunuz için mahçup oldum. Siz, yıllardır benim desteğim, yaralarımınz merhemi, dertlerimi hisseden bir olduğunuz gibi; aralarında kendimi hep yalnız gördüğüm, bir yığın yabancı (bigane) dostlardan, beni daha iyi tanımanız gerekir. Bu nedenle, sizin teşhisinizi düzeltmek ve kendi hakkımda düşündüklerimi sana da bildirmek konusunda kendimi zorunlu görüyorum. Özellikle, başkalarının dediğini sormuştun, cevabm budur.

Ne bilmiyorum? Nasıl bir insan değilim? Ne güzel sorular.. Bunları soran kişileri, yanıtlayan kişilerden kendime daha yakın görüyorum.

İlk sorunun cevabı; aslında her ortaya konulan mevzu hakkında bir şey biliyorsam, bu, herşeyden haberim var ve her şeyi biliyorum anlamını taşımıyor. Ve benim, çoğu kişinin gözünde büyümemin nedeni, genelde buradaki kişilerin, hiçbir bilmemeleridir. Oysa; ilimden yoksul olduğumdan utanıyorum ve bildiğiniz gibi, az bilme ve bilgisizliğin derdidir, beni okumaya, beni düşünmeye sabırsız kılan.

Gecemi gündüzümü, öğrenmeyi biriktirmekle geçiriyorum, orta okuldaki, zekası az çalışan bir talebeden bile daha çok çalışırım.

Ve ikinçi soru; canlı bir soru, cevabı için bir dil lazım, feleğin eni kadar..

Ben ne değilim, yani neyim?

Bu soru, 1337 (H.Ş) yılında bir geceyi hatırlattı bana. Öyle dehşete düştüm ki, hala yedi yıl geçtikten sonra, hatırlayınca titriyorum.

Ve bu korkunç soru içime düştü:

Ben Neyim?

Bu tereddütün kokusunu hissedecek kadar, büyük bir ruha sahip olduğuna inanıyorum.

Bir insan kendini özünde kaybetmiştir.

Bundan korkunç ızdırap var mı?

Bir kişi biganeleri kendi içinde, zatının özünde, gözüyle görmesi… böylesi perişanlıktan ötesi var mı?

O yabancılar zat özüyle öyle birleşmiş ve bezenmişler ki, bu özde bir çok yabancılar arasında ben hangisiyim? Ne korkunç! Sabırsızlıklarım çelişkilerim, düzensizliklerim bu perişanlıktan doğmuştur. Umarım sen ve tüm sevdiklerim hiç biri, bu hayrete düşmesinler.

Bilirsin, bütün bu dünyevi nimetler arasında, tek seçtiğim, tek sevdiğim yalnızlıktır.

Bu sükutun bekçisi

Yalnızlık toplumun ışığı

Sessizlik mabedin rahibi

Umutsuzluk kapısının hacebi (fahri)

Hatıralar yolunun piyadesi

Bir habere bir mesaja bakleyiş kalmadı

Muhabbet kucağın sıcaklığını beklemez

Huzurlu yas kucağının soğukluğunda yatar

Gecenin yatağına koymuş başını

Taki, kanlı şafağın nazları kandırmasın

Ey kuşlar dönüşünüz ne zaman

Ey nevruzun Rasulleri

Benden kaçının benden kaçının

Kış ayağının altında ezilmiş lalezarlar

Baharın yolunda gözü yoktur

Heba tufanı var

Sıyaf tufanı var

Beklenen süvari yok…

Benim en büyük varlığım kendimde yaşamak idi.

Bu güçten dolayı insanları rahat kabül edebiliyor ve yabancıların kalbine kadar gidebiliyordum. Ama şu anda bu güvenli ev yıkılmış, şu anda yalnızlık bile benden alınmış.Diğerlerinin boşluğundan bu yalnızlık ile korunurdum.Onlarla olduğum zaman, kendimi yalnız gördüm, ve kendimle yalnız olduğum zaman, kendimi yalnız görmüyordum. Ama şu anda, bu ’’kendimin’’ ne olduğunu bilmiyorum. Yalnız olduğum zamanlar, bir grup bana asılıyor, ve her biri ’’Ben’’ olduğunu iddia ediyor; ve ben korku ile hepsinin yüzüne bakarak, kendimi tanıyamıyorum. Hangisi olduğumu bilemiyorum. Bunların hangisi ’’Ben’’dir. Tahammül edemiyorum, hepsini bırakıyorum, ama nasıl?

Çok öncelerden, tek bir ben olmadığımı anlamıştım. Birkaç benliği taşıdığımı görüyordum. Birisi Medine de  doğmuş ’’Ben’’. Kıblesi kabe olan, imanı Hira dağından şekil alan; duygu, ruh, yaşantısı İbrahim, Musa, İsa, Muhammed (s.a.a) Ali ve …..’nın elleri altında şekil alan ’’Ben’’. Bir ben ise, Medine ile yabancı.. 2×2=4 eder mantığı ile ’’ Sorbon’’ de eğitilmiş. Başka bir ben, bu iki benden ayrı, bunlara yabancı, senin tanıdığın, radyo ve dergilerde kendini göstermiş ’’ben’’.

Çok hayret verici olan, milletin, ben olarak tanıdıkları ben, herkesten daha fazla benle yabancı. Şu ana kadar bir çok işleri o yapmış. İnsanlar, dediklerinin, benim adıma yapılan hepsini o benden demişler. Başka bir ben; hiçbir şeye önem vermeyen, hiçbir şeyi düşünmeyen, tüm ruhu ve tüm vücudu, kahramanlıkla dolu, halkı seven, cesaretli, olay ve tehlikeleri seven, yalnız zaferi düşünen bir ’’ben’’. Bundan yediğim darbeler hiçte az olmamış ve sen bunun beni, nerelere kadar çektiğini biliyorsun…

Ama bu, birbirine girmiş benlerin arasında, birkaç zamandır, beni kendine meşgul edenbir ’’ben’’ daha var. Hayret verici bir yüz, pişmiş, dolu ve güçlü. Bu hepsinden daha gizli idi. Fıtratımın derinliğinden çıktı ve varlığımın kara bulutları arkasından doğdu. Senelerce, titreyerek, heyecanla dolu onun doğuşunu seyrediyorum. Onun çıkışını bekleyiş, çok uzun ve çok ağır oldu. Kendime, ’’varlığım budur’’ ’’ben buyum’’ dedim. Kendimi keşfetmekteydim. Temiz, sadık ve parlak benliğimin büyüdüğünü görmekteyim. Ne rahatlık verici, kendi kaybetmiş birisi için, kendini bulmaktan daha büyük bir sevinç var mı? Senelerce onunla idim. ’’Öz kendim’’ ile ’’Öz benliğim’’ ile.

O kararsızlık, korkulu, ne oluş ve avarelik senelerinden sonra, ümit, yarı kapalı ve hüzünlü gözlerimle parlıyordu.

Evet aziz yazarım doğru söylüyormuş ki, ’’gözlerim hep yarı açıktır, hiçbir şey, dünyada gözlerimi tüm açmağa değmez.’’

Neyse artık bir yere sığınabilirm. Kışın soğuğundan ve donmuş dertsiz yüzleri görme mecburiyetinde kendime teselli verecek biri var artık.

Artık onun kucağında ’’var olmak’’ zorluğuna ve ’’yaşamak ’’ derdine, tahammül edebilirsin.

Diri kalmanın en dertli olay olduğunu biliyor musun?

Bu kentin kalabalık olduğunu söyleyenler kördürler. Topluluktan konuşmak aptallıktır. Nüfus sayımı, ve bir sürü garip rakam; ve bu rakamada inanmak, belki doğrudur, ama sıfırları boşuna hesaplıyorlar, sıfır, her yerde sıfırdır. Hani cemaat? Hani insanlar? Nasılda bu boşluktani bu kimsesizlikten, bu kadar ıssızlıktan korkmuyorlar? Hani birisi? Bu dünyada birisini seven, bu toprağın üstünde, bu sokakta, bu çarşıda hayali bölge gibi gelip geçen topluluklar arasında, birini gören, birinin varlığına inanan insan, ne kadar mutludur.

Ama dünyanın, yeryüzünü boş gören ben. Hep  dışarı baka kalışımda, içimin boşluğunda, şu anda içimde güneşin doğduğunu görüyorum. Yalancı benlerin içinden gerçek ben olanı çıkardım. Üstünü topraklardan kirliliklerden temizledim. Daha tanış oldu, parladı, aydınlandı. Diğerlerini korkutan sükutum, şu anda onunla konuşmakta olduğumdandır. Tüm o sözlerim ki, konuşulmak için muhatap ve kelime bulamıyorlardı ki, hepsi boğazımda düğümlenmişti, ve ruhumun sıkıntısından boğulmaktaydım. Düğüm açılmakta, erimekte, rahatlıyorum…

İşte gerçek ’’ben ’’ doğmuş. Donmuş vücudumun içinde, tatlı bir sıcaklık gibi gezmekte, sıcaklığını her an daha fazka duymaktayım.

Onunla doluyorum. Boşluklarım bitiyor.

Şimdi Andre Jead, Cameo, Decart’ın ne kadar geride kaldıklarını anlıyorum.

’’Ben düşünüyorum öyleyse varım.’’

’’İsyan ediyorum varım.’’

’’Duyuyorum varım.’’

Bunlar halen, niçin olduklarını bulamamışlar. Kendi varlıklarını ispatlamaya çalışıyorlar!

Henüz ’’Ben hangisiyim?’’ sorusuna varamamışlar. Kendilerini bir tek ’’ben’’ olarak sanıyorlar. Eğer böyle olsaydı, yaşantı çok kolay olurdu. Hiç biri yalan söylemiyor, ama eksik söylüyor. Bir ’’ben ’’ düşünüyor, diğer’’ben ’’ duyuyor, bir ötekisi ’’ben’’ isyan ediyor. Diğer benlerde vardır. Ama hepsi yalancı.

Gerçek ’’ben’’ ’’gerçek özdeki varlık’’ nerede, hangisi? Ağır ve dertli sükut burada kendini gösteriyor. Sözlerin sonu sükuttur diyenler ne rahat!! Ama bu sükut, sözlerin ilkindedir, başlangıcındadır.

En zor sükut budur!! Söz öncesi sükut!!

Allah’ın insanlara verdiği büyük nimetlerden biride, sükutu duymaktan acizlikleridir. Bundan dolayıda, ne kadar rahat yaşamaktalar.

Duymamak, işitmemek, tanımamk, anlamamak bu insanlara, ne büyük bir rahatlık vermiş!!

Ama sen bu sükutu duymak değilde içinde yaşayan birisini hayal edebilir misin?

 ———————–

[1] Dr. Ali Şeriati’nin bir dostuna yazdığı mektup

Kaynak:

Bu yazı İnsan Dergisi’nin Mayıs 1986, 8.sayısından alınmıştır…

Çeviri: Sümeyye Tanış

0
Would love your thoughts, please comment.x