Günümüz dünyasında, toplumlarında, Müslümanlar, İslamın kendisini değil, İslami bütünü/bütünlüğü değil, din’in geleneğe, göreneğe, folklöre dönüştürülmüş, büyük ölçüde vulgarize edilmiş, etnik ve mezhepçi parçalara bölünmüş, bu parçalar tarafından sınırlandırılmış, parçaların yorumlarıyla bütünleşmiş, rakip parçalar tarafından tahrif edilmiş biçimlerini temsil etmeye, yaşamaya çalışıyor. İslami bütün ve bütünlük bilinci, küçük bilinç alanlarında, adalarında yaşıyor, yaşatılabiliyor. Yerel akıl’lar ve yerel düşünme alışkanlıkları, evrensel akla, evrensel düşünme/idrak yeteneğine geçit vermiyor. Evrensel akla yabancılaştığımız için, İslami bütünlüğün ifadesi olan ümmet bilincini hiçbir şekilde somutlaştıramıyoruz. Büyük politik propaganda ve popülizm alanları/araçları/yapıları, politik çıkarlar adına bütün temel anlamları barbarca yağmalıyor. Politik propaganda ve popülizm söyleminin gürültüsü sebebiyle, bilincin sesi duyulmuyor. Bütün bu nedenlerle, İslam ülkelerinde, politik iktidarlar oportünist bir çerçeve içerisinde, İslam’ı kolaylıkla istismar edebiliyor, araçsallaştırabiliyor.
İslam dünyası toplumlarında derin popülizmin fosilleştirici etkisi, fosilleşmenin toplumsallaşması, sıradanlaşması, devlet himayesi altına alınması, tarihsel bir sapmanın somut ifadesi olduğu halde, İslami düşünce-kültür-edebiyat hayatı bu sapmayı fark etmiyor. İslam toplumlarında, popülist politik oportünist figürlerin “kahramanlık” mertebesiyle ödüllendirilmesi, düşüncesizleştirilen, kültürsüzleştirilen, duygusallaştırılan, taşralı muhafazakarlıkları içselleştiren halkların icadıdır. İnsanlar, toplumlar, özgürlüğe, ona çok ihtiyaç duyduklarında, çok değer verdiklerinde, özgürlüğü çok arzu ettiklerinde sahip olabilirler. Popülist politik koşulları, kültürel koşulları ve konformizmleri içselleştiren toplumların özgürlüğe istihkakları ve ihtiyaçları yoktur. Popülist-konformist dil-söylem-kültür, hakikatle yalan arasında ayrım yapmaz, yapamaz. Popülist konformist itaat kültürü, her durumda kolaycılığı ve anlamlı-derinlikli hiçbir şey söylememeyi tercih eder, eleştirel anlamda düşünmemeyi ilke edinir. Gönüllü köleliği benimseyen muhafazakar bir toplum ve kültür, eleştirel bir tavır-tarz-duruş geliştiremez, bu nedenle de hiçbir olumsuzluğu, yabancılaşmayı ve istismarı sorgulayamaz. Gönüllü kölelik acz ve idraksizlikle ilgilidir. Popülizme sığınan, popülizmi nihai bir çare olarak gören ve niteliklere yabancılaşan bir zihniyet medeniyet tasavvurundan söz edemez. İslam toplumlarında, İslam’ı araçsallaştıran politik propaganda dili/söylemi, iktidar ve çıkar mücadelelerini, kitlelere/halklara büyük bir hakikat mücadelesi gibi sunabiliyor, kabul ettirebiliyor. Sözünü ettiğimiz politik propaganda dili-söylemi, büyük sayıların ilgisine mazhar olabilmek için büyük bayağılıkların, yozlaşmaların sıradanlaşmasına/normalleşmesine katkıda bulunuyor. İslam toplumlarına halen hakim olan çok derin ve çok köklü konformizmler ve statükoculuklar sebebiyle, halklar ekonomik yoksulluğu tartışma konusu, sorgulama konusu yapabilirken, ahlaki yoksulluğu, entelektüel/düşünsel yoksulluğu, kültürel yoksulluğu, ehliyet ve liyakat yoksulluğunu, tavır/edep/estetik/bilgelik yoksunluğunu bilinç ve idrak yoksulluğunu fark etmiyor, bu yoksullukları bir sorun olarak görmüyor.
İslami anlamda bilinçli bir farkındalığa yabancılaştırılan İslam toplumları/kültürleri, sistematik bir biçimde maruz bırakıldıkları, ontolojik ve epistemolojik emperyalizme hiçbir şekilde cevap vermiyor, veremiyor, bu emperyalizmlere nasıl cevap verilebileceğini bilmiyor, bu emperyalizmlerle hesaplaşamıyor. Bu nedenle de bu toplumlar yerli-milli, folklorik din’i tezahürleri kutsallaştırıyor, içselleştiriyor, çok görkemli/gösterişli/pahalı cami’ler inşa ederek, çok dokunaklı menkıbeler, kahramanlık öyküleri üreterek, pazarlayarak günü kurtarmaya çalışıyor. Çok derin ve çok rahatsız edici varoluşsal meseleleri/sorunları anlama/algılama ve çözümleme iradesine sahip olmayan bir kültür ve siyaset, çok yoğun folklorik-nostaljik rahatlatıcı-yüzeysel fantezilerle kitleleri oyalıyor, aldatıyor. Bu tür toplumlarda, içerisinde yaşadığımız toplumda da, “medeniyet” ve “adalet” gibi varoluşsal değer/nitelik taşıyan kavramlar, hiçbir zaman somut bir gerçekliğin ifadesi olamıyor, sadece propaganda sloganları olarak kullanılıyor.
İslami düşünce-kültür-edebiyat-ilahiyat hayatı, ontolojik ve epistemolojik emperyalizme maruz kalan, bu emperyalizmlerle bütünleşen, bu emperyalizmleri meşrulaştıran kurulu düzenleri/yapıları/zihniyetleri değiştirmeden, zihinsel bir devrim’le entelektüel bir bağımsızlık sahibi olmadan, İslam medeniyeti kurulamayacağını bilmiyor, idrak edemiyor.
Geleneğe, göreneğe, folklöre dönüştürülmüş bir din’i hayata meşruiyet kazandıran, yerli-milli kurulu düzenleri kutsayan bir zihniyet, kendisini ancak “muhafazakarlık” temelinde konumlandırdığı için, popülizmi, oportünizmi, sağcılığı, milliyetçiliği ve faşizmi hiç güçlük çekmeden içselleştirebiliyor. Popülizmi, oportünizmi, sağcılığı, milliyetçiliği ve faşizmi kolaylıkla içselleştirebilen muhafazakarlıkların belirleyici olduğu toplumlarda, Müslüman kitleler ve kitlesel muhafazakar kültür, ilgili toplumları bütün niteliklere, derinliklere, inceliklere ve bilgeliklere yabancılaştırıyor. Muhafazakarlıklar, politik propaganda dili ve söylemini düşüncesizce kabul edebiliyor. Edilgen, konformist, popülist bir kültürü benimseyen toplumlar, değişim yeteneğini yitirdikleri için, muhafazakarlık doğrultusunda tercihler yapıyor.
Günümüzde İslam toplumlarını, seküler ya da muhafazakar politik önyargılar belirliyor. Önyargılar belirleyici hale gelince, karşıtlıklar derinleşiyor ve taraflar birbirleriyle iletişim kuramayacak, konuşamayacak bir konuma sürükleniyor. Hiçbir ahlaki ilke’ye ve karşılıklı saygıya-anlayışa değer vermeyen, hırçın-bağnaz politik rekabet ilgili toplumları geleceksizliğe sürüklüyor. Her tür insani-ahlaki duygudan arınmış, çıkar-iktidar-tahakküm peşinde koşan, bu çıkar-iktidar ve tahakküm politikalarını aziz İslam’ı sömürerek, bütün kutsal değerleri-anlamları sömürerek gerçekleştiren bütün politik hareketler-kadrolar-liderlikler, bu tavırlarıyla çok ciddi bir ahlak ve akıl tutulması sergiliyor. Politik çıkar mülahazalarıyla ötekileştirilen değersizleştirilen, muhalif-eleştirel unsurların hassasiyetlerini hiçbir şekilde dikkate almayan, bu hassasiyetleri tahrif ve tezyif eden politik bir tavır ve tercih, bu tavır ve tercih sahiplerinin ahlaki hastalıklarla malûl olduğunu gösterir. Çıkarcı ve menfaatçi her oluşum, her yapı, her girişim merhamete ve diğerkamlığa yabancıdır. Başkalarının, ötekileştirilenlerin, değersizleştirilenlerin, duygu ve düşüncelerine, hassasiyetlerine, kaygılarına, adalet ve hakkaniyet beklentilerine, kayıtsız ve kapalı anlayışlar-yaklaşımlar-politik hareketler ve liderlikler, akli ve kalbi melekeleri kötürümleştiği için böyle hareket ederler. Ötekilerle zihinsel-ahlaki özdeşlik kurmak istemeyen seküler ya da muhafazakar topluluklar, hareketler, bu tavırlarıyla karşıtlıkları, karşılıklı nefret duygularını derinleştirir. Karşıtlıklar ve nefretler dünyasında yaşayanlar, fikirler ve tefekkür dünyasına yabancılaşırlar. Bu nedenledir ki, bu topluluklar seküler ya da muhafazakar troller/aparatçikler yetiştirir, ancak mütefekkir yetiştiremezler. Etnik-mezhepçi-hizipçi bencillikleri yaşatarak, kabileci üstünlük ve soyluluk iddialarını sürdürerek, verasete dayalı yönetim biçimlerini savunarak geçmişe doğru ilerleyen ve hep aynı kalan, Ümmet’e ve geleceğe kapalı kalan bir zihniyetle, uluslarüstü, mezheplerüstü birlik bilincini inşa etmedikçe, bir medeniyet tasavvurundan hiçbir biçimde söz edilemez.
İslam’ın ilk yüzyıllarında İslam’a dahil olmak, etnik asabiyeti, milliyet, kabile-hizip asabiyetini aşarak, yeni hayatlar, yeni düşünceler, yeni ve evrensel bağlılıklar dayanışmalar kurmak suretiyle mümkün oluyordu. Bugün, etnik asabiyeti, politik hizipçilikleri tahkim etmeye, kurumsallaştırmaya çalıştığımız ölçüde, medeniyet ve adalet bilincinden tecrübesinden uzaklaşıyoruz. Tanınmayacak ölçüde olumsuz yönde değiştiğimiz, İslami ilgi’yi-dikkati ve özeni yüzeylere ve çıkarlara indirgeyen hayatlar yaşadığımız, bu hayatları normalleştirdiğimiz için, Müslüman aydınlar, entelektüeller, kültür insanları politik çıkar mülahazalarıyla, toplumun popülizm, oportünizm, milliyetçilik ve hizipçiliğe hapsedilmesine kayıtsız kalabiliyor. Ahlaki ve entelektüel anlamda yoksullaştırılmış ve kamusal müdahale yeteneğini-cesaretini bütünüyle kaybetmiş aydınların, düşünce-kültür insanlarının varlığı büyük bir çöküş döneminden geçtiğimizi gösterir. Eleştirel-kamusal aydın ve entelektüelin toplumsal işlevinin, rolünün erozyona uğradığı, içerisinde yaşadığımız toplumda yaşayarak tecrübe ettiğimiz üzere, bütün bir hayat, her alanda propaganda dili/söylemi ve sloganlarının etkisi altına giriyor. İslam’a hizmetin yerini, İslamın politik kadrolara/liderlere-iktidarlara hizmetinin aldığı toplumlarda, halklar, gerçeklerle yüzleşmekten kaçındıkları için, propaganda ürünü iyimserliklere sığınıyor.
Günümüzde muhafazakar partizanlıklar ve putperestlikler, seküler partizanlıklar ve putperestlikler, bütün ufukları kapatan ve karartan çok derin önyargılar/bağnazlıklar ve karşıtlıklar iklimi/ortamı oluşturuyor. Bu karşıtlıklar içerisinde geleceğe bir yol bulmanın mümkün olmayacağı düşünülmüyor. Günümüzde İslam toplumlarında politik ihtiraslar ve çıkarlar adına, Müslüman hayaller bile sömürgeleştirilebiliyor. Sözünü ettiğimiz partizanlıklar ve putperestlikler her durumda tek adamın, tek adamların ufuklarıyla sınırlı olduğu için, Müslüman halklar, büyük İslam düşünürlerinin, filozoflarının, bilgelerinin düşünce ve tefekkür dünyaları hakkında derin bir cehalet içerisindeler. Toplumlarımızda, kitleler, söylemleri hamasetten ibaret bulunan politik liderlerle özdeşleştikleri için, hiçbir biçimde evrensel hakikate, varoluşsal meselelere ilgi duymuyor. Günümüzde popülist-oportünist-konformist toplumlar, birörnek, basmakalıp toplumlar olduğu için, bu toplumlarda, bağımsız-eleştirel-özgün içerik ve yorum üretimi, ilgili toplumlar için bir tehdit olarak algılanıyor. Otoriter rejimler, bağımsız-eleştirel-muhalif çevrelere etkinliklere özgürlük hakkı tanımaz.
Birörnekleştirilmiş, basmakalıplaştırılmış, edilgenleştirilmiş, düşüncesizleştirilmiş, hamaset/propaganda sloganlarıyla, resmi manipülasyonlarla, resmi gerçeklikler doğrultusunda yönetilen toplumların, herhangi bir toplama kampından farkı yoktur. Toplama kamplarının en bariz özelliği, bu kamplarda, resmi-tek aklın otorite ve uygulamalarının sorgulanamaz, tartışılamaz oluşudur. Bugünün dünyasında/toplumlarında modern ya da geleneksel zihin ve ruh dünyamız üzerinde oluşturduğu kötürümleşme sebebiyle, özgürlüklerimizi kaybettiğimiz için, İslami bütünü ve bütünlüğü gereği gibi tanımlayamıyor, yerli-milli-taşralı yorum çerçeveleri içerisinde hapsediyoruz.
Ölümcül bencillikler, ölümcül partizanlıklar, edilgenlik ve teslimiyetçilikler, gönüllü köleliklere işaret ederler. Varoluşsal sorgulamalar, hesaplaşmalar, yüzleşmeler yapma cesaret/birikim ve iradesine sahip olmayan toplumlar ve kültürler, gönüllü köleliği özgürlüğe tercih ederler. Gönüllü kölelik ne pahasına olursa olsun, resmi kutsalları tebcil ve tahkim etmeyi gerektirir. Günümüz dünyasında/toplumlarında, İslam toplumlarında da, her gün yeni bir pragmatizmi seçerek ilkesizliğin ve ikiyüzlülüğün tarihini yazan politik liderler, düşünmeyi bilmeyen, akletmeyi bilmeyen gönüllü köleler tarafından takdis ediliyor. Aklın ve kalbin imkanlarını, aklın ve kalbin evrensel ufkunu birleştirmeyi başaramadığımız için bugün, gerçeklerden bağımsız umutlarda teselli arıyoruz.
Günümüzde, İslam dünyası ülkelerinde, Türkiye’de de, milliyetçilikler hassasiyetle yaşatılan, devlet iktidarları tarafından her dönemde tahmin edilen somut bir gerçeklik iken, ümmetçilik ne yazık ki somut anlamda yaşamıyor, yaşatılamıyor. Ümmetçilik, politik kadroların-iktidarların, pragmatik anlamda ihtiyaç duyduklarında istismar ettikleri soyut bir kavram’a dönüştürülmüş bulunuyor. Bugün, Avrupa, Hristiyanlığın belirleyici olduğu, ideolojik ve ırkçı bir ortaklık oluşturuyor. Bu ortaklık, siyasal bir meşruiyet ve otorite kaynağı olurken, milliyetçilikler ve mezhepçilikler sebebiyle İslami ortaklık (ümmet) tartışma gündemine bile alınamıyor. Bu nedenle de, İslami kimlik, ümmet kimliği, sorunlu bir kimliğe dönüştüğü için gereği gibi temsil edilemiyor, bu kimlikler işlevsiz hale geliyor. Her milliyetçiliği ötekileştirici ve dışlayıcı olduğunu bilmek-görmek gerekiyor.
İslam dünyası ülkelerinde, din aracılığıyla devlet iktidarlarına mutlak meşruiyet kazandırıldığı için, devlet iktidarlarının milliyetçi tercihleri ve milliyetçi şovenizmler sorgulanamıyor. İslam toplumlarında din’i motifler-retorik aracılığıyla kendilerini kutsallaştıran politik liderler-liderlikler, bu kutsallığa dayanarak tahakküm rejimleri oluşturabiliyor. İslam toplumlarında, şizofrenik her şey mubah popülizm, İslami motifleri araçsallaştırarak, büyük ahlaki-düşünsel-ilkesel yıkım/çöküş/yabancılaşma pahasına sürdürülebiliyor. Duygusallıklarla, muhafazakar/din’i duygusallıklar, ya da seküler/ideolojik duygusallıklarla malûl olan toplumlar ve kültürler, Türkiye’de de yakından takip edilebileceği üzere, her zaman gerçeklerden kaçtıkları için, içerisinde yaşadığımız tarihsel dönemi etkileyebilecek düşünce hareketleri, kültür hareketleri üretemiyor. Hangi tür duygusallık olursa olsun, duygusallıklar hiçbir şekilde hayati sorular, yeni sorular soramadıkları için, kendilerini tekrar etmekten başka hiçbir şey yapamazlar.
İçerisinde yaşadığımız dönemde siyasal Hristiyanlık, siyasal Musevilik kamusal-entelektüel-siyasal alanda yeni kazanımlar elde eder, yeni tartışmak alanları açarken; İslami düşünce/kültür/edebiyat hayatı, seküler/rasyonalist yorumun otorite ve mutlakiyetçiliğini aşarak, bu otoriteden bağımsız İslam ve siyaset ilişkisi bağlamında yeni bir İslami düşünce/yorum tarzı üretemiyor.
Yazar ve Mütefekkir Atasoy Müftüoğlu