Hz. Peygamber (s.a.a), dedesi Abdulmuttalib’in kalbinde öncelikli bir yere sahipti.

Doğumu

Hz. Ali (a.s) bir hutbesinde şöyle buyurur: “Allah onu, elçilerin gönderilmesine bir süre ara verdikten sonra, ümmetlerin uykularının uzayıp gittiği, fitnelerin alıp yürüdüğü, işlerin darmadağın olduğu,, savaşların yayıldığı bir çağda gönderdi. Dünyanın ışığı görünmez olmuştu. Aldatışlar açığa çıkmıştı. O çağda dünyanın yaprağı sararmıştı, meyvesinden ümit kesilmişti. Suyu çekilmiş, hidayet meşaleleri yıpranmıştı. Azgınlık bayrakları dalgalanmaktaydı. Dünya, ehline karşı yüzünü ekşitmiş, kendisini isteyenin yüzüne suratını asmıştı. Meyvesi fitne idi, yemeği leşti, pisti. İçi korku idi, dışı ise kılıçtı.” (Nehcü’l-Belağa, Hutbe, 89)

İnsanlığın içinden geçtiği bu zor ortamda ebedî mutluluk ve onurlu bir hayat müjdeleyen ilâhî bir nur parıldayarak kulları ve ülkeleri aydınlattı. Bu nurun parıldayışı, Hicaz topraklarının üstün keremli Peygamberi Abdullah oğlu Muhammed’in (s.a.a) doğumu ile şereflendiği sırada gerçekleşti. Bu doğum miladî 570 yılına denk gelen Fil Yılı’nda meydana geldi. Hadisçilerin ve tarihçilerin çoğunluğunun kabullerine göre bu mutlu olay rebiyülevvel ayına rastlar.

Doğduğu güne gelince; bunu en doğru bilecek olan Ehlibeyt’i (hepsine selâm olsun) bugünün kesin olarak rebiyülevvel ayının on yedisinin cuma günü, şafağın sökmesinden sonra olduğunu söylüyor.

İmamiye Mezhebi’nde yaygın şekilde benimsenen görüş budur. Başka görüşlere göre Hz. Peygamber (s.a.a) yine rebiyülevvel ayının on ikisine rastlayan bir pazartesi günü dünyaya geldi.2

Hz. Peygamber (s.a.a) iki isimle tanınmıştır. Bu isimler “Muhammed” ve “Ahmed”dir. Bu isimlerin her ikisi de Kur’ân’da geçmektedir. Tarihçilerin verdikleri bilgiye göre Hz. Peygamber’e “Muhammed” adını dedesi Abdulmuttalip verdi. Bu ismi torununa niçin verdiğine ilişkin soruya: “Onun gökte ve yeryüzünde övülmesini istedim.” cevabını verdi.3 Annesi Âmine ise dedesinin isimlendirmesi öncesinde oğluna “Ahmed” ismini vermişti.

 

Sütannesine Verilmesi

Hz. Peygamber (s.a.a)in dedesi Abdulmuttalib genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın hatırası olan torununu çok seviyordu. Bu yüzden emzirilmesi için Hz. Peygamber’in, çölde yaşayan Benî Sa’d kabilesine gönderilmesini istedi. Böylece Hz. Peygamber’i (s.a.a) Mekke’nin çocuklarını tehdit eden olumsuz ortamdan uzak tutmayı amaçlıyordu.

Mekke yakınlarında, Harem-i Şerif civarında yaşayan Benî Sa’d kabilesinin kadınları her yılın belirli bir döneminde Mekke’ye gelerek emzirilecek çocuk ararlardı.

Aynı kabileden Halime isminde bir kadın diyor ki: “Mekke’ye geldiğimde, Abdulmuttalip beni karşıladı ve bana: ‘Kimsin?’ diye sordu. ‘Benî Sa’d kabilesinden bir kadın.’ karşılığını verdim. Bana: ‘Adın nedir?’ diye sordu. ‘Halime.’ dir dedim. Bunun üzerine: ‘Ne güzel, ne güzel; saadet ve hilim! Bu iki karakterde bütün zamanların iyiliği ve ebedî onuru vardır.’ dedi.” Abdulmuttalib’in yetimini emzirmeye almakla berekete ve hayır artışına kavuşacağını uman Halime’nin bu beklentisi boşa çıkmadı.

Halime diyor ki: “Resulullah’ı (s.a.a) yanımıza alınca geçimimizde ve malımızda bolluk ve hayır bulduk. Öyle ki, kıtlıktan ve geçim sıkıntısından sonra varlıklı hâle geldik.”4 Abdulmuttalib’in torunu, Halime’nin ve kocasının himayesinde Benî Sa’d kabilesinin kırlarında yaklaşık beş yıl geçirdi.

 

Annesi Âmine

Hz. Peygamber (s.a.a), babasının ölümünden sonra hayatta kalan müşfik annesinin gözetiminin tadını uzun süre tadamadı. Annesi, sevgili kocasını kaybetmişliğin tesellisi olacak olan Abdullah’ın bu yetimini büyütmeyi bekliyordu. Fakat ölüm ona bu fırsatı vermedi. Rivayet edildiğine göre sütannesi Halime, beş yaşındayken Hz. Peygamber’i (s.a.a) ailesinin yanına getirdi. Annesi Âmine o sırada Peygamber’i yanına alıp sevgili eşinin mezarını ziyarete gitmek istedi. Bu vesile ile Hz. Peygamber de Yesribli (Medineli) Benî Neccar kabilesinden olan dayılarını görebilecek, bu yolculuk sırasında onlarla tanışabilecekti. Fakat bu yolculuk Hz. Peygamber (s.a.a) için başka bir üzüntü kaynağı oldu. Çünkü babasının ölüp defnedildiği evi ziyaret ettikten sonra geri dönüş yolunda Ebvâ denen yerde annesini kaybetti.

Âmine’nin ölümünden sonra Ümmü Eymen, geriye kalan mallarını ve devesini de yanına alarak Hz. Peygamber (s.a.a) ile birlikte Mekke’ye doğru yolculuğuna devam etti. Amacı onu, torununa çok düşkün olan dedesi Abdulmuttalib’e teslim etmekti.5

 

Dedesi Abdulmuttalip

Hz. Peygamber (s.a.a) dedesi Abdulmuttalib’in kalbinde öncelikli bir yere sahipti. Rivayet edildiğine göre Abdulmuttalip Kâbe’nin avlusunda kendisi için özel olarak seçilen yaygı üzerinde otururdu. Kureyş’in ileri gelenleri, eşrafı ve oğulları çevresini sarardı. O sırada gözü torunu Muhammed’e (s.a.a) ilişince yanına gelmesi için ona yol açılmasını emreder ve gelince onu kendisi için özel olarak seçilmiş olan o yaygı üzerinde yanı başında oturturdu.6

Kureyş kabilesinin büyüğü tarafından gösterilen bu ilgi, kendini bildiği günden itibaren dikkatleri çeken yüksek ahlâkına ek olarak onun Kureyşlilerin gönüllerindeki değerini yükseltmişti. Hz. Peygamber (s.a.a) sekiz yaşına bastığında üçüncü bir acı ile sarsıldı. Bu acı, büyük dedesi Abdulmuttalib’in ölümü idi..

 

Ebu Talib’in Hz. Peygamber’in (s.a.a) Gözetimini Üstlenmesi

Abdulmuttalip, torunu Muhammed’in (s.a.a) bakımını oğlu Ebu Talib’e havale etmesi onun torununa yönelik ilgisinin bir belirtisidir. Çünkü Ebu Talib’in, yeğeninin bakımını en iyi şekilde yerine getireceğini biliyordu. Ebu Talip gerçi fakir idi; fakat Kureyşliler arasında, kardeşleri içinde en saygın ve ayrıcalıklı konuma sahipti. Üstelik Ebu Talip Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın ana-babası bir kardeşi idi. Bu da onunla Hz. Peygamber (s.a.a) arasındaki bütünlük, şefkat ve sevgi bağlarını güçlendiren bir unsurdu.

Ebu Talip, babası tarafından uhdesine verilen bu sorumluluğu iftiharla ve şerefle kabul etti. Bu sorumluluğunda saygın eşi Esed kızı Fatıma onun yardımcısı idi. Karı-koca, ikisi birlikte Muhammed’in beslenmesini ve giyimini kendilerinin ve öz evlâtlarının aynı türden ihtiyaçlarının karşılanmasına tercih ediyorlardı. Hz. Peygamber de amcasının bu eşinin ölümü üzerine: “Bugün annem öldü!”derken bu gerçeği ifade etmek istemiştir. Ardından Hz. Resulullah (s.a.a) ona kendi gömleğini kefen olarak sarmış ve defninden önce lahdine uzanıp yatmıştı.

Abdulmuttalib’in ölümünden itibaren Ebu Talib’in Hz. Peygamber’i (s.a.a) korumakla ilgili zor görevi başladı. O, onu çocukluğundan başlayarak malı ile, canı ile, itibarı ile koruyor, yaşadığı süre boyunca onu eli ve dili ile destekliyordu. Böylece Muhammed (s.a.a) büyüdü ve peygamberlik görevini alarak risaletini yüksek sesle ilân etti.7

 

İlk Şam Seferi

Kureyşlilerin âdetlerinden biri her yıl Şam’a ticaret maksadlı bir yolculuk düzenlemekti. Çünkü ticaret kazanç elde etmenin başta gelen kaynağı idi. Ebu Talip de bu yolculuklarından birine çıkmaya karar verdi. Karar verirken Hz. Peygamber’i (s.a.a) yanında götürmeyi düşünmemişti ancak yola çıkacağı sırada kararını değiştirdi. Çünkü yeğeninde kendisi ile beraber gitme yönünde büyük bir ısrar gördü.

Bu yolculuk sırasında ünlü rahip Behira, Hz. Peygamber’i (s.a.a) görüp onunla buluştu. Rahip, Peygamber’de Hz. İsa (a.s) tarafından geleceği müjdelenen son peygamberin belirtilerini tespit etti. Zira bu rahip Tevrat’ın, İncil’in ve son peygamberin geleceğini müjdeleyen diğer kaynakların içeriklerinden haberdardı. Bu tespit üzerine Hz. Peygamber’i Mekke’ye geri götürmesini ve onu Yahudilerin suikastından korumasını Ebu Talib’e tavsiye etti.8 Ebu Talip de rahibin sözlerini dikkate alarak tam bir tedbir içerisinde yeğeni Muhammed’le (s.a.a) birlikte Mekke’ye döndü.

 

Hilfu’l-Fudul (Erdemliler Paktı)

Kureyş kabilesi bazı savaşlardan sonra zayıflığının ve bünyesinde beliren görüş ayrılıklarının farkına vardı. Bunun sonucunda artık eskisi gibi güçlü ve saldırılmaz olarak algılanmadığı için Arapların saldırgan arzularının hedefi olmaktan korkmaya başladı. Bu düşünce ile Zübeyr b. Abdulmuttalip, Hilfu’l-Fudul adlı bir pakt oluşturma çağrısı yaptı. Bu çağrı üzerine Haşimoğulları, Zuhreoğulları, Temimoğulları ve Esedoğulları Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplandı. Toplantıya katılanlar ellerini Zemzem Suyu’na daldırarak zulme uğrayanlara yardım edeceklerine, geçim sıkıntısı çekenlere el uzatacaklarına, kötülükten sakındıracaklarına dair anlaştılar.9 Bu anlaşma cahiliye döneminin en anlamlı anlaşması idi. Hz. Peygamber (s.a.a) de bu anlaşmanın yapıldığı toplantıya katıldı. O sırada yirmi yaş civarında idi.10 Öyle ki, peygamber olduktan sonra bile bu anlaşmayı övdü ve onu şu sözlerle onayladığını belirtti:

“İbn Cud’an’ın evinde katıldığım anlaşma benim için kırmızı develerden daha sevgili ve değerlidir. Eğer İslâm döneminde böyle bir anlaşma toplantısına çağrılsam, o çağrıyı kabul ederdim.”11

 

Hatice’nin Malları İle Ticaret

Hz. Peygamber’in (s.a.a) kişiliği, Mekke toplumunda parlamaya başlamıştı. Çünkü sahip olduğu yüksek ahlâk, yüce ciddiyet ve gayret, güvenirlik ve doğru sözlülük gibi erdemleri herkesin dikkatini çekmişti. Ebu Talip, yirmi beş yaşına giren bu saygın yeğenine Hatice b. Huveylid’in mallarını ortak sıfatı ile satma girişiminde bulunmayı teklif etti. Ebu Talip, Hatice’ye koşarak bu meseleyi açınca kadın büyük bir sevinç içinde teklifi hemen kabul etti. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) hakkında olumlu bir izlenime sahipti. O nedenle de Hz. Peygamber’e, mallarının ticareti için yolculuk yapan diğer insanlara verdiğinin iki katını verdi.12

Hz. Peygamber (s.a.a) böylece Şam’a doğru yola çıktı. Yolculuğunda Hatice’nin kölesi Meysere yardımcısı idi. Güzel huyu ve ince duyguları sayesinde Meysere’nin sevgisini ve saygısını kazanmayı başardı. Ayrıca güvenirliği ve zekâsı sayesinde yaptığı alışverişten en büyük kârı elde etmeyi becerdi. Yine bu yolculuğu sırasında bazı çarpıcı kerametleri görüldü. Kervan Mekke’ye dönünce Meysere, gördüklerini ve işittiklerini Hatice’ye anlattı.13Kölenin anlattıkları Hatice’nin Hz. Peygamber’e (s.a.a) daha fazla önem vermesini, ilgi duymasını sağladı ve onu Hz. Peygamber’le (s.a.a) evlenmeye teşvik etti.

 

Kutsal Evlilik

Hz. Hatice’nin kalbi bütün duyguları ile Hz. Peygamber’e yöneldi ve onun yüce şahsına bağlandı. Hz. Hatice (r.a) Kureyş kabilesinin en şerefli, en zengin ve en güzel kadınlarından biri idi. Cahiliye döneminde “temiz hanım” ve “Kureyş’in Hanımefendisi” gibi nitelemeler ile anılırdı Hz. Hatice’ye Kureyş kabilesinin önde gelen erkekleri talip oldu. Tekliflerini kabul etmesi için ona maddî vaatler sundular fakat o bu tekliflerin hepsini reddetti.14 Çünkü meseleleri ölçüp tartan üstün bir akla sahipti. O Hz. Peygamber’i (s.a.a) seçti. Çünkü onda asalet, yüce ahlâk ve değerlerin toplu olduğunu gördü. Bu yüzden onun yücelik alanına girmeyi isteyerek ona eş olmak istedi.

Tarihî kaynakların ağırlıkla verdikleri bilgiye göre evlenme arzusunu ilk ortaya koyan taraf Hz. Hatice oldu. Bu arzu üzerine Ebu Talip, ailesini ve birkaç Kureyşliyi yanına alarak Hz. Hatice’yi o sırada velisi olan büyüğünden istemeye gitti. Bu veli, Hatice’nin amcası Amr b. Esed idi.15 Ağırlıkla kabul edilen görüşe göre bu olay Resulullah’ın (s.a.a) peygamber olmasından on beş yıl önce gerçekleşti.

 

Hz. Ali’nin (a.s) Doğumu

Hz. Ali’nin annesi Fatıma bint-i Esed, Kâbe’nin içinde doğurduğu oğlunu kucağına alarak Kâbe’den çıktığında karşılaştığı ilk kişi Hz. Peygamber (s.a.a) oldu.16 Hz. Peygamber bu karşılama sırasında Hz. Ali’yi annesinin kucağından alarak bağrına bastı.17

Bu yeni doğan bebek, anne-babası ile amcasının oğlu olan Hz. Peygamber’in (s.a.a) kucaklarında büyüdü.

Hz. Ali (a.s), Hz. Peygamber (s.a.a) ile arasındaki sıkı yakınlığı şöyle ifade ediyor: “Resulullah’a (s.a.a) ne kadar yakın olduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı. Yatağına alırdı. Vücudunu bana sürer, beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. Ne bir yalan söylediğimi duymuştur, ne bir kötülük ettiğimi görmüştür… Ben her an deve yavrusu nasıl annesinin ardından giderse onun ardından öyle giderdim. O her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu.”18

 

Peygamberlik ve Ön Belirtileri

Hz. Peygamber’in (s.a.a) peygamber oluşundan vefatına kadar onunla aynı dönemde yaşayanlar, Hz. Peygamber’in peygamber olmasından önce ve peygamber olduğu sıradaki hayatı hakkında bize sağlıklı ve net bir portre sunmasalar da Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber’i (s.a.a) anlatırken onun peygamberlik öncesi dönemi hakkında şöyle diyor:

“O sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti. O melek gece-gündüz ona yücelikler yolunu gösterdi. Âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdi. Ben de her an devenin yavrusu nasıl anasının ardından giderse onun ardından giderdim. O her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu sadece ben görürdüm, başkası görmezdi.”19

Bu belge yüce Allah’ın: “Hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.”20 ayeti ile uyuşuyor. Bu ayet peygamberlik döneminin başlarında indi. Bilindiği gibi ahlâk, ruhun derinliklerine kök salan nefsanî bir melekedir. Birkaç günde kazanılacak bir nitelik değildir. Buna göre Hz. Peygamber’in yüce ahlâk sahibi olmakla nitelenmesi, onun bu sıfatı peygamber olmadan önce taşıdığını ortaya koyar.

Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce ahlâk tanımlaması, Hz. Peygamber’den (s.a.a) gelen: “Ben ahlâkî erdemleri tamama erdirmek üzere peygamber olarak gönderildim.” şeklindeki hadisin kastettiği erdemlerin bütününü içerir. Eğer Hz. Peygamber’in kendisi henüz ahlâkî erdemleri kişiliğinde taşımasaydı, bu erdemleri tamama erdirmesi ondan nasıl beklenebilirdi? O hâlde Hz. Peygamber’in (s.a.a) peygamber olmadan önce bütün erdemlere sahip olduğunu söylemek gerekir. Çünkü ancak o takdirde yüce ahlâk sahibi olmakla nitelendirilmesi doğru ve mantıklı bir niteleme olabilir.

İmam Ali b. Muhammed Naki’den (s.a) şöyle rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) Şam’a gidip gelerek yaptığı ticareti bırakıp bu ticaretlerden Allah’ın kendisine nasip ettiği kazancı tümü ile sadaka olarak dağıtınca, her gün sabahları Hira Dağı’na giderdi. Bu dağa çıkarak onun tepelerinden yüce Allah’ın rahmetinin eserlerine, O’nun rahmetinin şaşırtıcı görüntülerine, hikmetinin emsalsiz güzelliklerine, göklerin derinliklerine, yeryüzünün köşe-bucaklarına, denizlere, çöllere, derelere bakardı ve bu yaratılış eserlerinden ibret alırdı. Yüce Allah’ın kâinata yansıyan bu varlık belirtileri üzerinde düşünceye dalardı ve Allah’a gerçek anlamı ile ibadet ederdi.

Resulullah (s.a.a) kırk yaşını doldurunca ve yüce Allah kalbine bakıp da onu kalplerin en erdemlisi, en yücesi, en itaatkârı, en korkanı, en boyun eğeni olarak bulunca gök kapılarına izin verdi de açıldılar ve Peygamber göğe baktı. Meleklere izin verdi de indiler ve Peygamber onları gördü. Rahmete emretti de arşın sütunu tarafından Peygamber’in başına ve yüzüne indirildi. Nuru ile taçlanmış meleklerin tavusu Ruhu’l-Emin lakaplı Cebrail’e baktı da o yanına inerek kolundan tutup onu sarstı ve şöyle dedi:

“Ey Muhammed, oku!” Peygamber’in: “Ne okuyayım?” demesi üzerine Cebrail sözlerine şöyle devam etti: “Yaratan Rabbinin adı ile oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir. O ki insana kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.”21

Sonra Allah’ın kendisine vahyettiğini ona vahyedip arkasından yükseklere çıktı. Muhammed (s.a.a) dağdan indi; ama Allah’a karşı beslediği ululaştırma duygusu benliğini kuşatmış, yüce Allah’ın şanının büyüklüğünün etkisi ile vücudunu ateş ve titreme basmıştı… Sonra Kureyşlilerin, vereceği haberi yalanlayacakları ve kendisine delilik ve şeytanların çarpmasına uğradığı isnadında bulunacakları korkusunu şiddetle hissetti. O nedenle yüce Allah onun göğsünü açmayı ve kalbini cesaretlendirmeyi istedi. Bunun üzerine dağları, taşları ve toprağı konuşturdu. O bunların hangisinin yanına varsa ona şöyle sesleniyordu:

“Selâm sana, ey Muhammed. Selâm sana, ey Allah’ın dostu. Selâm sana, ey Allah’ın Resulü. Müjdeler olsun sana! Çünkü yüce Allah seni üstün kıldı, seni güzel kıldı, alımlı yaptı, seni öncesi ve sonrası ile bütün yaratıkların üzerinde üstünlük ve kerem sahibi kıldı. Kureyşliler sana, delisin ve dinden çıkmışsın diyecekler diye üzülme! Çünkü sadece âlemlerin Rabbinin fazilet bağışladığı kimse faziletlidir. Sadece bütün yaratıkların yaratıcısının değerlendirdiği kimse değerlidir.”

 

Nebevî Hareketin Mekke Dönemi

Hz. Peygamber’e inen ilk ayetler ile Kur’ân’ın iniş süreci başladı. Hz. Peygamber (s.a.a) Muzzemmil Suresi’nin ilk ayetlerinin inmesinden sonra İslâmî risaleti yayma ve bir İslâm toplumu oluşturma yolunda aşağıdaki adımları atmaya hazırlanmaya girişti. Bu adımlara paralel olarak çok sayıdaki sıkıntıyı göğüslemek için de hazırlık yapmak, plan ve işi hususundaki üslûbunu sağlamlaştırmak durumunda idi.

Risaleti doğrultusunda attığı ilk adım, ev halkını, ailesini yeni dine çağırmak oldu. Eşi Hz. Hatice’nin (r.a) ona inanması doğaldı. Çünkü Hatice uzun bir ömrü onunla paylaşmış, onda zirve derecesine varmış bir ahlâk yüceliği, bir ruh temizliği ve gök âlemi ile ilişki bulmuştu.

Hz. Peygamber (s.a.a), göğsünde asla putlara tapmanın kirletmediği temiz bir kalp taşıyan amcası oğlu ve himayesinde yetişip büyüyen Hz. Ali’yi (a.s) yeni dine çağırmada zorluğa katlanmadı. O hemen Peygamber’e inandı ve kavminin ilk Müslüman olanı oldu.22

Buna göre ilk iman eden kişi, Hira Dağı’ndaki yalnızlık dönemlerinde Peygamber’e (s.a.a) arkadaşlık eden Hz. Ali (a.s) idi. Onun arkasından Hz. Hatice geliyordu. Bu ikisi Hz. Peygamber (s.a.a) gibi tevhid ilkesini kabul edip şirk ve sapıklık güçlerine karşı çıkmalarının arkasından Peygamber’le birlikte namaz kılan ilk kişiler oldular.23 Bir süre sonra bunlara Zeyd b. Harise katıldı. Bunlar İslâm toplumuna kaynak olan ilk hayırlı çekirdeği oluşturmuşlardı.

 

İlk Üssün Hazırlanması

Müddessir Suresi’nin başında belirtildiği gibi yüce Allah’tan ayağa kalkıp uyarma emrini aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm’a çağırma önderi olarak harekete geçti ve toplumun doğru yola yönlendirilmesi sürecinde ışık kaynağı ve meşale olacak bir iman kitlesi oluşturmak amacıyla elinden gelen çabayı gösterdi. Gaybî yardımla desteklenen, hata ve ayak kaymalarından korunan bu çalışma, üç yıl kadar devam etti. İslâmî hareketin bu aşaması tehlikeler ve zorluklarla çevrili idi.

Hz. Peygamber’in (s.a.a) çağrının bu aşamasında uyguladığı yöntemlerden biri bağlılarının seçimini kabile, coğrafî yer ve yaş bakımından çeşitlendirmekti. Böylece ilâhî risaletin yaygın karakterini gözler önüne sermeyi ve toplumun mümkün olan en uç noktasına kadar çağrısının yayılmasını garanti etmek istiyordu. Peygamberliğin başlangıcında çağrısına toplumun mustazaf/zayıf bırakılmış unsurları ile yoksul insanlar olumlu karşılık verdi.

Kureyş kabilesinin zorba şefleri, bu ilâhî misyonun önemini ve kendilerine yönelik tehlikesini hissetmediler. Bu işin birtakım öteden beri görülen, eskimiş kehanetleri ve köhnemiş düşünceleri aşmayacağını sandılar. Bu hafife alma yaklaşımın sonucu olarak, bu çağrıya karşı şiddetli bir mücadeleye girişip ona beşiğinde son vermeyi düşünmediler.

Bu kısa süre zarfında Hz. Peygamber (s.a.a) çağrısına inananlardan aktif unsurlar oluşturmayı başardı. Bu unsurlar çağrının değerlerini insanlara aktarmak üzere üzerlerinde taşıyorlardı. Bunlar dinlerine son derece düşkün ve imanları son derece kesin kimselerdi.

 

Akrabaları Uyarma Dönemi

İslâm’ın haberinin Arap Yarımadası’nın her tarafına yayıldığı ve iman eden grubun mücadeleye girişecek bir moral yüksekliğine eriştiği zaman gelince, genel ilân aşamasına geçilmesi gerekmişti. Bu aşamanın ilk adımı, kabile bağlılığının egemen olduğu bu toplumda yakın akrabaları uyarmaktı. Bütün insanları uyarmadan önce onları uyarmanın önceliği vardı. Nitekim yüce Allah’tan: “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” emri gelmişti.24

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) en yakın akrabalarını bir toplantıya çağırarak onlara peygamberlik görevini, bu misyonun amacını ve geleceğini açıkladı. Yakın akrabalar arasında kendilerinden hayır umulan ve iman etmesi ümit edilen kimseler vardı. Karşıtlığını ve isteksizliğini açıkça ilân ederek baş kaldıran bir Ebu Lehep oldu ise de, Hz. Peygamber’i (s.a.a) desteklemeyi ve risaletini korumayı kabul eden bir Ebu Talip (s.a) de oldu.

Rivayet edildiğine göre yakın akrabaları uyarma direktifini içeren ayet inince, Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’ye yemekli bir toplantı hazırlamasını emretti ve aşiretini toplantıya çağırdı. Çağrılanlar kırk kişi idi. Hz. Peygamber (s.a.a) konuşmaya başlayacağı sırada Ebu Lehep lakabı ile tanınan amcası Abduluzza sözünü kesti, tebliğe ve uyarmaya devam etmekten kaçınmasını istedi. Böylece Hz. Peygamber’in bu toplantıyı düzenlemekteki amacını gerçekleştirmesini engelledi ve toplantı dağıldı. Ertesi gün Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’ye verdiği emri ve aşiretine yönelik toplantı çağrısını yineledi. Yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.a) hemen söze başlayarak şu konuşmayı yaptı:

“Ey Abdulmuttalip oğulları! Allah’a yemin ederim ki, ben Arap gençleri arasında benim size getirdiğim bu mesajdan daha hayırlısını getiren birini bilmiyorum. Ben size dünyanın ve ahiretin hayrını getirdim. Yüce Allah bana sizleri O’na çağırmamı emretti. Aranızdan hanginiz bu konuda bana iman edecek ve beni destekleyecek olursa o benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olacaktır.”

Hepsi sustu, Hz. Ali hariç. O hemen ayağa fırladı ve: “Ey Allah’ın Resulü, Allah’ın sana gönderdiği mesaj konusunda ben senin vezirin, destekleyicin olurum.”dedi. Hz. Peygamber (s.a.a) ona oturmasını emretti ve çağrısını tekrarladı. Yine Hz. Ali’den başka ona cevap veren olmadı. Hz. Ali, onun çağrısını bir kere daha olumlu karşılayarak desteğini ve yardım vaadini ilân etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) toplantıda bulunan akrabalarına dönerek şöyle dedi: “Bu, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifemdir. Sözünü dinleyin ve ona itaat edin.”Hz. Peygamber böyle deyince toplantıya katılanlar hemen ayağa kalkarak toplantı yerini terk ettiler. Dağılırken Ebu Talib’e: “Yeğenin sana oğlunun sözünü dinleyip ona itaat etmeni emretti.” diyerek onu alaya aldılar.25

 

Yaygın Mücadele Dönemi

Haşimoğulları’na yapılan yeni dine girmeleri ile ilgili çağrı, Arap kabileleri üzerinde derin bir etki meydana getirmiş, geniş çaplı tartışmalara yol açmıştı. Hz. Peygamber’in ilân ettiği ve bazılarının iman ettiği peygamberlik hareketinin doğruluğunu ve ciddiyetini iyice anlamışlardı.

Çağrının başlangıcından itibaren üç -veya beş- yıl geçince ilâhî risaleti açıkça ilân etmesi ve genel uyarı kampanyası başlatması yolunda Hz. Peygamber’e ilâhî bir emir geldi. Böylece mesele gözlerden uzak şekilde gerçekleştirilen ferdî ilişki biçiminden çıkacak ve Hz. Peygamber herkesi İslâm risaletine ve tek Allah’a iman etmeye çağıracaktı. “O hâlde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme! Şüphesiz, alay edenlere karşı biz sana yeteriz.”26

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) mutlak bir güven ve köklü bir azim içinde bütün şer ve şirk güçlerine meydan okuyarak Allah’ın emrini haykırmak için harekete geçti. Safa tepesine çıkarak her tarafa yaptığı yüksek sesli bir çağrı ile Kureyşlilere seslendi. Hepsi etrafında toplandı. Arkasından onlara dedi ki: “Eğer size: ‘Bu sabah veya akşam düşman size saldıracak.’ deseydim bana inanır mıydınız?”Kureyşliler bu soruya: “Evet.” cevabını verdiler. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber: “Öyleyse (bilin ki) ben, sizleri önünüzde bekleyen şiddetli bir azap konusunda uyaran biriyim.”deyince Ebu Leheb hemen ayağa fırlayarak Hz. Peygamber’e: “Bugün sana hüsranlı bir gün olsun, bunun için mi topladın bizi?” karşılığını verdi. Bunun üzerine yüce Allah: “Ebu Leheb’in elleri kurusun, kurudu da…” diye başlayan Leheb Suresi’ni indirdi.27

Hz. Peygamber’in bu haykırışı, Kureyşlileri ürküten bir uyarı idi. Çünkü bütün inançlarına yönelik bir tehdit ve Peygamber’in (s.a.a) emrine karşı çıkmalarının akıbetine dönük bir uyarı ve sakındırma niteliği taşıyordu

Bu dönem zarfında Arap olan ve olmayan epeyce sayıda kişi İslâm’a girdi. Bunların toplamı kırk kişiye ulaştı. Kureyşliler ise ilk başta barışçı yöntemlerle bu dinin önünü kesmeyi denemek istediler. Fakat Ebu Talip onların bu teklifini güzel bir şekilde reddetti. Ret cevabını alan Kureyşliler Hz. Peygamber’in (s.a.a) yanından ayrılıp gittiler.28

 

Ebu Talib’in Hz. Peygamber’i ve Risaleti Savunması

Hz. Peygamber (s.a.a) hiç duraksamadan İslâm risaletini yaymaya devam etti. Bunu gören Kureyşlilerin öfkesi kabarmaya başladı. Bu yeni akımı, yani İslâm’ı durdurmanın, hatta ona son vermenin yollarını bulmaya çalıştılar. Gayretlerini Ebu Talip üzerinde yoğunlaştırmayı sürdürdüler. Bu uğurda ellerindeki bütün kozları kullandılar. Kimi zaman Hz. Peygamber’i çağrısından vazgeçmeye, dininden dönmeye ikna etmesini istediler. Kimi zaman da tehdit ve korkutma silâhına başvurdular.

Bu şartlar altında Haşimoğulları’nın önderi olan Ebu Talip, Kureyş kabilesinin kesin kararını ve amcasının oğlu ile genç risaletini yok etmek için her yola başvurmaktan çekinmeyeceklerini anlayınca, ortamı yumuşatmayı ve Kureyşlilerin öfkesini dindirmeyi denedi. Bu amaçla amcasının oğlu ile birlikte bu gerginliği giderecek bir tutum arayışına girdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) şartlar ve sonuçlar ne olursa olsun, yüce Allah’ın emirlerini uygulamak için İslâm risaletini tebliğ etmeyi sürdürmekte ısrarlı olduğunu dile getirerek şöyle dedi: “Amca, bu adamlar bu davadan vazgeçmem için sağ elime güneşi ve sol elime ayı bile koysalar bu işten vazgeçmem. Ya bu davayı Allah zafere ulaştıracak veya ben onun uğrunda yok olacağım.”

Bu sözlerin sonunda Hz. Peygamber’in mübarek gözleri doldu ve gözlerinden yaş akmaya başladı. Arkasından da gitmek üzere ayağa kalktı. Amcasının oğlunun davasının doğru olduğunu bilen ve ona inanmış olan Ebu Talip bu manzaradan çok etkilendi ve şöyle dedi: “Git, ey amcam oğlu, istediğini söyle. Vallahi seni asla hiçbir şey için teslim etmem.”

—————————————————————–

1- Nehcu’l-Belâğa, hutbe: 89

2- İmtau’l-Esma, s.3.

3- es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.128

4- Biharu’l-Envar, c.15, s.345; el-Menakıb, İbn Şehraşub, c.1, s.24; es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.149

5- es-Siretu’n-Halebiyye, c.1, s.105

6- es-Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.168

7- Menakıb-u Âl-i Ebi Talip, c.1, s.35; Tarih-i Yakubî, c.2, s.14

8- Siret-u İbn Hişam, c.1, s.194; es-Sahih Min Sireti’n-Nebiyyi’l-Âzam, c.1, s.91–94

9- el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.3, s.293; Şerh-u Nehci’l-Belâga, İbn Ebi’l-Hadid, c.14, s.129, 283

10- Tarih-i Yakubî, c.1, s.17

11- Siret-u İbn Hişam, c.1, s.142

12- Biharu’l-Envar, c.16, s.22; Keşfu’l-Gumme, c.2, s. 134 Cenabizî’nin Maalimu’l-İtre adlı eserinden naklen; es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.132

13- el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.2, s.296; es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.136

14- Biharu’l-Envar, c.16, s.22

15- es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.137

16- Hâkim Nişaburî şöyle der: “Fatıma bint-i Esed’in Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib’i Kâbe’nin içinde doğurduğunu ifade eden rivayetlerin sayısı oldukça fazladır.” el-Müstedrek Ala’s-Sahihayn, c.3, s.483

17- el-Fusulu’l-Muhimme, İbn Sabbağ, s.13

18- Nehcü’l-Belâğa, 192. hutbe, Kasıa hutbesi.

19- Nehcü’l-Belâğa, 192. hutbe

20- Kalem, 4

21- Alak, 1-5

22- es-Siretu’n-Nebeviyye, İbn Hişam, Erkeklerden İlk İslâm Getirenin Ali b. Ebu Talip Olduğu Bab, c.1, s.245

23- Usdu’l-Gabe, c.4, s.18; Hilyetu’l-Evliya, c.1, s.66; Müstedreku’l-Hâkim, c.3, s.112

24- Şuarâ, 214

25- Bu hadis birçok kaynakta rivayet edilmiştir. Nitekim birbirine yakın ifadelerle şu eserlerde de mevcuttur: Tarih-i Taberî, c.2, s.404; es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.460; Hayat-u Muhammed, Muhammed Hasan Heykel, s.104.

26- Hicr, 94–95

27- Menakıb, c.1, s.46; Tarih-i Taberî, c.2, s.403

28- Siret-u İbn Hişam, c.1, s.264–265; Tarih-i Taberî, c.2, s.406

Ehlader Araştırma Bölümü

0
Would love your thoughts, please comment.x