Bilindiği üzere Ehlibeyt (a.s) mektebinin imâmet konusunda ileri sürdüğü en önemli delillerden ve nass’lardan birisi Gadîr-i Hûm hadisidir. Bu hadis Sünnî kaynaklarda da geniş bir şekilde nakledilmiştir. Ancak birçok Sünnî âlim, Ehlibeyt mektebinin bu hadisten imâmet konusunda çıkardığı sonucu kendilerine göre çürütmek için çeşitli yollara başvurmuşlardır.
Bazıları hadisin senedinde sorun olduğunu ileri sürmüş, bazısı sahih olsa bile mütevâtir olmadığını iddia etmiş, bazısı tarihî açıdan doğru olamayacağını, zira o sırada Hz. Ali’nin (a.s) Yemen’de olduğunu ispatlamaya çalışmış, bazısı ise bu yolla istediği sonuca varamayacağını görünce hadisin müfredâtını (mevlâ kelimesi gibi) kendi istekleri doğrultusunda te’vil etmeye kalkışmış, bazısı ise hadisin bazı bölümlerini kabul, bazısını reddederek amacına ulaşmayı yeğlemiş, bazısı ise hadisi bir yana bırakmış, hadisin dışında bazı dayanaklara dayanarak hadisin doğru olamayacağını veya ondan çıkarılan sonucun yanlış olduğunu ispatlamaya uğraşmışlardır.
Biz inşallah bu yazıda önce bu olayı ve onunla ilgili hadisi sadece Sünnî kaynaklara dayanarak[1]kısaca nakledip daha sonra Sünnî âlimlerin yukarıda bahsettiğimiz itirazlarını teker teker ele alıp detaylı bir şekilde inşallah cevaplamaya çalışacağız.
Önce Ehlisünnet kitaplarında Gadîr-i Hûm‘la ilgili rivayetlerin bazısını nakledip asıl mevzuumuza geçeceğiz. Elbette bu konudaki rivayetlerin hepsini nakledip tahlil etmek bizim konumuzu aştığı için daha detaylı ve kâmil bilgi isteyen kardeşlerimize iki değerli eseri tavsiye ediyoruz. Arapça bilen kardeşlere Merhum Allâme Emînî’nin dev eseri el-Gadîr’in 1. cildine, Arapça bilmeyen kardeşlere ise, Abdulkadir Çuhacıoğlu kardeşimizin değerli eseri el-Hasâis kitabının tercüme ve şerhindeki Gadîr Hadisleri bölümüne müracaât etmelerini tavsiye ediyoruz.
1. İmam Ahmed b. Hanbel’in(Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî el-Mervezî (ö. 241/855) Müsned adlı kendi eserinden naklen: “Abdullah bize babasından, o da Affân’dan, o da Hammâd b. Seleme’den, o da Ali b. Zeyd’den, o da Adiy b. Sâbit’ten, o da Berâ’ b. Âzib’ten şöyle nakletmiştir:
‘Biz, bir yolculukta Resûlullah (s.a.a) ile birlikteydik. Gadîr-i Hûm denen yerde konakladık. Hepimizin toplanması için çağrı yapıldı. İki ağacın altı Allah Resûlü için temizlendi. Allah Resûlü öğle namazını kıldıktan sonra Ali’nin elini tuttu ve şöyle buyurdu: “Acaba benim her Mü’mine kendi nefsinden daha evlâ olduğumu (üzerinde velâyet ve tasarruf hakkına sahip olduğumu) bilmiyor musunuz? (Müslümanlar) ‘Evet biliyoruz’ dediler. Bunun üzerine Ali’nin elini tuttuğu hâlde şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlâsı isem, Ali onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol.” Sonra Ömer (Ebû Hafs Ömer b. el-Hattâb b. Nüfeyl b. Abdiluzzâ el-Kureşî el-Adevî (ö. 23/644) Ali’nin karşısına geçip ona şöyle dedi: “Ne mutlu sana ey Ebû Talib’in oğlu, her Mü’min erkeğin ve her Mü’mine kadının mevlâsı oldun.” Bu hadis Müsned-i Ahmed b. Hanbel’de takriben on beş yerde ve bazı yerde birkaç senetle nakledilmiştir ki biz bir tanesiyle yetiniyoruz.[2]
Hâkim Nişâbur-i (Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed el-Hâkim en-Nîsâbûrî (ö. 405/1014) Müstedrek-üs Sahihaynkitabında Gadîr hadisini hemen hemen aynı muhtevayı taşıyan değişik tabirlerle ve kitabının muhtelif yerlerinde nakletmiştir. Örneğin şöyle diyor: “Ebû-l Hüseyin Muhammed b. Ahmed b. Temîm Hanzalî bize Bağdat’ta, Ebû Kilâbe Abdulmelik b. Muhammed er-Rakkâşî’den, o da Yahyâ b. Hammâd’dan, o da Ebu Bekir Muhammed Ahmed b. Babeveyh ve Ebu Bekir Ahmed b. Cafer-il Bezzaz’dan, o ikisi de Abdullah b. Ahmed b. Abdullah’tan, o da babasından, o da Yahya b. Hammad’dan; yine bize Ebû Nasr Ahmed b. Sehl (Buhâr’a Fakihi), Salih b. Muhammed (Hafız Bağdadî)’den, o da Halef b. Sâlim Mahremî’den, o da Yahyâ b. Hammâd’dan, o da Ebû Avâne’den, o da Sabit’ten, o da Ebû Tufeyl’den, o da Zeyd b. Erkâm’dan şöyle nakletmiştir: “Allah Resûlü (s.a.a) Vedâ Haccı’ndan dönerken Gadîr-i Hûm denen yerde indiğinde, diken ağaçlarının altının süpürülüp temizlenmesini emretti. (İnsanlar yerleştiğinde) şöyle buyurdu: “Öyle gözüküyor ki ben Allah tarafından kendi indine çağırılmışım ve ben de icabet etmişim (vefatım yaklaşmıştır). Hiç şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır-paha biçilmez emanet bıraktım. Onlardan biri diğerinden daha büyüktür, Allah’ın kitabını (Kur’ân’ı) ve İtretim’i (Ehlibeyt’imi). Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksınız? Şüphesiz onlar, (Kevser) havzu başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.” Sonra şöyle devam ettiler: “Muhakkak ki Allah Azze ve Celle benim mevlâmdır, ben de her Mü’minin mevlâsıyım.” Sonra Ali’nin elinden tuttu ve şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlâsı isem, bu (Ali) de onun velisidir. Allah’ım onu seveni sev, ona düşmanlık besleyene düşman ol…” Ve hadisi sonuna kadar zikretmiştir. Bu hadis Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim‘in şartlarına göre sahihtir. Ama onlar hadisi sonuna kadar nakletmemişlerdir.”[3] Evet Sahîh-i Müslim‘de bu hadisin sadece bir bölümü nakledilmiştir.
Hâkim Nişâburî, bu hadisi naklettikten sonra aynı hadisi başka senetlerle de nakletmektedir; ancak o nakillerde, hadiste “Ben kimin mevlâsıysam, bu (Ali) de onun velisidir” cümlesinden önce şu ilave de mevcuttur: “Sonra üç defa buyurdu: “Benim Mü’minlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğumu biliyor musunuz?” “Evet” diye cevap verdiklerinde şöyle devam etti: “Ben kimin mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır.”[4]
İbn-i Mâce (Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd Mâce el-Kazvînî (ö. 273/887) kendi Sünen’inde şöyle yazıyor: “Ali b. Muhammed bize Ebû-l Hüseyin’den, o da Hammâd b. Seleme’den, o da Ali b. Zeyd b. Ced’ân’dan, o da, Adiy b. Sâbit’ten, o da Berâ’ b. Âzib’ten şöyle rivayet etmiştir: “Allah Resûlü’nün yaptığı hacda, biz de onunla birlikteydik. Yolun bir yerinde inip insanların toplanmasını emretti ve Ali’nin elinden tutarak şöyle buyurdu: “Ben Mü’minlere onların kendilerinden daha evla değil miyim?” “Evet” dediklerinde şöyle devam etti: “Ben her Mü’mine kendi nefsinden daha evla değil miyim?” Yine “Evet” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bu (Ali), ben kimin mevlâsı isem onun velisidir. Allah’ım, onu seveni sev; Allah’ım, ona düşman olana düşman ol”[5] Tirmizî’de (Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (Yezîd) et-Tirmizî (ö. 279/892) aynı manayı içeren bir rivayeti kendi Sünen’inde nakletmiştir.[6]
Önceden değindiğimiz gibi Ehlibeyt mektebi, diğer birçok aklî ve naklî delilin yanı sıra, Gadîr Hadisidiye meşhur olan bu hadisi de Hz. Emir’ul-Mü’minin Ali’nin (a.s) Reslûllah’tan (s.a.a) sonra ilk halife olması gerektiğine güçlü bir delil ve nass olarak görmektedir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi Ehli Sünnet âlimleri çeşitli açılardan buna karşı çıkmış ve Şia’nın bu hadisten çıkardığı sonucu çürütmeye çalışmışlardır. Biz bu makalede bu itirazları sırasıyla ortaya koyup cevaplamaya çalışacağız inşallah:
1. Sünnî âlimlerden bir kısmı bu hadisin senetlerinin doğru olmadığını, bir kısmı ise senedi doğru bile olsa mütevâtir olmadığını ileri sürerek onu gölgelemeğe çalışmışlardır. Örneğin Kadı Azududdin ÎcîMevâkıf kitabında şöyle diyor: “Biz bu hadisin sahih olduğunu inkâr ediyoruz. Onun zaruri (mütevâtir) olduğunu söylemek ise delilsiz bir iddiadır. Hadis erbabının çoğusu onu nakletmediği hâlde nasıl mütevâtir olabilir?”[7]
İbn-i Hacer Heysemî (Ebü’l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Muhammed el-Heytemî es-Sa‘dî (ö. 974/1567) ise şöyle diyor: “Şia, imâmet için getirilen delillerin mütevâtir olması gerektiğinde müttefiktir. Oysa bu hadisin mütevâtir olmadığı malumdur. Zira hadisin sahih olup olmadığı ihtilaflıdır ve hadisin sahihliğine itiraz edenlerden bir kısmı hadis ilminin öncülerinden sayılmaktadırlar; Ebû Dâvud Sicistanî (Ebû Dâvûd Süleymân b. el-Eş‘as b. İshâk es-Sicistanî el-Ezdî (ö. 275/889), Ebû Hâtim Râzî (Ebû Hâtim Ahmed b. Hamdân b. Ahmed er-Râzî el-Versinânî (ö. 322/933-34) gibi. Demek ki bu hadis ahad bir hadistir ve sahihliğinde ihtilaf edilmiştir.”[8] İbn-i Hazm (Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm el-Endelüsî el-Kurtubî (ö. 456/1064) ve Teftâzânî (Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Fahriddîn Ömer b. Burhâniddîn Abdillâh el-Herevî el-Horâsânî et-Teftâzânî (ö. 792/1390) de benzer şeyler söylemişlerdir.[9]
Cevap: Bize göre tarih ve hadisten az buçuk haberdar olan bir kimse için, bu eleştirinin hiçbir sağlam dayanağının olmadığı ve taassup ve önyargıdan kaynaklandığı açıktır. Yoksa bu hadisi inkâr, sofistlerin hissiyatı inkâr etmesi veya İslâm tarihinin meşhur olaylarını (Bedir, Uhûd savaşları gibi) inkâr etmek gibi bir şeydir. Bizim amacımız bu konuyu bir makaleye sığdırmak olduğu için, detaylara girmeden, hadisin senet ve kaynaklarıyla ilgili genel ve kaba bilgiler vereceğiz. Daha geniş ve detaylı bilgi isteyenler şu kaynaklara başvurabilirler:
a) el-Gadîr (Allâme Emînî)
b) Abekât-ül Envâr (Mîr Hâmid Hüseyin)
c) İhkâk-ul-Hakk (Şehid Kâdî Nurullah Şuşterî)
d) el-Hasâis Şerhi (A. Çuhacıoğlu) Kevser Yayınları.
İhkâk-ul-Hakkkitabında Gadîr Hadisi’nin mütevâtir olduğunu itiraf eden 14 büyük Sünnî âlimin isimleri verilmektedir; ezcümle, Suyûtî, Cezrî, Celâleddin Nişâbûrî, Türkmanî, Zehebî…”[10] İbn-i Hazm da aynı şeyi söylemiştir.[11]
Merhum Allâme Emînî, büyük Sünnî âlimlerden, Gadîr Hadisi’nin çeşitli tarik ve senetlerinin sahihliğine itiraf eden 43 kişinin isimlerini kaynaklarıyla birlikte vermiştir; ezcümle; Sa’lebî, Vâhidî, Fahrettin Râzî, Suyûtî, Kâdî Şevkânî ve…[12]
Yine otuz Sünnî müfessirin adını veriyor ki hepsi tebliğ ayetinin Gadîr-i Hûm olayında indiğini ve Gadîr Hadisi’yle alakalı olduğunu kabul etmişlerdir. (Tirmizî, Tahavî, Hâkim Nişâbûrî, Kurtubî, İbn-i Hacer Askalânî ve …)
Tebliğ âyeti şudur: “Ey Resûl, sana indirileni tebliğ et! (İnsanlara ulaştır) ve eğer bunu yapmazsan peygamberliğini tebliğ etmemiş gibi olursun. Ve Allah seni insanlardan koruyacak.” (Mâide, 67)[13]
İhkâk-ul Hakkkitabında ise Gadîr Hadisi, Ehlisünnet ‘in elli muteber kaynağından nakledilmiştir. Ezcümle: Sünen-ül Mustafâ, Müsned-i Ahmed, Hasâis-i Nesâî, İkd-ul Ferîd, Hilyet-ül Evliyâ…[14]
Şimdi Merhum Allâme Emînî’nin eserine dayanarak büyük Sünnî âlimlerden bazılarının Gadîr hadisi hakkındaki görüşlerini aktarmaya çalışacağız:
Ziyâüddin Mukbilî: “Eğer Gadîr Hadisi kat’î değilse, demek ki dinde kat’î olan hiç bir şey yoktur.”
İmâm Gazâlî: “Müslümanların cumhuru, Gadîr hadisinin metni üzerinde icmâ’ etmişlerdir.” sözüne itibar edilmeyecek.
Bedahşî: “Sözüne itibar edilmeyecek mutaassıp ve inkârcı kimsenin dışında, Gadîr hadisinin doğruluğunda kimse tereddüt etmez.”
Âlûsî: “Gadîr hadisi bizim yanımızda sabit olan sahih bir hadistir ve hiçbir sakıncası yoktur. Hem Resûlullah’tan (s.a.a) hem de Hz. Ali’den mütevâtir bir şekilde nakledilmiştir.”
Hâfız İsfahânî: “Gadîr hadisi yüz sahabî tarafından nakledilen sahih bir hadistir ki Aşere-i Mübeşşere de onların içindedir. Hâfız Sicistânî onu 120 sahabîden ve Hâfız İbn-ül Âlâ Hemedânî ise 150 sahabîden nakletmişlerdir.”[15]
Hâfız İbn-i Hacer Askalânî, Tehzîb-üt-Tehzîb kitabında, Gadîr hadisinin bazı tariklerini ve bazı râvilerini açıkladıktan sonra şöyle diyor: “İbn-i Cerir Taberî Gadîr hadisinin senetlerini tek kitapta toplamış ve onun sahih bir hadis olduğuna hükmetmiştir. Ebû-l Abbâs İbn-ül-Ukde de bu hadisi 70 veya daha fazla sahabîden nakletmiştir.”[16]
Yine Sâhih-i Buhârî‘nin şerhi olan Feth-ül Bârî kitabında şöyle diyor: “Ben kimin mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır” hadisini, Tirmizî ve Nesâî gibileri nakletmiştir. Bu hadisin çok fazla senet ve tarikleri vardır ki bunların hepsini İbn-i Ukde müstakil bir kitapta bir araya toplamıştır. Bu tarik ve senetlerin çoğusu sahih veya hasendir.
İmâm Ahmed b. Hanbel’den bize şöyle nakledilmiştir: “Hz. Ali’nin faziletleri hakkında bize nakledildiği kadar hiçbir sahabî hakkında (fazilet) nakledilmemiştir.”[17]
Kundûzî’yi Hanefî, Gadîr hadisini muhtelif senetlerle ve muhtelif kaynaklardan naklettikten sonra şöyle diyor: “Meşhur tarih Sahibi Muhammed b. Cerir Taberî, Gadîr hadisini 75 tarikten nakletmiş ve bu konuda el-Vilâye isimli bir kitap yazmıştır.
Yine Ebû-l Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Said b. Ukde, yazdığı müstakil bir kitapta bu hadisi 150 tarikten nakletmiştir.”[18]
Hâfız Muhammed b. Muhammed b. El-Cezrî ed-Dimeşkî,Münâşede hadisi diye meşhur olan Hz. Ali (a.s)’ın Gadîr hadisi ile ettiği ihticâcı naklederken şöyle diyor: “Bu hadis hasen bir hadistir ve bu rivayet (münâşede) mütevâtir bir şekilde Hz. Ali (a.s)’dan nakledilmiştir. Nasıl ki Gadîr hadisi de mütevâtir bir şekilde Hz. Resûlullah’tan nakledilmiştir. Birçok grup onu başka birçok gruptan nakletmişlerdir. Dolayısıyla bu hadisi taz’if edenlerin sözüne itina edilmemelidir; zira onların esasen hadis ilminden doğru düzgün haberleri yoktur.”[19]
Gerçi “Buhâri” ve “Müslim” bu hadisi tümüyle sahihlerinde nakletmemişlerdir. (Sadece Müslim, kısa bir bölümünü Zeyd b. Erkâm’dan nakletmiştir.) Fakat bu, Gadîr hadisinin sağlamlığına halel getirmez; zira bu iki kitapta nakledilmediği halde, hatta Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahih olan onlarca hadis gösterilebilir. Bundan dolayı da onlara kaç tane Müstedrek yazılmıştır ki Hâkim Nişâbûrî’nin Müstedrek‘i bunların en genişidir. Kaldı ki bütün sahih hadisler, sadece Buhârî ve Müslim’de bulunanlardan ibaret olsaydı, o zaman başka Sihâh kitapların yazılmasına gerek kalmazdı. Oysa onlardan sonra yazılan birçok Sihâh ve Sünen kitapları vardır. Evet, hiçbir münsif âlim veya araştırmacı yoktur ki Buhârî ve Müslim’le kendisini başka kitaplardan müstağni görsün. Hatta Buhârî ve Müslim’in kendileri de, kitaplarında topladıkları hadislerin sahih olduğunu, ama bütün sahih hadislerin onlardan ibaret olmadığını ve başka birçok sahih hadisi, bazı nedenlerden dolayı kitaplarına almadıklarını açıkça itiraf etmişlerdir.[20]
Buna ilaveten Merhum Allâme Emînî, Gadîr hadisini Buhârî ve Müslim’in hadis hocalarından sayılan 29 kişiden nakletmiştir.[21]
Ne kadar ilginçtir ki Gadîr hadisine bu eleştiriyi getiren İbn-i Hacer bile kitabında şöyle yazmaktadır: “Gadîr hadisi hiçbir şüphe götürmeyecek sahih bir hadistir ki Tirmizî, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel gibi âlimler, onu çeşitli senetlerle nakletmişlerdir; bu cümleden 16 sahabî onu nakletmiştir. Hatta Ahmed b. Hanbel sahabeden otuz kişinin duyduğunu ve naklettiğini ve Hz. Ali’nin hilâfetinde ihtilaf çıktığında bu hadisi duyduklarına şehadet etmişlerdir.”[22] Aynı kitabın bir başka yerinde yine şöyle diyor: “Gadîr hadisini, sahabeden otuz kişi Resûlullah (s.a.a)’den nakletmişlerdir ve onun senetlerinin çoğusu sahih veya hasendir.[23]
Demek ki İbn-i Hacer gibi hadisin sıhhatini eleştirenlerin bile kendi söylediklerine inanmadığını itiraf etmekte ve aynen şöyle yazmaktadır: “Hadisin sıhhatini reddedenlerin sözüne itina edilmemelidir.”[24]
Muâsır yazarlardan da birçoğu Gadîr hadisini kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Ahmed Zeynî Dehlân, Muhammed Abduh, Abd-ül Hâmid Alûsî, Ahmed Ferid Rıfâî, Ömer Farrûh gibi…[25]
Son olarak şunu da hatırlatmak gerekir ki Şia’nın imâmet de dâhil itikadî konularla ilgili hadislerde mütevâtir olmayı ve kesinliği şart koşması doğrudur. Ve Gadîr hadisi Şia kaynakları açısından mütevâtir ve kat’idir. Hatta Ehlisünnet âlimlerinden birçoğunun da kendi kaynaklarındaki nakilleri dikkate alarak bu hadisin mütevâtir olduğunu itiraf ettiklerine daha önce değinmiştik. Ancak şunu bilmek gerekir ki hatta bu tevâtür söz konusu olmasaydı dahi Ehlisünnet’in bu açıdan Şia’ya itiraz hakkı yoktu. Zira onlar, imâmeti Usûl-i Din’den değil Furû-i Din’den saydıkları için, hadisin senedinin sahih olmasını yeterli görüyorlar; dolayısıyla hadisin mütevâtirliğini onlara ispat etme mecburiyetinde değiliz.
2. Gadîr hadisi hakkına ortaya atılan ikinci eleştiri ve itiraz, Kâdı Azudduddin’in de yazdığı gibi şudur ki Vedâ Hacc’ı sırasında Hz. Ali Mekke’de değil Yemen’deydi böyle bir durumda, bu hadis onun hakkında nasıl doğru olabilir?[26]
Cevap: Bu eleştiri de yine bizzat Sünnî âlimlerinin birçoğu tarafından reddedilmiştir. Örneğin Seyyid Şerif Curcânî, Îcî’nin Mevâkıf kitabını şerh ederken, onun yukarıdaki sözünü naklettikten sonra şöyle diyor: “Bu görüş ve eleştiri reddedilmiştir. Zira faraza Ali’nin Gadîr-i Hûm‘da bulunmaması, Gadîr hadisinin sıhhatini zedelemez. Çünkü gerçi bu hadisin bazı nakillerinde Resûllullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’yi (a.s) yanına çağırdığı ve elini yukarıya kaldırdığı gibi cümleler yer almaktadır, ancak birçok nakilde de bu cümleler yer almamaktadır.”[27]
İbn-i Hacer ise bu eleştirinin cevabında şöyle demektedir: “Gadîr hadisini sahih bilmeyen veya Hz. Ali’nin o sırada Yemen’de olduğunu iddia ederek Gadîr hadisini gölgelemeye çalışanın sözüne itibar edilmez. Zira Hz. Ali’nin Yemen’den döndüğünü ve haccı Resûlullah’la birlikte yerine getirdiği sabittir.”[28]
Gerçi Hz. Ali’nin Yemen’den döndüğü ve Vedâ Haccı’nda Resûlullah’la birlikte hac yaptığı tarihi açıdan kesindir, ancak yine de merak edenlerin merakını gidermek için bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyan bir kaç meşhur Sünnî kaynağın ismini vermek istiyoruz. Taberî Tarih‘inde (c.2, s.205), İbn-i Kesîr el-Bidâyet-u ven-Nihâye isimli kitabında (c.2, s.184, aynı cildin 132. sayfasında da Hz. Ali’nin (a.s) Yemen’den dönüşünü çeşitli kaynaklara dayanarak vermiştir), İbn-i Esîr El-Kâmil kitabında (c.2, s.302).
3. Gadîr hadisi hakkında Sünnî âlimlerin ileri sürdükleri diğer bir eleştiri ve itiraz (belki de en önemli ve yaygın olanı), hadiste bulunan “mevlâ” kelimesiyle ilgilidir. Lügat kitaplarında bu kelime için birçok mana zikredilmiştir; evlâ, yardımcı, amcaoğlu,komşu, sözleşen, köle âzâd eden ve… Şia âlimleri birçok şâhid ve karineye dayanarak (ki bunları ileride göreceğiz inşallah) bu kelimenin evlâ ya da başka bir tabirle velâyet sahibi, velî ve yönetici anlamına geldiğini söylemektedir. Bazı Sünnî âlimleri ise bunu dost veyayardımcı anlamına tutmuş, buna gerekçe olarak da hadisin devamında geçen, “Allah’ım, onu seveni sev ona düşman olana düşman ol; ona yardımcı olana yardımcı ol, onu yalnız bırakanı, yalnız bırak” şeklindeki duayı göstermişlerdir. Yine evlâ manasına olamaz, zira Arapça‘da “mef’al” vezni, “ef’al” manasında kullanılmamıştır!” diyorlar.
Büyük ihtimalle bu sözü ilk olarak Fahrettin Râzî Nihâyet-ül Ukûl kitabında ortaya atmış, daha sonra da başkaları ondan alıp nakletmişlerdir. Örneğin Kâdı Azududdin Îcî, Mevâkıf kitabında şöyle diyor: “Gadîr hadisindeki “mevlâ” kelimesinden maksat yardımcıdır; zira ondan sonra gelen Allahumme vâli men vâlâhu duasında bu manada kullanılmıştır. Mevlâ kelimesinden evlâ manasının kastedilmiş olması doğru değildir; çünkü mef’al vezni, ef’al manasında kullanılmamıştır.[29]
İbn-i Hacer ise şöyle diyor: “Biz, mevlâ kelimesinin, Şia’nın kastettiği manada olduğunu kabul etmiyoruz. Zira hadisteki mevlâ kelimesinin manası yardımcıdır. Evet, bu kelime birçok manada kullanılmıştır: köle âzâd eden, âzâd olmuş köle, işlerde tasarruf hakkına sahip olan, yardımcı, sevilenve… Eğer hadiste mevlâ’yı sevilen anlamında kullanırsak, bu mana hem bize göre doğrudur hem de Şia’ya göre; zira Hz. Ali (a.s) hem bizim sevdiğimiz bir kimsedir hem de onların. Amamevlâkelimesininimâm anlamında kullanıldığı, ne şeriat açısından görülmüştür ne de lügat; şeriatta kullanılmadığı açıktır ve delile gerek yoktur, lügatte ise lügat âlimlerinden hiçbirisi mef’al vezninin “ef’al” manasında kullanıldığını söylememiştir.”[30]
Diğer Sünnî âlimlerinin çoğusu da benzer şeyleri tekrarlayıp durmuşlardır.
Cevap: Gerçi lügat kitaplarında 27’ye yakın mana, içinde evlâ kelimesi de olmak üzere mevlâ için nakledilmiştir; ancak bunların içerisinde asıl olan evlâ manasıdır. Merhum Allâme Eminînî, el-GadîrKitabında bu 27 mananın hepsini zikrettikten sonra, onların her birisinde bir türlü evleviyet (öncelik) yönünün olduğunu ve bu yüzden mevlâ kelimesinin onlarda kullanıldığını ispatlamaya çalışmıştır. Her halükarda böyle olsun veya olmasın mevlâ kelimesinin evlâ manasına kullanıldığı, İbn-i Hacer ve Îcî gibilerin iddiasının aksine kesindir. Onların kullanılmadığı iddiasının asılsızlığı o kadar açık ve yersizdir ki Çelebî Mevâkıf kitabına yazdığı haşiyesinde, Îcî’nin yukarıda naklettiğimiz sözünün altına şöyle dipnot düşmüştür: “Îcî’nin bu iddiası reddedilmiştir; zira mevlâ kelimesinin mütevellî, emir sahibi, tasarrufta evlâ olan (tasarruf etme önceliğine sahip olan) manalarında kullanıldığı Arap lügatinde yaygındır.
Ebû Ubeyde demiştir ki Kur’ân-ı Kerim’de “Bugün artık ne sizden ne de inkâr edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. O (ateş) sizin mevlânızdır” (Hadid, 15) âyetinde geçen mevlânızdırkelimesi, size evlâdır demektir.” Resulûllah’tan nakledilen “Hangi kadın ki mevlâ’sının izni olmadan nikâhlanırsa, nikâhı bâtıldır” hadisinde geçen mevlâ da kadına evlâ olan ve onun adına tasarruf ve yetki sahibi olan anlamındadır.
Şunu da belirtmemiz gerekir ki mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanılmasının manası şudur ki mevlâ, sıfat manası içeren bir isimdir, kendisi sıfattır demek değildir. Dolayısıyla “Eğer mevlâ, evlâanlamında ise, neden evlâ kelimesi yerinde kullanılamıyor?” itirazı da yersizdir.”[31]
Evet, Ebû Ubeyde’nin tespiti tamamen isabetlidir. Aksi taktirde ateşin diğer zikredilen anlamlarda mevlâ olması nasıl düşünülebilir?!
Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, dev eseri Ebekât-ül Envâr kitabının bir buçuk cildini, sadece bu konuya, yani mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanıldığını itiraf eden lügatçi ve âlimlerin görüşlerine ve onların güvenirliğini ortaya koyan belgelere ayırmıştır.[32] Merhum Allâme Emînî de Arap edebiyatının öncülerinden sayılan birçok âlimin bu gerçeği itiraf ettiklerini isimleri ve eserleriyle birlikte vermektedir; Ferrâ’, Sicistânî, Cevherî, Kurtubî, İbn-i Esîr ve…[33]
Ebû Ubeyde’nin sözlerinde de geçtiği gibi hadislerde de mevlâ kelimesi evlâ anlamında kullanılmıştır; örneğin şu hadisi birçok lügat âlimi şahit olarak göstermiştir: “Mevlâsının izni olmadan nikâhlanan kadının nikâhı bâtıldır.”[34] Görüldüğü gibi bu hadiste kadının mevlâsı, onun velisi ve onun adına tasarruf hakkına sahip olan anlamındadır.
İşte bu yüzden Sahîh-i Müslim‘de şu rivayet nakledilmiştir: “Köle kendi efendisine mevlâ diye hitap etmesin; zira mevlâ Allah’tır.”[35] Evet, asıl mevlâ (insanlar üzerinde söz sahibi ve tasarruf hakkına sahip olan), Allah-u Teâlâ’dır.
Zamanının Ezher şeyhi olan büyük âlim Merhûm Selim Bişrî de Merhûm Allâme Şerefuddin ile bu konuyu müzakere ettikten sonra mektubunda aynen şöyle yazıyor: “Ben yakin ediyorum ki Gadîr hadisinde geçen mevlâ kelimesi, sizin dediğiniz manada (evlâ) kullanılmıştır.”[36]
Şunu da ilave etmemiz gerekir ki Merhum Mîr Hâmid Hüseyn’in de dediği gibi İbn-i Hacer ve diğer bazılarının iddiasının aksine mevlâ kelimesi mahbûb (sevilen) anlamında meşhur ve muteber lügat kitaplarının hiçbirisinde nakledilmemiştir. Örneğin şu kaynaklara bakılabilir:
Sihâh-ül Lüga, Kâmûs-ul Lüga, Fâik En-Nihâye, Mecme-ul Bihâr, Tâc-ül Mesâdir, Müfredât-ül Kur’ân, Esâs-ül Belâğa, El-Mağrib, Misbâh-ül Münîr.”[37]
Bizce bunların hepsinden daha önemli olan şey, Allah Resûlü’nün (s.a.a) bu sözü dile getirdiğinde hangi manayı kastetmesi ve bunu duyan muhatapların o ortam ve şartlarda bu kelimeden ne anladıklarıdır. Bunu delil ve karineleriyle tespit ettikten sonra, hatta lügat ehli daha sonra mevlâ için bu manayı zikretmeselerdi dahi bizim amacımıza bir halel getirmezdi. Önemli olan sözü söyleyen ve bunu duyanların ondan neyi kastettikleri ve neyi anladıklarıdır.
Şimdi Allah’ın lütfuyla Resûlullah’ın ve muhataplarının bu kelimeden evlâ anlamını anladıklarını gösteren önemli karineleri açıklamaya çalışacağız.
a. Resûlullah (s.a.a)’in ashabından olan ve Gadîr-i Hûm‘da hazır bulunan şâir ve edip sahâbî Hassân b. Sâbit[38], Allah Resûlü’nün (s.a.a) okuduğu Gadîr hutbesinden sonra izin alıp bu olayı şiirleştirdi ve meâlen şu manalara şiirinde yer verdi:
Gadîr-i Hûm gününde seslendi nebileri
Kulak verip dinledi cümlesi o serveri
“Mevlânız kimdir?” dedi, “Ve de size peygamber?”
Sessiz kalan olmadı, haykırdılar beraber
“İlâh’ın mevlâmızdır, sen de bizim nebimiz
Velâyet karşıtına rastlamazsın şüphesiz
İşte o an seslendi: “Kalk ayağa ya Ali!
Benden sonra imamsın, sensin hidâyet yolu
Ben kime Mevlâ isem, velisi Ali onun
Onu gönülden sevin, ona sıdk ile uyun
Sonra “Allah’ım!” dedi, “Sev Ali’yi seveni
Ona düşman olanın düşmanı ol İlâhî!”
Merhûm Allâme Emînî, Hassân b. Sâbit’in bu şiirini Ehlisünnet’in 12 ve Ehlibeyt mektebinin 26 kaynağından nakletmiştir ki arzu edenler dipnotta verdiğimiz adrese müracaat ederek bu kaynakları görebilirler.[39]
b. Kays b. Sa’d b. Ubâde de bu konuyu şiirleştirmiştir ki şiirinin iki beyti şöyledir:
Ve Ali bizim imâmımızdır, başkasının da
İmamıdır, buna vahiy inmiştir
O gün ki Nebî dedi: Ben kime Mevlâ isem
Bu Ali’dir onun mevlâsı, ne güzel hutbeydi o!
Allâme Eminî bu şiiri de on iki kaynaktan nakletmiştir.[40]
c. Amr b. Âs da Hz. Ali’ye karşı beslediği onca kin, hased ve düşmanlığa rağmen, Muâviye ile arasında geçen bir zıtlaşma ve inatlaşma sırasında, Muâviye’yi kızdırmak için Hz. Ali’nin methinde uzunca bir kaside söylemiştir ki biz konumuzla ilgili birkaç beytini vermekle yetiniyoruz:
Gadîr-i Hûm günü minbere çıktı
Kafile dağılmadan, emri tebliğ eyledi
Ben size nefislerinizden daha evla değil miyim?
Evet dediler, ne istersen onu yap
İşte o zaman Mü’minlerin emirliğini Allah’tan taraf
Verdi Ali’ye; verdi ona halifeliği İlahi bir etâ olarak
Ve dedi ki: Ben kime Mevlâ idiysem, bugün
İşte bu Ali de onun velisidir; ne güzel veli!…
Amr b. Âs’ın bu şiirini de Allâme Emînî sekiz Sünnî ve Şii kaynaktan nakletmektedir.[41]
Allâme Emînî daha birçok Arap şâir ve edebiyatçısının ismini veriyor ki hepsi Gadîr hadisindeki “Mevlâ” kelimesinden “evlâ” manasını anlamışlardır.[42]
d. Hepsinden önemlisi, Hz. Ali (a.s)’ın kendisi Muâviye’ye yazdığı bir şiirinde aynı manayı dile getirmiştir ki bir beyti şöyledir:
Benim için kendi velâyetini size farz kıldı
Allah’ın Resulü, Gadîr-i Hûm Günü…
Bu şiiri de yine Merhûm Allâme Emînî, on bir Sünnî ve yirmi altı Şiî kaynaktan nakletmektedir.[43]
Görüldüğü gibi bu olayı bizzat yaşayan ve Arap edebiyatında zamanlarının önde gelen isimlerinden olan sahâbîler, mevlâ kelimesinden, evlâlık, velâyet ve tasarruf hakkı, imâmet ve halifelik gibi manaları anladıklarını şiirlerinde açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.
e. Yine bu iddiamızı teyit eden önemli karinelerden birisi de ashâbın, ezcümle Ebu Bekir ve Ömer’in aynı manayı anladıklarını tebriklerinde ortaya koymalarıdır ki bir çok kaynakta takriben şu manayı ifade eden cümlelerle Hz. Ali’yi tebrik etmişlerdir: “Ne mutlu sana, ne mutlu sana, ey Ebûtalib’in oğlu, benim ve her Mü’min ve Mü’minenin mevlâsı oldun!”
Merhum Allâme Emînî, bu tebrik olayını da altmış Sünnî kaynaktan nakletmiştir ki Müsned-i Ahmed, Tarih-i Taberî ve Müsennef-u Ebi Şeybe bunlardan bir kaçıdır.[44]
Gerçekten eğer “Ali de onun mevlâsıdır” cümlesinden, dost veya yardımcı kastedilmiş olsaydı, bunun tebrik edilmesi son derece abes kaçmaz mıydı?!
f. Mevlâ kelimesinden velâyet ve evlâlık anlamının kastedilmiş olmasını teyit ve tasdik eden bir diğer karine, olaya şâhid olan bazı münafıkların buna şiddetli bir şekilde karşı çıkmasıydı ki Hâris b. Nu’mân el-Fihrî olayı meşhurdur. Öyle ki adam Resûlullah’a (s.a.a) gelerek “Eğer bu olay Allah tarafından gerçekleşmiş ise, Allah’tan isteyin bana azap nazil eylesin” demmiş ve bunun üzerine başına taş düşüp helak olmuştur. Bu olay bir çok Sünnî ve Şii kaynakta zikredilmiştir ki Allâme Emînî bunu otuz Sünnî kaynaktan nakletmektedir.[45]
Şimdi insaflı bir şekilde bu olay üzerinde düşünelim. Acaba gerçekten Hâris gibilerini gazap ve galeyana getiren Hz. Ali’nin dostluğunu veya yardımcılığının ilan edilmesi miydi? Eğer bu ise, bundan önce Allah Resulü defalarca Hz. Ali’nin muhabbeti ve sevilmesi gerektiği hakkında açıklamalarda bulunmuştu. Daha da ilerisi bizzat Kur’ân, meveddet âyetinde (Şura, 23) Hz. Ali de (a.s) dâhil bütün Ehlibeyt’in muhabbetini ümmete farz kılmıştı. Neden o zaman Haris ve yandaşları bu kadar öfkelenmemişlerdi?! Demek ki onlar bu kelimeden daha önemli ve hayati bir sonuç çıkarmışlardı ki bunu hazmedemiyorlardı!
g. Bu konudaki bir diğer şahidimiz, şudur ki âyet-i kerimeden de (Mâide, 67) anlaşıldığı üzere Allah Resûlü’nün bazı kaygı ve korkuları vardı. Bu korku ve kaygıların şahsî ve nefsî korkular olmadığı açıktır. Zira Kur’ân’ın açık ifadesiyle Peygamberler, İlahî risâletleri tebliğ hususunda Allah’tan gayrı kimseden korkmazlar: “Onlar (Peygamberler), Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka kimseden korkmazlar…” (Ahzâp, 38-39)
Evet, hadislerin de beyan ettiği gibi Allah Resulü (s.a.a)’in kaygı ve korkusu, birçok insanın hased, taassup vb. sebeplerden dolayı Hz. Ali’nin hilâfetini kabul etmede zorlanacağı, hatta dinden çıkabileceğinden ve çıkacak ihtilaf ve fitnelerden dolayıydı. Ama bilahare Allah-u Teâla ayeti indirerek Resûlullah’ı rahatlattı ve onu ve misyonunu koruyacağına dair garanti verdi.
Şimdi eğer gerçekten mevlâ kelimesiyle Allah Resulü Hz. Ali’nin dostluk ve yardımcılığını ilan etmeyi amaçlamış olsaydı, bunun korkulacak ve kaygılanacak bir tarafı olabilir miydi?!
Yine hemen hatırlatalım ki Merhûm Allâme Emînî, Maide 67. âyetin Gadîr-i Hûm olayıyla ilgili nazil olduğunu ve Allah Resûlü’nün kaygısının bunu ilan etmekten dolayı olduğunu, Ehlisünnet’in otuz kaynağından nakletmektedir.[46]
ğ. Öte yandan Merhûm Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, büyük eseri Abekât-ül Envâr kitabında, diğer bir çok tarikten Gadîr hadisini nakletmiştir ki o nakillerde “Ben kimin mevlâsı isem…” cümlesi yerine şöyle nakledilmiştir: “Ben kime onun nefsinden (özünden) daha evlâ isem, Ali onun velisidir.”[47] Hatta Hemvînî’nin Ferâid-üs Simtayn kitabındaki nakillerinin birisinde ise aynen şöyle geçiyor: “Ben kimin özünden ona daha evla isem, Ali de ona, onun özünden daha evlâdır!” Resulûllah’ın bu sözünden sonra şu ayeti Allah-u Teâlâ nazil etti: “Bugün sizin dininizi tekmil ettim…”(Mâide, 3)[48]
Hadis ilminde de açıklandığı üzere, râviler hadisin muhtevasını değiştirmedikleri müddetçe, onu istedikleri kalıba dökerek nakletmekte serbesttirler. Birçok rivayetteki farklılıklar da bundan kaynaklanmaktadır. Evet, Gadîr hadisindeki bu nakiller, râvilerin bu hadisten ne anladıklarını açık bir şekilde ortaya koymakta ve basiret ve insaf sahibi olan bir kimseye mevlâ kelimesinden evlâ manası kastedildiğini ispatlamada hiçbir bahane ve kaçış yolu bırakmamaktadır.
Bu bölümü İbn-i Hacer Heysemî’nin sözüyle noktalamak istiyoruz. O gerçi önce şiddetle mevlâ kelimesinin evlâ anlamında olduğuna karşı çıkıyor. Ama birkaç paragraf sonra önce söylediğini unutmuşçasına Edubekir ve Ömer’in de mevlâ’dan evlâ anlamını anladıklarını söylüyor. Onun sözünün metni şöyledir: “Eğer Gadir hadisinde ki mevlâ’nın, evlâ manasında olduğunu kabul etsek dahi evlâ‘dan maksadım imamet değil itaatte evlâ olduğunu söylememiz gerekir; doğrusu da budur; zira Ebu Bekir ve Ömer’de bu manayı anlamış ve bundan dolayı da ey Ebutalib oğlu her Mü’min ve Mü’minenin mevlâ’sı oldun” demişlerdir.
4. Ehlisünnet âlimlerinden bazılarının bu hadise yönelik itirazları ise, Şia’nın mevlâ kelimesini yorumlamak için bir karine ve şahit olarak dayandıkları birkaç cümlenin inkârı şeklinde tecelli etmiştir. Yani hadisin başlarında geçen “ben size kendinizden daha evlâ değimliyim” veya “ben her Mü’mine onların kendilerinden daha evlâ değimliyim?” cümlesi. Örneğin Kâdı Azududdin Îcî şöyle yazıyor kitabında: “Bu hadisin sıhhatini kabul etsek dahi, yine de hadisteki mevlâ kelimesinin evlâ anlamına geldiğini söyleyemeyiz. Zira bu cümleden önceki “Ben size kendinizden daha evlâ değil miyim?” cümlesindeki evlâ’ya dayanarak bunu söylüyorlar. Oysa bu cümleyi râviler rivayet etmemişlerdir.”[49]
Cevap: Evvela farzen bu cümle nakledilmeseydi dahi, yine de önceden ortaya koyduğumuz delil ve karineler mevlâ’nın evlâ anlamına olduğunu ispat etmeye yeterlidir.
Saniyen, Îcî’nin iddiasının aksine önceden de bazı örneklerini verdiğimiz gibi bu cümle birçok muteber Sünni kaynakta nakledilmiştir. Merhum Allâme Eminî Îcî gibilerin inkâr ettiği cümleleri 64 Sünni âlimden nakletmiştir. Ahmed b. Hambel, Taberî, Zehebî, Beyhâkî, İbn-i Mâce, Tirmizî, Taberânî, Nesâî, Hâkim Nişâburî, Dârekutnî ve …[50]
Allâme Mir Hamid Hüseyin bu eleştiriyi Fahrettin Râzî’nin Nihâyet-ül Ukûl kitabından naklettikten sonra cevabında söz konusu cümleleri birçok kaynaktan ve birçok meşhur Sünnî âlimden nakletmiştir. Ahmed b. Hanbel, İbn-i Kesir, Nesâi, Semhûdî, Muttaki Hindî, Taberanî, Semanî ve diğer birçoğundan.[51]
İbn-i Hacer de hadise birçok açıdan itiraz etmesine rağmen bu itirazı yersiz gördüğü için üzerinden geçmiş ve bu cümlelerin sahih rivayetlerde geçtiğini kabul etmiştir.”[52]
5. Bazı Sünni âlimlerince gadir hadisinin delaleti hakkında ileri sürülen bir bahane de şudur ki biz Gadir hadisindeki mevlâ kelimesinin evlâ anlamında olduğunu kabul edebiliriz. Ancak bu evlâlıktan maksat tasarrufta evlalık ve velâyet, değildir ki bundan imamet ve hilâfet sonucu çıkarılsın. Maksat Ali’ye itaatte ve ona yakınlık aramada evlâlıktır. Bu sözün asıl sahibi zahiren Kadı İci’dir.[53] İbni Hacer de bunu gündeme getirdikten sonra “Maksadın evlalık olduğu kesindir; ancak itaat ve yakınlıkta evleviyettir.(başka şeyde değil). Ebu Bekir ve Ömer de bu hadisten aynı manayı anlamış ve bu yüzden “Ey Ebutalib oğlu benim ve her Mü’min ve Mü’minenin mevlâsı oldun” demişlerdir. Yine Ömer, Ali’ye “O benim mevlâmdır” dediğinde de aynı şeyi kastetmiştir.[54]
Cevap: Aslında Gadir hadisinin tam metni (ki değişik senetlerle nakledilmiş ve biz yazımızın başında bunlardan birkaçına değinmiştik) dikkate alındığında bu itirazım cevabı kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır.
Evet, Allah Resulü (s.a.a.) önce topluluğa hitap ederek “Ben size kendinizden daha evla değil miyim?” diye soruyor. İnsanlardan “Tabi ki öyledir” cevabını aldıktan sonra şöyle buyuruyor: “Ben kime kendisinden daha evlâ isem, Ali de ona kendisinden daha evlâdır.” Görüldüğü gibi ilk cümleler daha sonra söylenen söze zemin hazırlama ve delil oluşturma özelliğini taşımaktadır. Eğer hadisin baş tarafındaki evlâ kelimesi bir mana taşır ve son tarafında yer alan mevlâ başka bir mana taşırsa, bu bir türlü mugâlata olur. Örneğin Arapça’da ayn kelimesinin çeşitli manaları vardır: aslan, altın, göz, pınarve… Şimdi birisi bir guruba hitap ederek “Altın manasını taşıyan “ayn” bir metal değil midir?” der ama olumlu cevap aldıktan sonra da dönüp “ayn” bir metaldir deyip buradaki “ayn”dan da göz manası kastederse, bu ne kadar garip ise, Gadir hadisinde de aynı kökten olan ve birbirini tamamlayan “evlâ” ve “mevlâ” kelimelerinin farklı manalarda kullanılması da o kadar garip olur.
Meşhur âlim İbn-i Bitrîq’in bu konuda güzel bir sözü var; diyor ki: “Birkaç evi olan birisi size “Benim filan yerdeki evimi tanıyor musun?” dese, siz de “evet” derseniz, ardından “ben evimi vakfettim” derse, burada hiç şüphesiz herkes onun vakfettiği evin önceden işaret ettiği ve adresini verdiği ve muhataplardan tanıdıklarına dair itiraf aldığı ev olduğunda tereddüt etmez. Yine eğer “Benim filan kölemi tanıyor musunuz ve benim kölem olduğunu kabul ediyor musunuz?” derse, siz de “Evet” derseniz; bu sefer dönüp hemen “Ben kölemi azad ettim” derse, her akıllı insan tereddüt etmeden onun âzâd ettiği köleden maksadın az önce bahsini ettiği ve tanıdıklarına dair muhataplardan itiraf aldığı kimse olduğunda tereddüt etmez ve kalkıp da onun hiç bahsi geçmeyen bir kölesi olduğunu söylemez.”[55]
Bu yüzden hadisimizde de Allah Resûlü’nün (s.a.a) birinci cümlesindeki evleviyetten maksadın aynen birinci cümledeki (Allah ve Resûlü’ne ait) evleviyetten başka bir şey olamaz. Evet, Allah Resulü (s.a.a), Allah (c.c) ve kendisi için beyan ettiği ve insanlardan itiraf aldığı evleviyet ve öncelik hakkını Hz. Ali (a.s) için de geçerli saymakta ve ümmete bunu beyan etmektedir ki maksat Allah’ın, dinini kendisiyle tekmil ettiği ve nimetini tamamladığı velâyet ve imamet makamıdır ki Resûlullah (s.a.a) bunu açıkladıktan sonra şöyle buyurdu: “Allah-u Teâlâ’nın Ehlibeyt’im için lütfettiği bu azamet ve yücelikten dolayı beni tebrik edin!” önceden değindiğimiz gibi Ebu Bekir ve Ömer, Hz. Ali’yi de bundan dolayı tebrik etmişlerdi.[56]
Hassan b. Sâbir olayı şiirleştirmişti ve bazı münafıklar olayı hazmedemeyip kendilerine azap inmesini istemişlerdi. (Meâric, 1)
Buna ilaveten farz edelim ki evleviyetten maksat itaat ve yakınlıkta evleviyet olmuş olsun, acaba bu, Resûlullah’tan sonra vuku bulan olaylarla örtüşüyor mu? Acaba hilâfet meselesi de dâhil birçok konuda Hz. Ali (a.s) itaat eden birisi konumuna mı koyuldu, yoksa itaat edilen mi? Halife seçerken onunla istişare ettiler mi? Onun görüşüne göre hareket ettiler mi? Yoksa muteber tarihlerin hemen hepsinin yazdığına göre halife seçiminde kesinlikle ona haber vermediler ve işi bitirdikten sonra evinin kapısına dayanıp biat istediler ve nice nahoş olayların meydana gelmesine vesile oldular. Hz. Ali ise onların bu seçimine rıza göstermeyip türlü yollarla itiraz ve muhalefetini bildirdi ve yine aynı kaynakların itirafına göre altı ay biatten çekindi ama hücceti tamamlayıp ve takriben yalnız kaldığını görünce İslam’ın maslahatı ve esasının korunması için biat etti veya sustu (Ehlibeyt mektebine göre.)
Esasen bir kimsenin itaatte öne geçirilmesi topluma hâkim olmadan nasıl gerçekleşebilir? Toplumun yönetim mekanizması başkalarının elinde bulunduğu halde başka bir kimsenin mutâ (itaat edilen) pozisyonunda olması mümkün olabilir mi?
Bu yüzden bu muhteremlerin bu görüşünü kabul etsek dahi, yine de itaatte evleviyetin en doğal ve mantıklı sonucu velâyet ve hilâfettir, başka bir şey değil.
6. Bazıları da demişler ki “Gadir hadisinin tasarrufta evleviyet (ki sonucu hilâfet ve imamettir) olduğunu kabul etsek dahi, bundan maksat bilahare halife olacağıdır; üç halifeden sonra, Resûlullah” hemen ardından değil. Başka bir tabirle, Hz. Ali ile ancak biat edildiği zaman halife olacaktır. Bu biat ise üç halifeden sonra gerçekleştiği için Gadir hadisi Hz. Ali’nin üç halifeden sonraki evleviyetine işaret etmektedir…” Bu şüphe ve itirazı da Fahrettin Râzî ortaya atmış ve ondan sonra gelenlerin bazıları da bunu tekrarlamışlardır. Kadı Azududdin Îcî,[57], Çelebî[58], İbn-i Hacer[59], Şeyh Selim Bişrî gibi..[60]
Cevap: Şimdi gerçekten bu evleviyetten böyle bir evleviyet kastedilmişse, bunun Hz. Ali için ne gibi bir fazilet ve ayrıcalık yanı olabilir ki böyle şa’şalı bir merasim düzenlensin, galiz itiraflar alınsın, ardından biatler, tebrikler…
Allah aşkına bunlar abes ve manasız şeyler olmaz mıydı? Aslında böyle bir durumda bu merasimin önceki halifeler, özellikle birincisi için düzenlenmesi ve bu sözlerin onun hakkında söylenmesi daha doğru ve mantıklı olmaz mıydı?
Böyle bir mana kastedilmiş olsaydı, aslında Ebu Bekir ve Ömer’in Hz. Ali’ye “Ne mutlu sana benim Mevlâm oldun” demesi yerine, Hz. Ali’nin onlara böyle bir cümleyi söylemesi gerekirdi. Çünkü Hz. Ali hilâfete ulaştığında onlar hayatta değillerdi ki velâyeti onlar için geçerli olmuş olsun; ama Hz. Ali onların hilâfeti altında tam 25 yıl yaşadı. Demek ki bu mantığa göre Hz. Ali onların değil, onlar Hz. Ali’nin mevlâsı idiler!!!
Sonra eğer maksat 25 yıl sonra ve üç ayrı halifenin hilâfetinin ardından üstleneceği hilâfet olsaydı, artık o kadar kaygı ve korkuya ne gerek vardı?
Ayrıca Eğer bu velâyet üç kişinin velâyetinden sonra olacaktıysa neden o üç kişiye asla değinilmiyor, isimleri verilmiyor? Oysa bu olaylardan dolayı nice ihtilafların yaşanacağını kanların döküleceğini biliyordu!
Acaba böyle bir velâyetle mi din tekmil oldu ve nimet ümmete tamamlandı? Acaba böyle bir evleviyetin tebliğ edilmemesi mi risâletin top yekûn tebliğ edilmemesine eşitti?!
Bunlar gibi daha nice sorular sorulabilir ki basiret ve iz’ân sahibine bu kadarı bile fazladır.
Aslında bu kadar bu cümleleri tevil için uğraşanlara, emin olun ki eğer mevlâ kelimesinin yanına “Bâdi” kelimesini de ekleyip “Ben kimin mevlâsı isem, benden sonra bu Ali onun mevlâsıdır” deseydi dahi, “Benden sonra”dan maksat üç halife sonrası da olabilir; Çünkü o zaman da Resûlullah sonrası sayılır” derlerdi. Hatta eğer “Fasılasız olarak benden sonra Ali halifedir” buyursaydı dahi rahatlıkla, mesela Resulûllah’ın bu sözü mutlaktır ve bu söz ümmetin icmasıyla kayıtlandırılmıştır. Onun için şöyle mana etmeliyiz: “Ali aralıksız halifedir, şu üç kişi hariç” diyebilirlerdi!!
7. Bazılarının ise Gadir hadisi hakkında ileri sürdükleri bir diğer itiraz ise şudur ki bu hadisin Hz. Ali’nin hilafet ve imametine delalet ettiğini söylersek, o zaman Hz. Ali’nin daha Resûlullah (s.a.a) hayatta olduğu zamandan beri imam olduğunu kabul etmemiz gerekir. Zira hadisin metninde “Ali benden sonra imam ve halifedir” diye bir kayıt ve açıklama yoktur. Dolayısıyla bu hadisten öyle bir manayı çıkartmamız gerekir ki Resûlullah (s.a.a) hayatta olduğu zaman bile geçerli olmuş olsun; o da muhabbet yardım vb. manalardır.
Cevap: Bu itirazın cevabı şudur ki aslında Hz. Ali’nin hilafeti Resûlullah’ın hayatından itibaren başlamıştır. Ancak bunun fiilen tahakkuk etmesi Resûlullah’ın vefatı şartına bağlıydı. Bu konu aynı vasiyet meselesine benzemektedir. Fakihlerin de fıkıhta beyan ettikleri gibi, bir insan bir mülkü birisi için vasiyet ederse, vasiyet edilen kimsenin mülkiyeti aslında vasiyet anından başlamış oluyor; ancak bunun amelen ve fiilen tahakkuk bulması ve vasiyet edilenin tasarruf imkânı, vasiyet edenin ölümüne bağlıdır. Bu, aslında örfen de insanlar tarafından bilinen ve makul karşılanan bir olaydır. Zira bir yönetici kendi yerine veliaht tayin ettiğinde, kimse veliahtın tayin ediliş anından itibaren yönetici olduğunu zannetmez; çünkü bunun tahakkuk şartının önceki yöneticinin ölümü olduğunu biliyor. Allah Resulü de bu olayın başında yakında vefat edeceğini beyan etmekle, bu hilafetin kendisinden sonra başlayacağını ve ümmetin geleceği için yapılan ilahi bir tasarruf ve durum belirlemesi olduğunu ortaya koymuştur.
8. Yine bazıları şöyle demiştir: “Eğer Allah Resulü (s.a.a) Gadir hadisi ile Hz. Ali’nin hilafetini ümmetini açıklamak istiyor olsaydı, neden “Mevlâ” kelimesi yerine açıkça “halife” kelimesi kullanmadı? Bu kelimelerin yerine “mevlâ” kelimesini kullanması, bundan maksadın hilafet olmadığını gösteriyor.”[61]
Cevap: Önce şunu söylememiz gerekir ki bir insan kafayı tevil etmeye takarsa, âlemde bir türlü tevil edilemeyecek kelime veya cümle yoktur. Yani “mevlâ” yerine halife kullanılsaydı da örneğin şöyle tevil edilecekti: “Evet, Hz. Ali Peygamber’in halifesidir, ama bunun anlamı hemen değil bilahare halife oluşudur. Dolayısıyla ondan önce başka birkaç kişinin halife oluşu, bununla bir tezat oluşturmaz. Nitekim önceki bölümlerde “mevlâ” kelimesini halife ve imam anlamına kabul eden bazılarının benzer bir tevilde bulunduklarını nakletmiştik! Veya diyebilirlerdi ki evet Hz. Ali Resulullah’ın halifesidir ama yönetimde ve siyasette değil, emanetlerini ve borçlarını vb. eda etmekte halifesiydi. Nasıl ki bunun benzerini birçokları vasi kelimesini tevil ederken söylemişlerdir!
Kaldı ki Allah resulü diğer birçok hadisinde Hz. Ali’yi “halifem” ve benzer tabirlerle tanıtmıştır. Acaba eleştiriyi getiren İbn-i Hacer ve benzerleri bunlara ne derler, insan onu merak ediyor cidden.
Aşağıda ismini vereceğimiz kaynaklarda Allah Resulü Hz. Ali hakkında “Benim halifem” tabirini kullanmıştır ki biz söz uzamasın diye onların metnini nakletmekten vazgeçiyoruz. İsteyenler söz konusu kaynaklara müracaat edebilirler:
- Tarih-i Taberî, c.1, s.541
- Tarih-i İbn-i Esir, c.2, s.62
- Kenz-ül Ummâl, c.13, s.114
- Müstedrek-üs Sahihayn (Hâkim Nişâburî), c.3, s.133
- Et-Telhis (Müstedrek’in Hamişinde), c.3, s.133
Merhum Allâme Emini de Allah Resulü’nün Hz. Ali için “Benim halifemdir” dediği sözünü Ehl-i Sünnet’in bir çok hadis, tefsir ve tarih kitaplarından nakletmektedir: ” Ahmed b. Hambel’in Müsned’i, Sa’lebi’nin Keşf-ül Beyân tefsiri, Suyutî’nin Cem-ül Cevâmi’ tefsiri, Nesâî’nin Hasâis’i gibi…[62]
9- Bazıları tarafından ortaya atılan bir diğer itiraz ve eleştiri ise şudur ki, bu hadis Hz. Ali’nin ilk halife olmasıyla ilgili ise, neden Hz. Ali veya İmam’ın taraftarları, muhaliflerine karşı bu hadisi delil olarak göstermemişlerdir? Örneğin İbn-i Hacer bu konuda şöyle demiştir: “Gadir hadisi Hz. Ali’nin hilafetine nasıl nass olabilir, oysa ne Hz. Ali’nin kendisi, ne Abbas ne de başka birisi bu hadise istidlal etmemişlerdir? O halde Hz. Ali’nin hilafeti zamanına kadar bu hadisi delil göstermeyip susmasından aklı olan herkes anlar ki Hz. Ali bu hadisi bir nass olarak görmüyordu.”[63]
Cevap: Tarih ve hadis kaynaklarından bir nebze haberdar olan herkes bu tür iddiaların batıl ve asılsız olduğunu anlar. Merhum Allâme Emini El-Gadir kitabında Hz. Ali’nin Gadir hadisiyle istidlal edişinin belgelerini bir çok muteber Sünni kaynaktan ve alimden nakletmektedir. Örneğin Harezmî’nin “Menâkıb”ından, Hemvinî’nin “Ferâid-üs Simtayn”ından, Nesâî’nin “Hasâis”inden, Askalânî’nin “El-İsâbesi”nden, Hâfız Heysemî’nin “Mecme-üz Zevâid”inden, İbn-i Meğâzilî’nin “Menâkıb”ından, Halebî’nin “Siresi”nden ve diğer bir çok kaynaktan…[64]
Muhammed b. Muhammed El-Cezrî Ed-Dimeşkî de Hz. Fâtıma’nın bu hadisle istidlal edişini kitabında nakletmiştir.[65]
Yine Kundûzî “Yenabi-ül Mevedde” kitabında Hz. Hasan’ın Gadir hadisiyle istidlal edişini nakletmiştir.[66]
Aynı şekilde büyük tabiî Selim b. Kays, Hz. İmâm Hüseyn’in Minâ’da sahabe ve tabiilerden oluşan bir topluluğa okuduğu hutbede Gadir hadisiyle ihticac ve istidlal ettiğini nakletmiştir.[67]
Daha birçoklarının da bu hadisle istidlal ettikleri ve onu Hz. Ali’nin hilafet ve imametine delil olarak gösterdiklerinin belgelerini El-Gadir kitabında okuyabilirsiniz.[68]
Elbette daha sonra da Hz. Ali’nin sükûtu hakkında yapacağımız açıklamada izah edeceğimiz gibi bu istidlaller hakikati açıklama ve hücceti tamamlama maksadını taşımaktaydı. Bundan dolayı da ispat ve izahında fazla ısrarcı davranmıyorlardı.
Elbette Ehlibeyt mektebinin kaynaklarında Hz. Ali’nin muhtelif yerlerde Gadir hadisine dayanarak yaptığı istidlalleriyle ilgili nakilleri vermekten vazgeçtik.
10- Bir de şöyle demişlerdir: “Gerçi Hz. Ali Haşimoğullarıyla birlikte Ebu Bekir’in hilafetinin başında bir müddetliğine ona biat etmekten çekindi. Ama bilahare bir süre sonra Ebu Bekir’in hilafetini kabul etti ve ondan sonra da kendi görüş ve düşünceleriyle onlara yardımda bulunuyordu. Eğer Gadir hadisi onun hilafeti hakkında bir nass niteliği taşıyorduysa, başkalarının hilafeti gâsıbâne olmuş olur. Böyle olunca da Hz. Ali’nin bu hilafete boyun eğme yerine, ona karşı kıyam etmesi ve hakkını savunması gerekirdi. İbn-i Hacer Heysemî[69] ve Şeyh Selim Bişrî[70] gibi birçok Sünni âlim bu eleştiriyi ileri sürmüşlerdir. Mesela Şeyh Selim Bişrî şöyle diyor: “Biz Ebu Bekir için alınan biatin, istişareye, tefekkür ve araştırmaya dayalı bir biat olmadığını ve aceleye getirilmiş bir hareket olduğunu, Ensar ve reisleri olan Sa’d b. Ubade, Haşimoğulları ve onların Ensar ve Muhacirlerden oluşan taraftarlarının ilk başta biatten çekindiklerini kabul ediyoruz. Ama bilahare hepsi Ebu Bekir’in hilafetine boğun eğip ona razı oldular ve böylece onun hilafetinde icma hâsıl oldu.”[71]
Cevap: Biz bazı Müslümanların Ebu Bekir’in hilafetini kabul edip ona biat ettiğini inkâr etmiyoruz. Gerçi bazısı da (Sa’d b. Ubâde gibi) ölünceye kadar direnip biat etmediler; ancak bu, onların hepsinin halifenin hilafetine razı oldukları ve onun hakkaniyetini kabul ettikleri demek değildir. Bunun başka sırrı ve sebepleri vardır. Örneğin Hz. Ali’nin ilk başlarda biat etmeyip doğru bildiklerini çeşitli vesilelerle açıklayıp hücceti her kese tamamladıktan sonra susması, hatta daha sonra birçok konuda ilmi olarak halifelere yardımcı olduğu doğrudur. Ancak bunun sebeplerini açıklayacak en yetkili şahıs yine Hz. Ali’nin kendisidir. Dolayısıyla biz Hz. Ali (a.s)’ın bu konuda irad ettiği kendi sözlerinden yardım alarak bu konuya açıklık kazandırmak istiyoruz:
Hz. Ali (a.s), Cemel savaşından önce yaptığı bir konuşmada şöyle buyuruyor:
“Allah’a yemin ederim ki, Allah-u Teala, Yüce Peygamberi’nin ruhunu aldığından bugüne kadar, sürekli ben hakkımdan uzaklaştırılmış bulunuyorum…”[72]
Yine kendi hilafeti döneminde halifeler dönemiyle ilgili bir konuşmasında halifelerin ona ait olan bir hakkı yağmaladıklarını dile getirerek, gözünde diken boğazında kemik kalmış biri gibi bu duruma tahammül ettiğini açıkça dile getirmiştir:
“Allah’a andolsun ki falan kimse (Ebu Kuhafe oğlu Ebu Bekir), hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi üzerine giyindi. Oysa sel her zaman benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yüce zirvelere yükselemez. Ben de hilafetle kendi arama bir perde gerdim, ondan tümüyle yüz çevirdim. Başladım kendi kendime düşünmeye; şu kesilmiş elimle hemen atağa mı geçeyim, yoksa şu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte sürekli olarak zahmetten zahmete düşer. Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda ise kemik. Mirasımın tümüyle yağmalandığını görüyordum.”
Hz. Ali’nin Medine’de kendi hilafeti döneminde okuduğu bir hutbede neden hakkını almak için kıyam etmediğini de şöyle açıklamıştır:
“Peygamber (s.a.a), bizim aramızdan gittiğinde biz onun varisi, velileri ve öz soyundan olan yakınlarıyız, artık kimse hilafet konusunda bizimle niza etmez ve göz dikmez, dedik. Ama beklemediğimiz bir şekilde Kureyş’ten bir grup bizim hakkımıza el uzatarak yöneticilik hakkını bizden aldı ve kendileri sahiplendiler. Allah’a yemin ederim ki, eğer Müslümanların arasında bölünme meydana gelmesi, küfrün tekrar geri dönerek dinin tamamen yok olması korkusu olmasaydı bu gün üzerinde olduğumuz şeyden farklı bir durumda olurduk.”[73]
Hz. Ali (a.s), ikinci halife tarafından kurulan şurada kendisine hilafeti vermeleri karşısında, ortaya konulan Ebu Bekir ve Ömer’in yolunu devam ettirmesi şartını açıkça reddetmiş ve yalnız Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine bağlı kalacağını açıklamıştır. Açıktır ki, Hz. Ali (a.s) (bazılarının dediği gibi) onların Şeyhu’l-İslamlığını yapmış olsaydı veya onların hilafetteki yöntemlerini meşru bilseydi, o zaman onların sünnetini bir ölçü olarak reddetmesinin bir anlamı kalmazdı. Yakubî nakletmiştir ki, Ömer’in kurduğu altı kişilik halife belirleme şurasında olan Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali’yi bir kenara çekerek şöyle dedi:
“Allah bizimle senin aranda şahit olsun ki, kendi hilafetin döneminde Allah’ın kitabına ve Peygamberi’nin sünnetine ve Ebu Bekir ve Ömer’in sünnetine uyasın.”
Hz. Ali şöyle karşılık verdi:
“Halife olursam gücüm yettiğince sizlerin arasında Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine uygun olarak davranacağım.”
Abdurrahman sonra Osman’ı bir kenara çekerek aynı sözü ona da dedi, Osman onun isteğini hemen kabul etti. Tekrar Hz. Ali’ye aynı teklifi tekrarladı; ama Hz. Ali yine aynı cevabı vererek sözlerine şunları ekledi: “Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetinin yanı sıra artık başka bir kimsenin gelenek ve gidişatına uymaya bir ihtiyaç yoktur. Aslında sen bu hilafeti benden uzaklaştırmaya çalışıyorsun!”
Bütün bunlar gösteriyor ki Hz. Ali (a.s) üç halife döneminde hilafet sisteminin meşruiyetini kabul etmemiş ve onları kendi hakkını gasbeden güçler olarak görmüştür. Elbette Hz Ali (a.s)’ın eşsiz ilmi makamı yüzünden, halifeler kendi siyasetleriyle çelişmediği ve bilgisizlik yüzünden başka bir alternatifleri de olmadığı hallerde İmam’a başvurmuşlardır. İmam Ali de onların dinle ilgili sorularını halletmiş ve İslam’ın hükmünü beyan etmiştir.
Ama neden İmam’a başvurduklarında onların ilmi ihtiyaçlarını gidermiş ve onlara yol göstermiştir acaba? Oysa isteseydi onların sorularına cevap vermeyi reddederdi. Bunun cevabı aşağıdaki hususa dikkat edilirse açıktır.
Masum İmam’ın da Peygamberler gibi iki önemli ilahi vazifesi vardır; birincisi hilafet ve ikincisi şehadet (gözetleyicilik). Yani Hz. Âdem aleyhisselam’dan başlayarak her dönemde bu iki ilahi görevi üstlenmeleri için, her zaman bulunan masum ilahi şahsiyetler (peygamberler veya peygamberlerin vasileri) var olmuşlardır. Hilafet görevi, insanların doğru şekilde yönetilmesini ve toplumda ilahi hükümlerin uygulanmasını sağlamak içindir. İkinci görev olan şahadet (gözetleyicilik) görevi ise, dine bağlı olan insanların haktan sapmalarını önlemek ve sürekli ilahi hükümlerin tahriften korunmasını sağlamak içindir.
Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet peygamberlerin bu iki ilahi göreve sahip olduğunu açıklamaktadır. Bu açıklama ışığında şu noktaya dikkat etmek gerekir ki, bir peygamber veya imamda bu iki görevden birinin sekteye uğraması yani bazı engeller yüzünden yürürlük kazanmaması, diğer vazifenin de tatil olmasını gerektirmez. Birçok peygamber kendi dönemlerinde hilafet görevini yüklenmemesine rağmen ikinci görevlerini, yani şahadet (gözetleyicilik görevini) yerine getirmiştir. Peygamber veya masum imam bu iki görevden hangisini ifa etmeğe bir fırsat bulursa, onu yerine getirmelidir. Çünkü bu onun ilahi mesuliyetidir.
Hz. Ali (a.s) ilk üç halife döneminde hilafet görevini ifa etmekten mahrum bırakılmasına rağmen şahadet görevini kısmen ifa etmeğe fırsat bulmuş ve bu vazifeyi yerine getirmiştir. Ancak bunun yanı sıra, sürekli onların hilafetlerinin meşru olmadığını da çeşitli şekillerde imkân dâhilinde beyan etmiştir. İslam’ın temeli tehlikeye düşmesin diye de bir kıyama başvurmamıştır. Bizce, İslam tarihinde gerçek manada bir araştırması olan kimse bunların hiçbir gizli yönü olmayan apaçık gerçekler olduğunu anlar. İsteyen kabul eder ve istemeyen emr-i vaki’i müdafaa etmek için onları görmezlikten gelir.
Elbette Hz. Ali’nin bu tutumunu gören dostları da İmam’a uyarak aynı çizgiyi takip ettiler.
Ayrıca Ehlibeyt kaynaklarında nakledilen bazı hadislerde Allah Resulü de kendisinden sonra meydana gelecek bazı olayları bildiği için Hz. Ali’ye sabretmesi ve kıyam etmemesini buyurmuştu. Ehli Sünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetleri de aynı istikamette yorumlamak mümkündür. Bu rivayetler, bir taraftan bir takım nahoş olayların meydana geleceğini, diğer taraftan ne yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır:
Hakim Müstedrek’te, Zehebi Müsterdek’in Telhis’inde, aynı şekilde İbn-i Ebi Şeybe, Bezzâr, Darekutnî, Hatip Bağdadî, Beyhakî ve diğer bir çokları Hz. Ali’den şöyle nakletmişlerdir: “Allah Resulü’nün bana verdiği haberlerden birisi de şudur ki ümmet kendisinden sonra bana hile yapacaklardır!!”
Sahih-i Müslim’de Resulullah (s.a.a)’den şöyle nakledilmiştir:
“Benden sonra bazı tekelcilikler ve sevmediğiniz olaylar olacaktır.” Dediler ki “Ya Resulallah, bizden birsi o zamanı idrak ederse ne yapmasını emredersiniz?” Cevaplarında şöyle buyurdu: “Üzerinizde olan hakları eda edin; ama kendi haklarınızı (almaya kalkışmayın); onları Allah’tan dileyin.”[74]
Bir diğer rivayette şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Benden sonra bazı tekelcilik (ve haksızlıklar) meydana gelecektir. Böyle bir ortamda havuz başında bana kavuşuncaya kadar sabredin.”[75]
Bütün bunların sırrı, yukarıda Hz. Ali’den naklettiğimiz sözlerde açıkça görülmektedir.
11- Gadir hadisi hakkında ileri sürülen en son, belki de en önemli itiraz, şimdi ele alacağımızdan ibarettir. Aslında diğer bütün eleştiri ve itirazlar da ilmi olmaktan çok siyasi olan bu konuyu tevil edip altından kalkmak için yapılmaktadır.
Evet diyorlar ki: “Gadir ve benzeri hadisleri Şia’nın dediği şekilde anlamak, yani onları Hz. Ali’nin imamet ve hilafetine bir nass olarak kabul etmek, bütün sahabeyi zan altında bırakmak ve onları Allah ve Resulü’ne muhalefetle suçlamak demektir. Allah ve Resulü Hz. Ali’yi halife olarak tayin ettiği halde o kadar sahabinin Resulullah’tan sonra bu emre muhalefeti nasıl düşünülebilir? Bu mümkün olmadığına göre bize düşen bu nasları (mütevâtir bile olsa) ya bir türlü tevil etmek veya onlardan vazgeçmektir!!”
Örneğin İbn-i Hacer Heysemî Sevâik kitabında takriben bu manayı ifade eden sözler söylemiştir.[76]
Şeyh Selim Bişrî de Allâme Şerefuddin’in cevabında açık bir şekilde yukarıda naklettiğimiz sözlerin benzerini söylemiştir; o diyor ki: “Basiret ehli olanlar ve sahih düşünce sahipleri, sahabeyi Resulullah’a muhalefetten münezzeh biliyorlar. Dolayısıyla Resulullah’tan birisinin imametine dair bir nass duyup da buna muhalefet etmeleri ve başkalarını ona tercih etmeleri mümkün değildir.”[77]
Bir başka yerde yine Allâme Şerefuddin’e hitaben şöyle yazıyor: “Ben bu hadislerin sizin söylediğiniz manaları ifade ettiğinde hiçbir kuşkum yoktur ve eğer sahabenin sergilediği tutum ve davranışlar olmasaydı, ben kesinlikle sizin dediklerinize teslim olurdum. Ancak sahabenin yaptıklarına hüsn-i zan edip onları doğruya yorumlamamız gerekir. Bu yüzden selef-i sâlihe uyarak bu rivayetlerin zahirine göz yummamız gerekir!!”[78]
Bir başka yerde ise şöyle diyor:”Sahabenin amellerini iyiye yorma zorunluluğu olduğu için, Gadir hadisini onların davranışlarıyla örtüşecek şekilde tevil etmemiz gerekir; hatta mütevâtir bile olsa…”[79]
Cevap: Bu iddia ve itiraza vereceğimiz cevaba yardımcı olacağı için, önce İbn-i Ebi-l Hadid Mutezilî ve üstadı Ebu Cafer İskâfî arasında geçen bir diyalogu aktarmak istiyoruz. İbn-i Ebi-l Hadid diyor ki: Hz. Ali’den nakledilen “Çünkü o hilafet öyle bir makamdı ki bir grup ona hırs göstererek haksızlıkla onu tekelleri altına aldı. Ve başka bir grup da cömertçe ondan vazgeçti. Hâkim Allah’tır; Kıyamette ona dönülecektir…”[80] Sözünü üstadım Nakib Ebu Cafer İskâfî’nin yanında okuduğumda, ona “İmam, bu cümlede hangi günü kastetmiştir; (Ebu Bekir’in hilafete seçildiği) Sakife gününü mü, yoksa (Osman’ın hilafete seçildiği) şura gününü mü?” diye sordum. O da “Sakife günü” diye cevap verdi. Ben “Peygamber’in sahabesine onun emerine muhalefet etme isnadında bulunmaya gönlüm razı olmuyor!” dediğimde, Ebu Cafer şu cevabı verdi bana: “Benim de Peygamber’e “Ümmetin imamet ve rehberliği konusunda ihmalkarlık yaptı ve halkı şaşkın ve perişan vaziyette ve karmaşa ve fitne içinde bırakıp gitti” isnadında bulunmaya gönlüm razı olmuyor!! O hayatta olduğu halde ve sadece kısa bir müddetliğine de olsa Medine’yi terk ettiğinde bile Müslümanları başsız ve emirsiz bırakıp gitmiyordu. O halde çıkabilecek ve ıslahı artık mümkün olmayacak fitneleri bildiği halde, ebedi olarak onların içinden ayrıldığında, nasıl onları sahipsiz ve öndersiz bırakıp gidebilir? Bu makul mü?”[81]
Merhum Allâme Eminî’nin El-Gadir kitabındaki tabiri de oldukça manalıdır; diyor ki: “Bazıları “Selef”in hilafet konusundaki tavrına o kadar hüsn-i zanla yaklaşıyorlar ki artık onların yaptıklarını iyi ve meşru gösterebilmek için, Resulullah’ın en açık hadislerini dahi değiştirme ve tevil etme yoluna gidebiliyorlar. Fakat tam tersi bir noktada bizim Resulullah’a karşı taşıdığımız yakinî bir hüsn-i zan, bizi Resulullah’ın asla ihmal ve müsamaha yapmadığını ve hilafet ve imamet başta olmak üzere ümmetin ihtiyacı ve zarureti olan her şeyi onlara açıkladığını söylemeye zorluyor!”[82]
Evet bize göre sahabenin bir kısmı, sadece Resulullah’tan sonra değil, hatta bizzat Allah Resulü’nün zamanında bile bir çok konuda Resulullah’ın açık emrine rağmen ona itina etmeyip kendi bildiklerini yapmışlardır. Biz bunun bazı bariz örneklerini vermeğe çalışacağız, ancak ondan önce Merhum Allâme Şerefuddin’in Sahabenin imamet konusundaki nasları dikkate almadıklarıyla ilgili bir açıklamasını dikkatinize sunmak istiyoruz. Allâme Şerefuddin diyor ki: “Müslümanlar ibadî konularda Resulullah’a itaat etmelerine rağmen siyasi konularda bazen muhalefet ediyorlardı. Gerekçeleri ise şuydu ki siyasi konularda da ibâdî konular gibi itaat etme zorunlulukları olmadığını ve Resulullah’ın görüşlerine karşı görüş bildirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlardı. Ezcümle hilafet konusunda da sahabeden bir kısmı Hz. Ali’nin Resulullah tarafından hilafete tayin edildiğini bildikleri halde, bunun maslahat olmadığını ve halkın Hz. Ali’nin hilafetine razı olmayacağını düşündüler. Zira kabilelerin çoğusundan birçok kişi savaşlarda Hz. Ali tarafından öldürülmüştü. Yine Hz. Ali’nin şiddetli adalet anlayışından korkuyor ve biliyorlardı ki o iş başına geldiğinde halis hak ölçülerine dayanarak icraat yapacaktır. Öte yandan birçoklarının ona karşı haset ettiklerini de biliyorlardı. Bütün bunları dikkate alarak Hz. Ali’nin hilafetinin dikiş tutmayacağını zannediyorlardı! Dolayısıyla kendilerince ümmetin ihtilaf ve fitneye düşmesini önlemek için, Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a) tarafından hilafete tayin edildiğini bildikleri halde, nasları göz ardı edip başkalarına biat ettiler! Elbette bu, Resulullah’ın açık nassı karşısında yapılan bir ictihattı ve bu onların nass karşısında yaptıkları ictihadın ilki değildir ve buna benzer birçok ictihatları vaki ve sabittir.”[83]
Şimdi biz Allâme Şerefuddin’in bahsettiği sahabenin nassa karşı yaptıkları ictihad ve Resulullah’a muhalefetlerinden bazı bariz örnekler vermeğe çalışacağız:
Bu örneklerden birisi Kur’an’ın da açıkça bahsettiği Uhud savaşında vuku bulmuştur. Allah Resulü (s.a.a) sahabeden bir kısmına Ayneyn dağının gediğini tutup oradan düşmanın sızmasını önlemelerini ve ne pahasına olursa olsun orayı terk etmemelerini emretmişti. Ama onlar, düşmanın hezimete uğradığını görünce, ganimetten kendilerine bir şey kalmaz düşüncesiyle Resulullah’ın emrini göz ardı edip görevli oldukları tepeyi bırakıp ganimet toplamak için aşağıya indiler. Bunu fark eden düşman askerleri ise bu fırsattan yararlanıp arkadan Müslümanlara saldırıp Müslümanların hezimete uğratıp yetmiş civarında Müslümanın şehid ettiler. Ayrıca birkaç kişinin dışında sahabenin çoğusu savaş meydanını terk ederek oraya buraya saklandılar. Hatta bazıları o kadar uzağa gittiler ki üç gün sonra Medine’ye geri döndüler ki Osman b. Affân bunlardan birisiydi. Bu olay Âl-i İmrân suresinin 152 ila 155. ayetlerinde anlatılmaktadır.
Bu muhalefetlerin bir diğer bariz örneği “Hudeybiye” antlaşması sırasında vuku bulmuştur. Allah Resulü Mekke müşrikleriyle anlaşmaya karar verince, üç defa “Kalkın başlarınızı tıraş edip ihramdan çıkın” buyurduğunda, her defasında Resulullah’ın sözüne itina etmeyerek başlarını tıraş etmekten çekindiler!! Ardından Allah Resulü öfkelenerek Hz. Ümm-ü Seleme’nin çadırına gittiler. Bu olayda muhalefet edenlerin başında Ömer b. Hattap geliyordu. O, Resulullah’ın bütün açıklamalarına rağmen yapılan antlaşmaya itirazını Ebu Bekir ile konuşuncaya kadar sürdürdü…” Hatta bazı nakillerde “Ben o günkü kadar Resulullah’ın peygamberliğinde şüphe etmemiştim” dediği kaydedilmiştir. Bu olay geniş bir şekilde birçok meşhur Sünni kaynakta nakledilmiştir.”[84]
Bu muhalefetlerin bir diğer meşhur örneği, Üsâme b. Zeyd’in komutanlığına ve orduya katılma emrine yapılan itiraz ve muhalefettir. Allah Resulü (s.a.a) Mute’ye göndereceği ordunun komutanlığına on sekiz yaşındaki genç Üsâme’yi seçip Hz. Ali’nin dışında (üç halife de dâhil) bütün sahabeye bu orduya katılma ve Medine’de kalmama emri verip katılmayanları lanetlediği halde, emrine muhalefet edip Resulullah vefat edinceye kadar Medine’den ayrılmadılar. Zaten ilk başlarda da Üsâme’nin küçük yaşına itiraz etmişlerdi ki Allah Resulü de cevaplarında “Siz onun babasının komutanlığına da itiraz etmiştiniz. Oysa hem o komutanlığa layıktı hem de babası” buyurmuştu.[85]
Verebileceğimiz bir diğer örnek sahabeden bazısının Huneyn savaşında Resulullah (s.a.a) tarafından ganimetlerin paylaştırılmasına yaptıkları çirkin itirazlarıdır ki İbn-i Kesir ve Taberî tarihlerinde naklettikleri gibi, diğer birçok kaynakta da zikredilmiştir.[86]
Bu örneklerin belki de en önemlisi Allah Resulü’nün hayatının son demlerinde gerçekleşmiştir. Resulullah (s.a.a) ölüm döşeğinde yatarken bir ara yanındakilere hitaben şöyle buyurdu: “Bana bir kâğıt kalem getirin, size bir yazı yazayım ki benden sonra asla dalalete düşmeyesiniz. Birçok diğer sahabiyle birlikte orada bulunan Ömer b. Hattab, kâğıt kalem getirmek isteyenlere engel olarak şöyle dedi: “Hastalık ona (Peygamber’e) galebe etmiştir.”[87] Bir diğer rivayette “Peygamber sayıklıyor, aramızda Kur’ân var ve Kur’ân bize yeterlidir.”[88] diyerek Resulullah’ın istediği yazıyı yazmasına engel olmuştur. Bu olayın detaylarını ve bu tarihi olay hakkında bazı Sünni âlimlerin getirdikleri tevillere ve mazeretlere Allâme Şerefuddin’in verdiği harika cevapları El-Mürâcaât kitabında okuyabilirsiniz.[89]
İşte bu noktaları görmezlikten gelemeyen insaflı bir Sünni âlimi şöyle yazıyor: “Sahabenin adaleti nazariyesi siyasi bir nazariye ve Emevî bir plandır ki Ümmeyye oğulları İslam dışı siyasetlerini tevil edip temize çıkarabilmek için onu uydurmuş ve ondan birçok yerde kendi lehlerine istifade etmişlerdi.”[90]
Şunu da bilmek gerekir ki Gadir gününde Gadir-i Hum’da bulunup da bu tarihi olaya şahit olanların, aynı şekilde sahabenin hepsi Medin’de değillerdi ve geniş İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşamaktaydılar. Medine’de yaşayanların mevcudu ise üç dört bin kişi civarındaydı; bunlardan birçoğu da “Mevâlî” denilen Arap dışı muhacirlerdendi ki kayda değer siyasi ve sosyal bir yere sahip değillerdi ve kimse onların görüşlerine itina etmiyor ve kendileriyle istişarede bulunmuyordu. Ayrıyeten henüz kabilecilik düzeni topluma hâkim olduğu için siyasi ve sosyal konularda görüş bildirme ve söz hakkı sadece kabile reisleri ve tabiri caizse aksakallılarla sınırlandırılmıştı ve başkalarının görüş ve tutumlarını önemseyen yoktu.
Medine’deki sahabeden sonra sadece bazı kabilelerin reislerinin görüşlerine başvuruluyordu. Bunların içinden de Resulullah’ın amcası Abbas, Hz. Ali, Zübeyr ve diğer birçokları ta işin başında biatten çekinip Hz. Ali’nin evinde itiraz mahiyetinde toplanmışlardı. Diğer bazıları ise (Sa’d b. Ubâde ve oğlu Kays b. Sa’d gibi) açık bir şekilde bu biate ve Resulullah’ın naslarına yapılan muhalefete karşı geldiler. Dolayısıyla naslara açık muhalefette bulunup hilafeti başkalarına kaydıranlar, az bir guruptan ibaretti. Ancak bu işi Ömer b. Hattab’ın da dediği gibi oldubittiye getirip, başkalarına emri vaki yaptılar ve hatta şöyle bir görüş ortaya attılar ki bir kimse bir diğerine biat etti mi başkaları da buna boyun eğmelidir; aksi takdirde öldürülürler. Böylece insanları biate zorlayıp işi bitirdiler.
Bu durumu İbn-i Kuteybe’nin “El-İmâmet-u Ves-Siyâse” kitabında naklettiği belge açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O şöyle yazıyor: “Hz. Ali Peygamber’den kendisi hakkında nakledilen nasları insanlara hatırlatınca, onların beyan ettiği mazeret şuydu: “Artık iş işten geçti ve biz olup bitmiş bir durumla karşı karşıyayız. Eğer sen daha erken davransaydın durum farklı olurdu…”[91]
Medine dışında yaşayan sahabe ve Müslümanlara gelince, onlar o günün kısıtlı ve zor haberleşme imkânlarından dolayı uzun bir zamandan ve her şey olup bittikten sonra olaydan haberdar oldular. Medine dışındakiler genellikle Medine’den gelen haberlere kulak asıyor ve ona göre hareket ediyorlardı. Bu olayı duyunca da çoğusu şöyle dediler: “Bunlar son ana kadar Peygamber’le birlikte idiler. Belki de Peygamber (s.a.a) yeni bir plan sunmuş ve farklı bir emirde bulunmuştur. Bazıları ise haberi duyup da buna muhalefet edince, canlarından oldular. Bunun en açık örneği Malik b. Nüveyre’nin olayıdır ki bütün muteber kaynaklar nakletmişlerdir.[92]
Ayrıca, Buharî ve Müslim de dâhil birçok Sünni kaynakta nakledilen bazı hadisler de taassuptan uzak basiret sahibi kimselere bu olayları tahlil etmelerine yardımcı olacak niteliktedir. Biz son olarak bu hadislerden de birkaç örneği yorumsuz nakledip kararı okuyucularımızın kendi hür vicdanlarına bırakıyoruz:
“Kıyamet günü ashâbımın önde gelenlerinden bazısını getirip amel defteri siyah olanlarla birlikte haşredecekler. Ben “Allah’ım! Onlar benim Ashâbım!” dediğimde, şu cevabı duyacağım: “Senden sonra bu Ashâbının neler yaptıklarını bilmiyorsun!” O zaman ben de o salih kulun sözlerini (Mâide, 117’de Hz. İsa’nın (s.a) sözü kastediliyor)tekrarlayacak “..Ve ben aralarında bulunduğum sürece amellerine şahittim onların, beni aralarından aldıktan sonra de kendin şahid oldun” diyeceğim. Bunun üzerine bana şöyle denilecek: “Sen aralarından ayrılır ayrılmaz bunlar mürted olup dinden çıktılar ve eski hallerine döndüler”[93]
Bir diğer rivâyette de şöyle geçer:
“Kevser havuzu kenarında Ashâbımdan bazılarını bana getirirler. Ben onları tanıyınca -kim olduklarını onaylayınca- onları benden ayırıp götürürler. O zaman ben “Ya Rabbim! Ashâbımdı onlar…” dediğimde “Senden sonra onların neler ettiğini bilmiyorsun…” denilir bana”[94]
Sahih-i Müslim’de de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğu kayıtlıdır:
“Kevser havuzu kıyısında, ashâbım ve arkadaşlarımdan bazısını bana getirip gösterirler; ben hepsini birer birer tanıdıktan sonra onları alıp götürürler. O zaman ben “Allah’ım! Onlar benim ashâbımdı” derim ve şu cevabı duyarım: “Bunların senden sonra neler ettiğini bilmezsin!..”[95]
İşte böylece mütevâtirliğinde bile şüphe olmayan “Gadir” olayı unutuldu-unutturuldu ve tarihin ilginç inkarları arasında yerini aldı!!
[1]– Ehlibeyt mektebi kaynaklarında bu olayın detayları çok daha geniş ve etraflı bir şekilde nakledilmiştir. Ancak karşı taraf, sadece kendi kaynaklarına güvendiği için sadece Sünnî kaynaklardan olayı nakletmeye çalışacağız. Ayrıyeten şunu da hatırlatmamız gerekir ki nakillerde verdiğimiz kaynak adreslerinin tamamına yakını, bu kaynakların Arapça orijinalindendir.
[2]– Müsned-i Ahmed, c.4, s.281
[3]– Müstedrek-üs Sahihayn, Beyrut, Dâr-ül Maâife baskısı, c.3, s.109-110
[4]– Müstedrek-üs Sahihayn, Beyrut, Dâr-ül Maâife baskısı, c.3, s.120
[5]- Sünen-i İbn-i Mâce, Beyrut, Dâr-ül-Fikr baskısı, c.1, s.43, Hadis: 126
[6]- Sünen-i Tirmizî, Beyrut, Dâr-ül Kütüb-il-İlmiyye baskısı, c.5, s.591, Hadis: 3713
[7]- Şerh-ül-Mevâkif (Cürcânî), c.8, s.361
[8]- Es-Sevâik-ül Muhrika, s.64
[9]– El-Fisal (İbn-i Hazm) c.4, s.224
[10]– İhkâk-ul-Hak, c.2, s.423
[11]– El-Gadîr, c.1, s.320
[12]– El-Gadîr, c.1, s.294
[13]– El-Gadîr, c.1, s.222
[14]– İhkâk-ül Hak, c.2, s.426
[15]– El-Gadîr, c.1, s.314
[16]- Tehzîb-üt Tehzîb, c.7, s.288, Dâr-ül Kütüb-il İlmiyye, Beyrut
[17]- Feth-ül-Bârî (Askalânî), c.7, s.61, Dâr-ül-Kütüb-il İlmiye, Beyrut
[18]– Yenâbi-ül Meveddet, c.1,s.35
[19]- Esme-l Menâkıb, Fî Esne-l Metâlip, s.22
[20]- Şerh-i Sahîh-i Müslim (Nevevî), Dâr-ü İhyâ-it Turas, Beyrut, c.1, s.24, El-Müstedrek-u Ales-Sahihayn, Dâr-ül Ma’rife, Beyrut, c.1, s.3
[21]– El-Gadîr, c.1 s.320
[22]– Es-Sevâik-ül Muhrika s.64
[23]– Es-Sevâik-ül Muhrika s.188
[24]– Es-Sevâik-ül Muhrika s.64
[25]– Hamâse-i Gadîr s.35
[26]– Şerh-ül Mevâkıf c.8 s.361
[27]– Şerh-ül Mevâkıf c.8 s.361
[28]– Es-Sevâik-ül Muhrika s.64
[29]– Şerh-ül Mevâkıf c.8, s.361
[30]– Es-Sevâik-ül Muhrika s.65
[31]– Şerh-ül Mevâkıf c.8, s.261
[32]– Abekât-ul Envâr, 8. cildin tamamı ve 9. cildin 80. sayfasını bu konuya ayrılmıştır.
[33]– El-Gadîr, c.1, s.361
[34]– En-Nihaye (İbn-i Esir), c.5, s.228
[35]– El-Gadîr, c.1, s.370
[36]– El-Mürâcaât, s.141. Ama daha sonra da değineceğimiz üzere, Şeyh Selim Bişrî ve onun gibi diğer bir âlim, bunu açık bir şekilde itiraf ve kabul etmelerine rağmen, hadisin gereğine göre hareket etmekten kaçınmalarına gösterdikleri yegane gerekçeyi şöyle açıklamaktadırlar: “Ne yapalım ki sahabe bu hadislerin gerektirdiği şekilde hareket etmemiştir. Bize düşen ise onların yaptıklarına hüsn-i zan gösterip bu hadislerin zahirine göz yummaktır!!” İleride bu sözlerin tafsilatına değineceğiz inşaalalh.
[37]– Ebekat-ul Envar, c.10, s.410
[38]– Ebûl-Ferac İsfahânî “El-Egânî” kitabında şöyle yazıyor: Arapların hepsi, Medine halkının en şair halk olduğunda ve Medine’liler arasında da en üstün şâirin Hassân olduğunda ittifak etmişlerdir. El-Egânî, c.4, s.143
[39]– El-Gadîr, c.2, s.34
[40]– El-Gadîr, c.2, s.67
[41]– El-Gadîr, c.2, s.114
[42]– El-Gadîr, c.1, s.342
[43]– El-Gadîr, c.2, s.25
[44]– El-Gadîr, c.1, s.272-283
[45]– El-Gadîr, c.1, s.246
[46]– El-Gadîr, c.1, s.214
[47]– Abekât-ül Envâr, c.8, s.226
[48]– Ferâid-üs Simtayn, c.1, s.315
[49]– Şerh-ül Mevâkıf, c.8, s.361
[50]– El-Gadîr, c.1, s.371
[51]– Ebekât-ül Envâr, c.10, s.288
[52]– Es-Sevâik-ül Muhrika, s.65
[53]– Şerh-ül Mevâkıf, c.8, s.362
[54]– Es-Sevâik-ül Muhrika, s.67
[55]– El-Umde, s.116
[56]– El-Gadîr, c.1, s.274, Şeref-ül Mustafâ ve diğer bir çok Sünni kaynaktan naklen…
[57]– Şerh-ül Mevâkıf, c.8, s.361
[58]– Şerh-ül Mevâkıf, c.8, s.361, dipnot…
[59]– Es-Sevâik-ül Murika, s.67
[60]– El-Müracaât, s.182
[61]– Es-Sevâik-ül Muhrika (İbn-i Hacer Heysemî), s.69
[62]– El-Gadir, c.2, s.278
[63]– Es-Sevâik-ül Muhrika, s.69
[64]– El-Gadir, c.1, s.159
[65]– Esme-l Menâkıb, Fi Tehzib-i Esne-l Metâlib, s.32
[66]– Yenâbi-ül Mevedde, s.482
[67]– Mevsuat-u Kelimât-il İmâm-il Hüseyn (s.a), s.370
[68]– El-Gadir, c.1, s.198-213
[69]– Es-Sevâik-ül Muhrika, s.76
[70]– El-Mürâciât, s.232
[71]– El-Mürâciât, s.232
[72]– Nehc-ül-Belağa, Hutbe: 6
[73]– Şerh-u Nehc-il-Belağa (İbn-i Eb-il Hadid), 3. Hutbenin Şerhi.
[74]– Sahih-i Müslim, c.12, s.232.
[75]– Sahih-i Müslim, c.12, s.235.
[76]– Es-Sevâik-ül Muhrika, s.68
[77]– El-Mürâciât, s.237
[78]– El-Mürâciât, s.141
[79]– El-Mürâciât, s.177
[80]– Nehc-ül Belağa, Hutbe: 161. İkinci cümleden İmam (a.s) zahiren kendisini kastetmektedir. Yani birileri hilafet için o şekilde hırs gösterip onu tekellerine alınca, İmam (a.s) İslam’ın maslahatı ve korunması ve fitnelerin önlenmesi için hilafete göz yumdu.
[81]– Şerh-u Nehc-il Belağa (İbn-i Ebi-l Hadid), c.9, s.248
[82]– El-Gadir, c.1, s.401
[83]– El-Mürâciât, s.237. Allâme Şerefuddin’in bizzat kendisinin bu konuda yazdığı “En-Nass-u Vel-İctihad” isimli geniş bir eseri vardır ki, bu eserde sahabenin nassa karşı yaptıkları ictihatlardan yüze yakın örnek zikretmekte ve hepsini bizzat Sünni kaynaklardan nakletmektedir.
[84]– Örneğin Taberî kendi tarihinde, c.2, s. 124, İbn-i Kesir “El-Bidâyet-u Ven-Nihâye” isimli tarihinde, c. 4, s.170-178 ve İbn-i Esir “El-Kâmil isimli meşhur tarihinde, c. 2, s.205.
[85]– Teberî Tarihi, c.2, s.225
[86]-El-Bidâyet-u Ven-Nihâye, c.4, s.353, Teberî Tarihi, c.2, s.122. Diğer kaynaklar için Allâme Şerefuddîn’in “En-Nass-u Vel-İctihad” kitabına müracaat edebilirsiniz.
[87]– Sahih-i Buhârî, c.4, s.7, Bab-u Kavl-il Meriz-i Kûmu Annî.
[88]– Sahih-i Buhârî, c.3, s.91
[89]– El-Mürâciât, s.240
[90]– Nazariyyet-u Adalet-is Sahabe (Ahmet Hüseyin Yakup, Ürdün), s.107
[91]– El-İmâmet-u Ves-Siyâse, s.12
[92]– Tarih-i Taberî, c.2, s.504
[93] – Sahihi Buhâri, Maide Suresi tefsirinde “… ve konto eleyhim şehiydâ…” babında ve Kitab’ul Enbiya “… ve ittehazallahi…” babında ve Sahihi Tirmizi “Saffet-ul Kıyame” ve “…Macâe fî şa’nul Heşr…” babları ve Tâhâ Suresi tefsiri kısmında.
[94] – Sahihi Buhari, Kitab’ul Rıkâk, Fi’l Howz bâbı C.4, S.95 ve kitab’ul Fiten “macâe fi kavlillah-i Teala” babı ve Sünen-i İbni Mâce, kitab-ı Menâsık, “hutbe’t-i yevminnehar” babı 5830. hadis ve: Müsned-i Ahmed, C.1, S.453 ve C.3, S.28 ve C.5, S.48.
[95] – Sahihi Müslim, kitab-ül Fezâil, “İsbât-ı harz-ı nebiyyina” babı C.4, S.1800, 40. hadis.
Üstad Hacı Musa AYDIN
Ehlader