Hatırlatma:
Dört bölüm olarak sizlere sunacağımız Dr. Hasan Abbasi’nin bu yazı dizinde son on yıla damgasını vuran birbirinden ilginç tahlilleri inceleyeceğiz…
(Elimizdeki bu tercüme; Birleşik Devletler Eski Savunma Bakan Yard. Joseph Nye tarafından literatürlere “Sert Güç” ve “Yumuşak Güç” olarak giren kavramların Dr. Hasan Abbasi tarafından başarılı bir tahlilidir.)
Görüldüğü gibi Yumuşak Savaş kavramını Joseph Nye türetmemiş ve yine görüldüğü gibi bizler 1400 yıllık Şii/İslam ideolojisinde sevgi ve kin beslemenin yerini İslam’ın şartları arasında kabulleniriz ama bugüne kadar bunlar için en ufak bir teşkilatlanma dahi oluşturmamışızdır. Hangimizin elinde çocukluğumuzda, gençlik ya da yaşlılık dönemlerimizde mahabbet beslediklerimizin, sevdiklerimizin ya da kin ve nefret duyduklarımızın yazılı olduğu bir liste, bir not defteri vardır? Sevgi ve nefret, kuşku ve kesinlik konularına dair elimizde delillerimiz var mı? Eğer böyle bir şeyimiz yoksa öyleyse başkaları kontrolü ellerinde tutuyor demektir. Henüz bunları yapmak için geç kalınmış değil. Bir yerde, bir başkasına dayatma söz konusuysa; bu baskı eğer sevgi ve nefret, kuşku ve kesinlik doğrultusundaysa orada Yumuşak Güç kullanılıyor demektir.
Askeri harekâtla ele geçirilen topraklar, aynı Hürremşehr gibi; Saddam’ın çizmelileri orayı gelip aldılar. Havadan, karadan ve denizden eş zamanlı saldırılar; toprakların yitmesi manasına gelir ve onlar da öyle yaptılar ve sonunda Hürremşehr düştü yani toprak el değiştirdi. Sert Güç bu. Daha sonra bizim postallarımız ağırlığını iyiden iyiye hissettirdi ve toprak tekrar el değiştirdi. Ba’asçılar’dan tekrar bize geçti. Ekonomi pazarında da eşyalar için Yarı Yumuşak Savaş söz konusudur. Piyasa ve mallar durmadan el değiştirir. Rekabet ederler ve alırlar. Peki, sizler Yumuşak Savaşta el değiştiriyor musunuz? Siz yerinizde dikili durun ve her gelen size hüküm sürsün, hâkim olsun. Sizin seçme özgürlüğünüz var. Kâfir ve Mümin kelimeleri, seçim üzerine olan kelimelerdir. Yani bizler bir seçimle ya Kâfir ya da Mümin olabiliriz. Siz değerli dostlarıma önemli bir konuyu anlatmak isterim ama konunun can alıcı yerlerini can-ı gönülden dinlemenizi de isterim. Hani derler ya; Velayeti kabullenmek, önderliği kabullenip, benimsemek işte bu cümle yanlıştır. Hiç kimse dünyaya gelişinden ta ölene değin velayetsiz ve lidersiz yaşamamış değildir. Çünkü insanın kalbi var, İnsanın Şegafı var. Şegaf neydi? Mahabbet ve nefretin, sevgi ve kinin yaşadığı yerdi. Her kim bir şeye gönlünü, kalbini verdiyse ya da Arapçasını diyelim Mahabbet beslediyse, Şegafını ona vermiş demektir. İşte bu insan, onun velayetini, onun önderliğini kabullenmiştir. Ama tam aksine nefret ve kinle bir şeye bakıyorsa işte ondan beraat etmiş, kaçınmıştır.
Bizim toplumumuzda kim Velayet-i Fakih taraftarıysa, velayet olgusunu kabullenmiştir şeklinde yorumlanır ve bu yanlıştır. Fıtrat nedir? Fıtrat aynı PC’nize yüklediğiniz işlemci sistemidir. Bir bilgisayar satın alıyorsunuz ve içine Windows’u kuruyorsunuz. İşte PC’nize bu Windows’u yüklemediğiniz müddetçe sisteminiz çalışmayacaktır. İnsanın bir cismi var ve bu cismi harekete geçirmek için Fıtrat olarak adlandırılan işlemci sistemi yüklenmiştir. Fıtratın da kendine has özellikleri, kapasitesi vardır; bunlardan bir tanesi de beşerin her daim ihtiyacını duyduğu ibadetler olgusudur. Bu ibadet Allah’a ya da puta o ayrı bir mesele. Sonuçta her ikisi de ibadet olarak adlandırılır. İnsanoğlu velayet altına girebilir. Bu beşerde fıtraten var olan bir şeydir. Peki, bu ne demek? İnsan ya bir şeylere ve kişilere sevgi ve mahabbet besler veya tüm bunlardan nefret eder, kin duyar. Velayeti kabullenme olgusu zati bir olaydır. Birisi, “Ben Velayet-i Fakih’i kabul etmiyorum!” desin, ama sonuçta kabullendiği başka bir velayet sistemi vardır onun. O zaman bakmak gerek; kabullendiği velayet daha mı ilkeli ve ağır basıyor, bunu Velayet-i Fakih’le tartmak icap eder. Kuran’a dönelim, Kuran-ı Kerim böyle bir şey demiyor, o olaylara başka türlü yaklaşıp, açıklık getiriyor. Herkesin velayeti kabullendiği, herkes için takip edilecek bir olgu olduğu konusunda kimsenin bir çekincesi yok. Kuran’ın Yumuşak Güç için yaklaşımı şu yönde; üzerinde oldukça durulan ve bize bir miras gibi kalmış olan bir Ayet el Kursimiz var. Bakara suresinden yer alan bu ayetler neden bu denli önemli acaba? Çünkü Ayet el Kursi Yumuşak Savaş ve Yumuşak Gücün anlatıldığı en temel ve doğru esastır. Şöyle buyuruyor;
“Allah inananların velisidir”, onlar üzerinde tüm hakka sahiptir. Velayet, müminleri ve iman edenleri, işte onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfir ve inkâr edenlerin önderleri ise Tağut’tur.
Evet, bir değil birçok veliyi kabullenirler, birçok tağuta boyun eğerler onlar. Nefisleri, arabaları, güzel evleri, makam ya da rütbeleri… İşte böyle olunca da ayetin devamı gelir;
“(onlar da) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır.”Onlar kim? Şeytan ve Şeytani sıfatlara sahip müstekbirler. Çift şeritli bir cadde misali; Sonu karanlık ve başlangıcı nur. İman edip, mümin olanların bir velisi vardır ve O onları keder verici karanlıklardan, tek olan nura yöneltmiş, çıkartmıştır ve tam aksine kâfir olup inkâra kalkışanlar ise kendileri için veli kabul ettikleri tağut aracılığıyla karanlıklara gömülmüşlerdir. Şimdi sormak gerekir, acaba velayeti kabul etmek yalnızca Velayet-i Fakih taraftarlığı için mi geçerliymiş? Ne kadar yanlış bir ön yargı değil mi? Velayeti kabullenmeyecek bir âdemoğlu dahi yokken, böyle bir şeyi düşünmek ne denli sağlıklı olur acaba? Velayet ilkesini kabullenmeyecek birisi, insan olamaz ve onun fıtratı yoktur. Öyleyse bütün herkes için Velayet ilkesi geçerlidir. Ama insan kendisini yok pahasına, sanki hiç mi hiç değeri yokmuşçasına önüne gelen her lidere, her velayete satmakta, onun kontrol ve sultası altına girmekten çekinmemektedir. Tartışma konusu Joseph Nye’ın İran’da tercümesi edilen metinlerinde. Yumuşak Güç ve Yumuşak Savaş.
Nasıl bir Velayet? Joseph Nye şöyle diyor;
“Bizim öyle bir şey yapmamız gerekir ki başkaları bu sayede yoldan çıkmalı. Bizim istediklerimizi yapmalılar. Yani Yumuşak Güç bir ülke kendi istediği şeylerin diğer ülkeler tarafından da istenmesini sağladığı zaman başarıyla uygulanmış oluyor: Ben bunları istiyorum. Sen de aslında aynı şeyleri istiyorsun, beni izleyebilirsin.”
Zorlama Yarı Yumuşaktadır. Restoranda garson olarak çalışan birisi, müşteri ne isterse getirir ve tüm dediklerine hay hay der. Ama bu garsonun evinde de aynı şekilde, kendi ev halkına bu şekilde hizmet edeceğini hiç zannetmiyorum. Çünkü orada teşvik edilmekte, maaş almakta ve eğer işini iyi yapmazsa tembih edilir, kulağı çekilir, maaşından kesilir. Yani mecburen bu işi yapıyor diyebiliriz. Ama Yumuşak Güç, seçme hakkına sahip olma demektir. O ya da bu. Siz kendi özgür iradenizle, kendi ihtiyarınızla kâfir ya da mümin olmayı seçebilirsiniz. İşte tekrar burada Ayet el Kursi söze karışır ve şöyle der;
“Dinde zorlama yoktur.”Zorlama olmadığı gibi seçme özgürlüğü vardır. Din konusu seçme ve ihtiyar konusudur.
Joseph Nye der ki; Biz Irak’ı aldık ve neden İslam âlemi bu denli yaygara kopardı? Neden Tunus’ta, Mısır’da, Endonezya’da ve Pakistan’da halk sokaklara dökülüp, gösteriler yaptı? Bakın bu cümleler Joseph Nye’ın kendi kitabında yazmakta. Biz bir İslam ülkesini ele geçirdik ve bizim iyi bir iş yaptığımıza Müslümanların ikna olması gerekirdi, çünkü bunu biz dedik. Devam ediyor; Yumuşak Güç, siyasi gündemi diğer insanların önceliklerini şekillendirecek biçimde belirleme kabiliyetine dayanır. Eğer istediğim şeyi istemeni sağlayabilirsem, o zaman yapmak istediğin şeyi yapmaya seni zorlamama gerek yoktur. Yumuşak Güç, söz konusu devletin, kendi ulusal çıkarlarını, liderlik ettiği ülkelerin ulusal çıkarlarıyla örtüşecek bir biçimde sunabilme ve diğerlerini de hoşnut edecek bir biçimde izleyebilme kapasitesi demektir.
Ama Kuran’ın nazarında olan Yumuşak Güç Ayet el Kursi’de anlatıldığı şekildedir ya da Müslümanlar üzerinde günümüz söz sahibi olanın nazarında olandır; bugün nazarda olan şu;
“Halkın olgunluğa erişmesi gerekmekte ve Allah’ın öngördüğü şekilde hareket edilmelidir, bizim istediğimiz şekilde değil.”Çünkü ne Velayet-i Fakih, ne Velayet-i Resulullah kendileri için hareket edilmesi talebinde bulunmuşlardır. Velayet’in yegâne çizgisi Velayetullah olmalıdır. Bugüne değin hangi peygamber insanları kendisine çağırmıştır? Hepsinin ortak sözü;
“Fettekullah ve e’tiun!”değil miydi? “Öyle ise Allah’tan korkun ve bana itaat edin!” Şuara suresinde 8 kere 8 peygamber için bir tekrar var. Yani iki peygamber “Musa” ve “İbrahim” zamanının iki büyük yöneticisini Hak yola davet etmişlerdi ve beş peygamber de, bunlar Hz. Nuh, Hud, Lut, Salih ve Şuayb beş kavmi davet etmişlerdi. Tek bir ayet ve bu beş peygamber için sekiz defa tekrar olunmakta; “Fettekullah ve e’tiun!” “Öyle ise Allah’tan korkun ve bana itaat edin!” Takva karmaşık bir şey değildir.
Ben şimdi sizin takvanızı değerlendiriyorum. Kendimi sizin gözünde görüyorum ve sizin kötü görüp bildiklerinize yanaşmıyorum. Takva yani kendimi sizin gözlerinizde görmemden ibarettir. İlahi takva da bu şekildedir, yani kendini Allah’ın gözlerinde görmek. Allah’ın sevmediği şeyleri yapmamak, onun onay verdiklerini yerine getirmek. Fettekullah derken, bizden korkun, bizden sakının demiyor. Allah’a takvalı olun diyor. Öyleyse Enbiya, İmamlar ve Salih bendelerin yapacakları genel, ortak bir eylem var ve başka görevleri de yok. O da; “İlahi takvaya davet”. Velayetullah, Velayet-i Resulullah ve Velayet-i Ulul Emr’in özeti ve içeriği Tevella’da gizli. Kimseyi fark gözetmeksizin İlah-i takvaya davet etmek kendilerine değil.
İmam Hüseyin (as) insanları kendisine davet etmedi. İmam Hüseyin ne buyurmuştu?
“Eğer ceddimin dini, benim öldürülmemle hayat bulacaksa; öyleyse haydi kılıçlar parçalayın beni!”Ben önemli değilim, ben kalayım ama din yok olursa olsun, yok böyle bir şey. Din ayakta kalmalı ve bunun için ben ölmeye hazırım. İmam Hüseyin bunu haykırıyordu. Burada anlatılan şey Yumuşak Savaşta uygulanan ve hedef kılınan şeydir. Kalpler ve gönüller. 72 milyon İranlı, 72 milyon kalp ve zihin demektir. Düşman eğer bunu ele geçirirse işte o zaman tüm dönemler boyunca peygamberler ve evliyaların ortak sloganı yitmiş olacaktır. Bu da rahmetli İmam Humeyni’nin dediği gibi;
“Eğer İslam bu sefer böyle bir darbe yerse, artık binlerce sene belini doğrultamaz.”Zaten neredeyse bin senedir bugünlerin gelmesini bekleyen İslam âlemi tekrar bir bin sene daha beklemek zorunda kalacaktır. Bakalım bizler ne denli uyanık, dirayetli, basiret sahibi ve olayları kavrayabilen bir topluluğuz. Eğer ellerine istedikleri o fırsatlar geçmiş olsa, İran’ın başına ne belalar getirirler Allah bilir. Gazze’de tüm bu olanlar ve Gazze şehitleri için tertiplenen bunca konferans, hiç şüphe yok ki ellerine bir fırsat geçtiğinde bizler içinde yapılacaktır, bir Gazze’de biz olacağızdır. Saban Center ve Brookings Enstitü’nün hazırladığı raporları inceleyelim; onlar bugün Sena ve Amerikan kongresi yani parlamentoları ve Obama hükümeti için stratejik projeler hazırlamaktalar; İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden yalnızca iki gün önce, kendi internet sitelerinde altı strateji uzmanın hazırladığı 164 sayfalık bir raporu yayınladılar. Bu uzmanlar İran’la mücadele etmek için 9 yol sunmuşlardı. Bunlardan iki tanesi sözde diplomatik yani “Havuç ve Sopa” diyalogundan ibaret. “50 yıl bu şekilde devam edebiliriz ama İslam Cumhuriyeti dağılmayabilir.” Aslında bu rapor bize şunu anlatıyor; İslam Cumhuriyeti’nin dağılması için bir şeyler yapmamız gerekmektedir. Beyaz Saray İslam Cumhuriyeti’nin miadını erkenden bitirip, dağılması için de bunlara emir vermiştir. Rapor şöyle diyor;
“Bu yöntemlerle hiçbir şey olmaz. Diplomatik yollarla belki İran’ı 50 sene sonra dize getirebiliriz, o da belki. Yani nükleer enerji ve Uranyumun zenginleştirilmesi konularında ve hatta yeni yaptırım ve ambargolarla yine de bir şeyler olacağa benzemiyor.”Bu sefer bu iki seçeneği bir kenara koyup, bir sonraki seçeceği değerlendiriyorlar. O da Askeri harekât. Raporun ilk satırlarında şunlar yazmakta;
“Gelin, Irak’ta yapılanın aynısını İran’da da yapalım. Asker yığalım ve işgal edelim.”Ve daha sonraki satırlarda bu olasılığın bir hayalden ibaret olduğunu yazmaktalar. Diyorlar ki; “İran’ın iki bağımsız ve güçlü askeri kanadı var. İyice yerleşmiş ve istikrarlı bir hükümetleri var. İran toprakları neredeyse Avrupa’nın üçte biri kadar geniş. İngiltere, Galler, İskoçya ve K. İrlanda’dan müteşekkil olan Büyük Britanya İran’ın ancak altıda biri kadar toprağa sahip. Birleşik Krallık yani, K. İrlanda, İskoçya, Galler ve İngiltere; Sistan ve Beluçistan eyaletlerinin toplamı kadar. Almanya Fars eyaleti kadar ve Belçika da ancak bir İsfahan yapmakta. Avusturya Semnan ve Hollanda da İlam eyaletleri kadar ancak yapmakta. Sözün özü İran Avrupa’nın üçte biri kadar geniş bir toprağa sahiptir. İki sağlam ve güçlü askeri kuvvete ve güçlü bir hükümete sahip. Bu yeni kuşak düşünce yapısının bir nevi temelleri de 33 günlük Hizbullah İsrail savaşında atıldı ve o gün bugündür neredeyse Siyonistler Şiilerin karşısına çıkmaya cesaret edememişlerdir. Ancak beş saatlik bir operasyona takat getiren bir militan grubu nerede ve 33 gün boyunca gerçek bir savaş içerisine giren ülke gençlerinden oluşan Şii dört bin kişilik bir ordunun yaptıkları nerede? Ve gel gelelim 10 milyonluk Besic gücüne, hazır askere sahip bir Şia’nın dört bin genci bu denli savaşmışken bunun bir milyonu işin içine girse ne olur o zaman? Saban Center ve Brookings Enstitü’nün hazırladığı raporda saldırının imkânsız olduğu kolayca anlaşılıyor. Güzel bir sözü var, şöyle diyor;
“Bir milyon 200 bin Farsça bilen yani bizim İran’ın işgali ve gerilla savaşına karşı koyacak Farsça bilen Amerikan komandolarına ihtiyacımız var. İran’ı ele geçirdikten sonra da bizim bir milyon 200 bin kişilik askeri güce ihtiyacımız olacaktır, çünkü İranlılar gerilla savaşını çok iyi bilmektedirler, dağlık bölgeleri bir hayli fazla ve onların toprakları gerilla savaşı için oldukça müsait. Aynı Afganistan, Pakistan, Irak ve Yemen gibi. İranlılar gerçekten gerilla savaşını çok iyi biliyorlar hatta bunu ülke dışına taşıyorlar, Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas da zaten gerilla savaşını bunlardan öğrenmedi mi? Eğer İranlılar işi işgalden sonra gerilla savaşına dökerlerse, o zaman kim bilir bizim bunları yok etmemiz için ne denli çok askeri güç takviyesi yapmamız gerekecek ve sonunda da belli değil belki de onlarca sene bu direniş sürecektir. Şimdi bunlar 120 bin askerle yani İran’ın işgali için istenen askeri gücün onda biri kadar bir orduyla kaç senedir Irak ve Afganistan’dalar ama yine de bir milyon 200 bin askerle İran içinde 40 sene kalsalar dahi istedikleri sonuca ulaşamayacaklarının farkındalar. Bu sefer de hadi askeri harekât imkânsız gibi gözüküyor, öyleyse İran’ın Atom tesislerini bombalayalım diyorlar ve ardından hemen ekliyorlar;
“Eğer İran’ı vurursak, onlar da bizi vuracaklardır. Bu da tehlikeyi bir basamak daha arttırmaz mı? Yani biz vuralım sonra İran vursun ve ardından tekrar biz vuralım o zaman da buna savaş derler. Öyleyse bu plan da işe yarar gibi durmuyor. İsrail’e bu işi yapması için yeşil ışık yakalım, Benyamin Netanyahu’ya yeşil ışık yakalım ve elinden ne geliyorsa yap diyelim, arkandayız. O zaman da İsrail vurur ve İran da cevabını vermekte hiç de gecikmez. Ve mademki İsrail’e biz senin arkandayız dedik öyleyse onları savunmamız icap edecek ve İran’ı bizim de vurmamız gerekecek. Sonuçta biz yine bir askeri savaşın içine kaymış olacağız. Tüm bunlar değerlendirilince Askeri harekâtın hiç de akla yatmadığını görmekteyiz.”
Altıncı seçenek olarak da bir darbe ile kadife devrim yapmak. Bu da İran için yapılacak en ucuz, en zahmetsiz ve en sade yöntem. Daha sonra listelerine aldıkları isimleri bir bir sıralayıp bunların kadife devrimde ne şekilde rol oynayacaklarını anlatır raporda. Devrik şah Rıza Pehlevi Kadife devrim için hazırlanan listede dördüncü sırada. Bakın kendilerinden bazıları listenin ilk sıralarında bazıları da sonlarda. Bu şu anda kullanılacak en uygun yöntem olarak değerlendirilmektedir. Hem masrafımız olmayacak, olaysız bir geçiş olacak, adımız kötülenmeyecek ve askerimiz oraya girip de bir çatışma ortamında bulunmayacak. Üstüne üstlük hepsinden önemlisi; bize en kolay ve en kısa zamanda cevap verecek sistem bu. İlk seçenek gibi sonuç için 50 sene geçmesini beklememize gerek yok. Bu arada rapora yedinci bir yol planı daha düşülmüş, o da; Sınır bölgelerinde ayaklanmalar yaratmak, çeşitli eyaletleri birbirlerine karşı kışkırtıp bağımsızlık talebinde bulunmaları için ateşlemek. Elbette bu yöntemin ne denli tehlikeli olduğunun da altını çizmeden edemiyorlar. İran’ın sınır eyaletleri sınırı bulunduğu ülkelere etnik ve kültürel yönlerden çokça benzemekteler. Mesela İran Kürdistanı, Irak ve Türkiye Kürt nüfusunun yoğun olduğu sınır illeriyle oldukça birbirine yakınlar. İran Azerbaycanı ile Azerbaycan Cumhuriyeti, Beluçistan ile Pakistan Beluçistanı, Huzistan ile Irak’ın bu eyalet ile sınır Şii şehirleri gibi. Ama bu yöntemin riskleri de bir hayli fazla; bizim o bölgeleri canlandırıp bağımsızlık istemeleri için fitili ateşlememiz ve sonunda da kendileri için bağımsız bir devlet kurma hayalleri akabinde kontrolün tekrar bizim elimizden çıkması ihtimali çok fazla. İran askeri kanadına yakınlaşıp bir darbe için zemin hazırlamak da oldukça iyi bir fikir gibi görünmekte ama İslam İnkılâbının henüz başlarında Amerikan Büyük Elçiliği etkisiz hale neden getirilmişti? Bakın içten gelen bir itirafları var raporda; “Bizim en büyük sorunumuz, İran içerisinde bir konsolosluğumuzun olmayışıdır!” diyorlar. Bu yüzden asker ve orduya yakınlaşıp bu iki organ ile darbe yapma ihtimallerinin olmayışından yakınıyorlar. Dikkat edin, bu rapor Beyaz Saray’ın resmi belgeleridir. Yani Sistem ve hükümetin dağılması için işi fiiliyata dökmekteler. Bunun için raporda dokuz ana başlık mevcut ve bunlardan altıncısı onlar için en önemli ve makul olanı olarak değerlendiriliyor ki zaten son zamanlarda cereyan eden olayları irdelediğimizde bu altıncı madde rengini belli ediyor. 164 sayfalık dehşet verici bir rapor. Son İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra patlak veren olayların üzerinden 15 gün geçmiş ve hepsinin Siyonist olduğu kesinleşmiş bu altı strateji uzmanı, bunların başında Londralı Yahudi bir ailenin çocuğu olan İsrail Amerikan Büyükelçisi Martin Sean Indyk ve 20 yıldır İran üzerinde derin araştırmalar yapan Suzanne Maloney gelmekte, çok garip bir grubu teşkil etmekteler. Olaylarla sona eren seçimlerin üzerinden henüz 15 gün geçmiş ve bu kadro tekrar bir araya gelmişlerdi. Orada Martin Indyk gülerek şöyle der; “Bu bir sonun başlangıcıdır.” Yani bu olaylar İran İslam Cumhuriyetinin sonu için bir başlangıçtır demek ister.
207 yıllık bir geçmişi olan, 1803’te Thomas Jefferson ile artık Amerika olarak bilinmeye başlanan ve bize diş geçirmek isteyen bir düşman; bugün dile kolay 8 bin yıllık bir tarihi olan, İslam’ın yayılması ve gelişmesi için önemli bir merkez olan ve 30 yıldır hatalarını düzelte düzelte gerçek İslam’ı yaşamak için zemin hazırlayan ve yeni nesilleri de bu yönde yetiştirmek için çaba harcayan bir İran İslam Cumhuriyeti var. İşte bu nesiller asıl sorunun nerede olduğunu bilecek kadar aslında bilinçliler, sorun aile içi sayılacak bir tartışma ve bunun palazlanması, nefslere uyulup, dünya sevgisinin ağır basması nedeniyle vuku bulduğunu bilmelidirler. Artık Velayetullah’ı kazıyıp, Resulullah ve ulul Emr’in velayetinden başka herhangi bir velayeti kullanırız. Bizler Velayet şemsiyesi altında yaşamak için var olmuşuz. Hepimiz, yedi milyar yeryüzü insanı aynı şekilde. Ama önemli olan “Bu Velayet kimin elinde?” ve bizlerin yaşantımız içerisinde şu soruya cevap vermemiz gerekmektedir; Kalbimiz kimin için atmakta? Kalbimizde yer verdiğimiz şey nedir? Varlığımızı neye teslim ettik? Bakın Filistinliler topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmiş durumdalar ve yaklaşık 70 yıldır bunun için savaşmaktalar ve birçokları da buna alışmışlar artık, çünkü savaşmak çok zor ve meşakkatli. Ama Yumuşak Savaş yöntemine başvurmak isteseler, o zaman ne Filistin ne Lübnan ne de İran topraklarına ihtiyaçları kalacaktır. Taş ve topraktan ibaret olan bir ülkeden ya da İktisat ve siyasetten daha önemli olan bizim kalplerimizdir. İşte biz bu kalbi kimin kontrolü altına vermekteyiz. Yumuşak Savaşı bir de şöyle anlatalım; Tam manasıyla bir düzen içinde ve hazırlanan planlar doğrultusunda hareket eden bir grubun, bir ülke halkının kalplerinin ele geçirilmesinden ibarettir. Farz edelim Sert savaşta askeri birlikler Hürremşehr’e girip orayı işgal eder sonra ülke ordusu topraklarını savunmak ve geri almak için sert savaşa girmek zorunda kalır. Yani düzgün ve tertipli bir ordunun ele geçirdiği toprakları, ülke savunma mekanizmasının gelerek tekrar geri almasıdır. Hürremşehr’in kurtuluşu budur. Daha önce de dediğimiz gibi Yumuşak Savaşın toprak parçasıyla işi yok, gelir tek tek halkı ele geçirir; onlara sevgiyi ve kini aşılar. Artık insanlar için kesinleşenler kuşkuya dönüştürülür, Allah’a, İslam’a, Mehdeviyet inancına, Kuran’a, Allah’ın hâkimiyet ve velayetine, Hz. Muhammed’in ve Ulul Emr’in velayetine kuşkular arttırılır.
Bir zamanlar Devrim Muhafızı olanlar, Besic olanlar, din adamı olanlar, cephelerde savaşanlar. İslam dıştan hiçbir zaman darbe yemedi. Allah Rasulü’nün bizlere getirdiği İslam, bugüne değin dıştan mı darbe yedi sanki? Peygamber efendimizin etrafındaki bazıları yüzünden İslam yatalak bir hastaya dönüştürülmedi mi? Kimler Ali’yi bir darbeyle hilafetten mahrum edip, onu evine mahkûm ettiler? İsrail mi, Amerika mı? Tarih boyunca İslam dinini hiçbir yabancı güç yenememiş, sırtını yere getirememiştir. İslam hep içten darbe yemiş, zarar görmüştür. Bugün Mehdilik inancını, Velayetullah’ı eleştirenler, aleyhte yorumlar yapanlar zamanında cephelerde savaşmış ve din elbisesini üstlerine giymiş insanlardan başkası değildir. Bunlar Allah’ın hâkimiyetini eleştirirken, Tağutun sultasını seve seve kabullenenlerdir. Yani; akıl ve kalplerini yitirmiş, Yumuşak Güç sahibi yabancıların saflarında, yumuşak savaşlarında, komutanlık ve askerlik yapan kitlelerdir. Bunlar, batı destekli medyanın önüne geçip, onların demek isteyip de bir türlü diyemediklerini dile getirenlerdir. Ve sonuç; onların söylediklerine kulak asan milyonlarca genç beyin ve kalp, kadın ve erkek. Onlar bu şekilde bu beyinlere hücum etmektedirler.
Yumuşak Savaş ya da Yumuşak Güç ele avuca gelen bir şey değil ki ona karşı zor kullanalım, elimize kazma kürek alıp onu darma duman edelim. Yumuşak Savaşın yolu yalnızca ikna etmekten geçiyor. Allah’ın hâkimiyetini, Rasulü ve Ulul Emr’in velayetini kabul edip, bu meydan da savaşmak isteyen kişiler ikna olmuş, kendilerine yeten kişilerdir. Ama bu son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde nice büyük ve saygın şahsiyetlerin din ilimlerinin merkezi olan Havza ve üniversitelerden insanların, kendilerine söz geçiremeyip, ikna olmadıklarını müşahede ettik. Aslında bu büyük bir ibret tablosudur.
Buyurur takvalı olun;
“Yec’elu lekum furkanen” (یجعل لکم فرقانا) “Sizlerin içine Furkanı yerleştirdik.”Furkan yani Hak ve Batıl’ı ayırt edebilme yetisi. Görüldüğü gibi yolumuz yine peygamberlerin temel hedefi olan o ilkeye çıktı. Fettekullah…
Kuran’ı Kerim’de küçük bir sokak vardır. Hangi yola, caddeye, sokağa girerseniz girin, hangi araca binerseniz binin, hangi yolla olursa olsun hareket edin, hepsi bu sokakta son bulmakta. Takva yani; sakınma, perhiz etme ve sabır. Takva yani; Allah’ın gözüyle kendini görme, O’nun hoşlandığı şeylere yönelme, isteklerine uyma ve benimsemediklerini bir kenara itme. Takva yani; İlahi hâkimiyetin çizdiği sınırlar.
Öyleyse yumuşak savaş yani İblis başta olmak üzere insan ve cin siluetine bürünmüş şeytanların 72 milyon İranlı’nın kalbini ve beynini ele geçirme operasyonudur. Ve unutmayalım ben ve sizler de bu ele geçirilmek istenenlerin içerisindeyiz. Hem de bu sefer kendi irademizle teslim alınıyoruz. Eğer Hürremşehr ve Abadan zorla düşman yönetimi altına girip, Baaslıların postalları altında ezildiyse, bilin ki; bizim durumumuz tamamen farklı. Kendi isteğimizle ele geçiriliyoruz. Mümin mi yoksa kâfir mi olacağımız burada belli olacak. Bu savaşta üç cephe var. Ben kalbimi Allah’a mı yoksa Tağuta mı vereceğim, mesele bu. Ayet el Kursi de zaten buna değinmiyor muydu? Burada Tağutla Allah arasında bir savaş var. Yalnızca bir taraf Allah’ın cephesi. Ayet el Kursi’yi hatırlayın, bir nur var ama birçokta karanlık. Eğer Allah isterse kendi velayet ve hâkimiyetini hepimiz üzerine hükmedemez mi? Ama öyle olsaydı, o zaman nerede kalırdı bizim irademiz, o zaman bize insan demezlerdi ki. Allah velayetini üzerimize hükmetse, o zaman bizim bu âlemdeki sınavımız, imtihanımız nerde kalırdı. İşte bu yüzden meydanı bizim sınav alanımız için boş bırakmıştır. Tağutların savaşı Yüce Yaratıcıyla ve ne kadar acıdır ki Allah’a karşı başkaldıran Tağutlar da O’nun mahlûkları ve kullarıdır. Bu Yumuşak Savaş Allah ve Tağutlar arasında vuku bulmakta. Faiz yiyenler ya da yedirenler bunlar ilahi sınırlara riayet etmiyorlar. Rüşvet alıp-verenler, haram mal yiyenler, adaletsizce hareket edip zulüm edenler Allah’la amansız bir savaşa tutuşmuşlardır. Bunlar tağutun ta kendisidir. Nefslerinin tağutu, bunları onlara güzel göstermektedir.
Öyleyse bu savaşın ilk bölümü tağutlar ve Allah arasında cereyan etmektedir. İkinci kısımda ise kalbimiz ve beynimizin kendisine neyi hakim ve yönetici olarak karar vereceğidir. Bu savaşın üçüncü bölümü ise Allah’la benim aramdadır. O’nun hâkimiyet ve velayetini kabul edecek miyim yoksa diretecek miyim? İşte bütün mesele bu; Kâfir yâda Mümin olmak. Ve bir kez daha okuyalım Ayet el Kursi’nin III. Ayetini;
“Allah inanların velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin önderi de Tağut’tur. (Onlar da) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar.”
Dr. Hasan Abbasi
II. Bölümün Sonu
Çeviri: Ehlader
Yumuşak Savaş Nedir? I. Bölümü Okumak İçin: