Yumuşak Savaş, İkna ve Kandırma Savaşıdır.

Eğer dikkatlice ekonomimize, siyaset, bilim, üniversite, sanayi ve birçok alanımıza bakacak olursak; bizlerin kendi sahamızda olduğumuzu ama rakibin kurallarına göre oynadığımızı göreceğiz. “Olumsuz orantısız girişim” yani biz kendi topraklarımızda kendi ellerimizle Darwin teorisinin yayılması için çaba harcıyoruz. 120 yıl önce yaşamış Darwin bugün insanlığı tekâmüle erişmesi için hala bir ana kaynak gibi gösterilmekte. (XIX. yy.da yaşamış ünlü İngiliz düşünürü Darwin’in kurduğu bir nazariye, görüş. “Evrim Teorisi” ya da “Tekâmül Nazariyesi” adıyla da anılır.)Darwin toplum yapısı, Darwin ahlakı vs. işte bunlar kaynak olarak kullanılmaktadır. Eğer Birleşik Devletlerde ders okuyan birisi, Darwinizm aleyhinde bir tez hazırlamaya kalkışırsa ya da aleyhinde konuşursa onu ihraç ederler. Bakın bu yakınlarda tertiplenen Fecr Film Festivalinin yabancı filmler kategorisinde bir Amerikan filmi de yarışmıştı. Belgesel niteliğinde bir film ve bizlere bu son 5 sene zarfında, Amerikan üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak görev yapan ve Darwinizm’e karşı eleştirileri yüzünden görevlerine son insanları anlatmakta. Üstüne üstlük bu belgesel film Birleşik Devletlerde en çok satılan 13. belgesel olma özelliğini taşıyor. İbret ve ders alınacak bir eser bu. Ne kadar enteresan değil mi; Darvin teorisine karşı en ufak bir eleştiri, bir öğretim üyesinin Birmingham, Brooklyn ya da Michigan üniversitelerinden atılmasına yetiyor bile.

Sizler şu anda ülkemizde uygulanan eğitim ve öğretim programlarının Darwinizm ilkeleri doğrultusunda icra edildiğini biliyor musunuz? Peki, üniversitelerimizin Darvincilik ile hareket ettiğini? Darwinizm’e karşı inkılâbın başlarında Darwin teorisi aleyhinde kitaplar yazan Merhum Ayetullah Mişkini’den sonra bu nazariye aleyhine kimsenin bir şeyler yapmadığını biliyor musunuz? Sağlık Bakanlığımızın dahi Darvincilik ilkeleri doğrultusunda olduğundan haberiniz var mı peki? Liselerimizde Deneysel bilimler olarak okutulan ders aslında Darvincilik temellerinden birisidir. Eğer Darwin, Zürafanın boynu ağacın yüksek dallarında bulunan yaprak ve meyvelere ulaşmak için aradan geçen binlerce yıl içerisinde uzadığını söylüyorsa, çocuklarımızın evlerinde bulunan bilgisayarlarda oynadığı oyunlar ya da televizyonlarda izledikleri kocaman kulaklı ve kanatları olan filler ya da gökyüzünde uçan horozlar ve su dışında yaşayan yunuslar gibi çizgi filmler izliyorsa; bunlar Darwinizm’in ne denli içimize sızdığı anlamına gelir.

Henüz okula gitme çağı gelmemiş bir çocuk için anne babası CD alıyor, televizyonlarımızda Beyt ul maldan alınarak hazırlanan çocuk programları, ister istemez Darwin teorisini empoze etmekteler. Burada ne anne ve baba kasten bir şey yapmakta, ne o Radyo ve Televizyon müdürü, ne eğitim ve öğretim sorumlusu, ne de diğer organlar. Meselenin temeli şu; İnsan kalben ve zihnen ele geçtiği zaman artık neyin düşmanın hoşuna gittiği bilemez hale gelir. Beyt ul malı düşmanın menfaatleri doğrultusunda kullandığını fark edemez. İşte Yumuşak Savaşın dolambaçlı olması bundan kaynaklanıyor. Anne baba iftihar ediyor evladı Deneysel bilimler bölümünü okuyor diye ya da üniversitede Tıp fakültesini kazandığı için. Ama bir bakıyor laboratuarlarda insan kadavralarını parça parça ediyorlar. Sonrası diş hekimi, göz doktoru, cilt ve bakım uzmanı, ortopedi ve kulak-Burun-Boğaz doktoru olup çıkıyor. Peki, Fıtrat doktoru nerede? Ruh Hekimi? Kuran-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in (as) bahsettiği ve rahmetli Şehid Ayetullah Destgaib’in ömrünü bu konu üzerinde harcadığı “Kalb-i Selim” “Temiz Gönül” hakkında neden kimsecikler peşinden gitmemiştir? Neden bizler Kalb-i Selim meselesini azımsayarak yolunu takip edip, araştırmadık? Biz hep bunu bir isim tamlaması olarak değil de iki ayrı kelime olarak ele aldık ve inceledik; “Kalp” onun için özel hastaneler dahi yaptık ve “Selim” yediğimiz ürünler ne derece temiz, faydalı ve zararlı bunun araştırması içine daldık.

Kuran’la bu denli oyun oynamak ve onu makaraya almak, getirileri oldukça kötü bir davranıştır. Bakın Kalb-i Selim hakkında ömrü boyunca araştırmalar yapan birisi var ve ondan sonra bu yolu kimse takip etmiyor ve bir diğeri de Darwinizm aleyhine kitap yazıyor ve sadece onun yazdığı kitap dışında bir Allah’ın kulu gelip de bir şeyler eklemiyor. Bu Yumuşak Savaşın ta kendisidir. Yumuşak Savaş yani İkna edebilme gücü ve yetisi. Sizler maalesef 14 milyon öğrenci ve idarecilerle beraber iki milyon öğretim görevlisini Darwin teorisinin ellerine bırakmışsınız. Beyt ul maldan on milyarlarca lirayı çocuklarımız Darwin taraftarı olsun diye harcamaktasınız. Sizler bu yaptıklarınızla onlarda olan gayb âlemine imanı öldürürsünüz. Bakara suresinin başında yer alan;

يؤمنونبالغيبويقيمونالصلوة” Onlar ki, gaybe inanıp, namazlarını kılarlar.” ayeti namazın geçerliliği gayb âlemine iman ile olur demiyor mu? Artık Darwin taraftarı olmuş bir gencimizin, asaleti ve gerçekçiliği tabiatın tekâmülünde kabul eden birisi, Gayb âlemi nedir bundan bihaberdir. Tamamen her şey onun gözünde tabiattır ve bunun kıldığı namaza artık namaz denilemez. Onda olan Gayb’a imanı, sizler zaten öldürdünüz. Yumuşak Savaş dediğimiz zaman; sokaklara dökülüp eylem yapmayı ya da caddelerde barikatlar kurmayı kastetmiyoruz. Bizim meselemiz seçimlerde hile yapıldı, sandıklarda oylar yakıldı meselesi değil. O kendi yerinde. O ikna edilmesi gerekilen bir konu. Bunu mahkemelerce halletmek yerine, askeri ve polisi devreye sokmak yerine ikna edilmesi gereken bir konu o. Yargıyı, orduyu ve emniyet güçlerini harekete geçirmeden önce, onlar için hazine ayırmadan önce Ehl-i fikirin halkı ikna etmesi gerekmektedir. İtiraz eden ya da kafasında sorular olan halkın sessizliği, onların ikna oldukları manasına gelmiyor, iyi düşünülmesi gereken mesele bunlar.

Yumuşak Savaş, ikna ve kandırma savaşıdır. Peki neden ikna ve kandırma yâda bir nevi karşı tarafın gönlünü yapma? Çünkü eğer onda olan sevgi ve nefret farklı şeylereyse, onunla ne kadar konuşursan konuş, ne kadar tartışırsan tartış boştur. Soğan örneği aklınızda mı hala? Kalp, Şegaf ve Fuad. Şegaf soğanın ikinci katmanıydı. Sevgi ve nefret insanda başka bir şekildeyse ve siz de doğrudan dördüncü katmana inip onunla kuşkular ve yakinler hakkında konuşmak isterseniz, hiçbir şeyi kabullenmeyecektir. Çünkü dediğimiz gibi onun mahabbet ve kini başka bir şekildedir. Sevgi ve nefret, mahabbet ve kin, karşıdakini gönlünü yaparak veya kandırarak mümkün olur. Ama kuşku ve yakin ancak ikna ederek olur. Öyleyse en tehlikeli olan sevgi ve nefrettir, kuşku ve yakin değildir.

Peki, Sevgi ve nefretimizi nasıl ıslah edebiliriz? Soru gerçekten de çok ciddi. Tevella ve Teberra’dan bahsediyoruz artık. Şaşmamak elde değil, bakın Tevella ve Teberra listenin en altına atılmış. Gerçekten neden bizler Tevella ve Teberra’yı İslam’ın şartları, Furu-i din maddeleri arasında en alt sıraya koymuşuz ki? “Tevella”ve “Teberra” ilkeleri yanlış olan birisinin namazı nasıl doğru olabilir ki? Benim kimi ve neyi sevip sevmediğim, kime nefretle bakıp, bakmadığım belli değilse o zaman nasıl Allah’ın karşısında durabilirim ki? Allah’ın hâkimiyeti, Velayetullah bende hâkim değilse ve Tağutlar bende daha ağır basıyor ve dünya sevgisi her şeyden üstün geliyorsa; tavuğun yemi gagalayışı gibi seccadeye kafa koyup kaldırmakla Allah katında bu kabul mü olur sanıyorsunuz?

Bu yazın sıcağında oruç tutma adına açlık çekmek, bin bir meşakketle Hacca gidip-gelmek ya da cihad edip belki de bir patlama sonucu sakat kalmak, bunların hangisi daha değerlidir acaba? Bunların hiç birinin önemi ve değeri yoktur. Çünkü ben henüz Tevella ve Teberra’yı idrak edememişim ki namazım, orucum, hacca gidip, cihad edişim, zekât ve humus verişim kabul görsün; ben Tevella ve Tebbera ilkelerini hakkıyla eda edemedikten sonra hiç birisinin zerre kadar değeri olamaz ki.

Bakınız “Orantısız girişim” yani oyunu kendi sahamızda kendi kurallarımızla ve düşman sahasında düşmanın kurallarıyla oynamaktır. Lübnan Hizbullah’ının kazandığı o zafer eğer sizin hoşunuza gittiyse ve bu zafer sayesinde sevindiyseniz bunun bir tek sebebi olabilir; Hizbullah hem kendi sahasında ve hem de düşmanı olan İsrail sahasında kendi kuralları ile savaştı. Neden acaba Mahmud Abbas’a Gazze şeridinde itibar edilmezken Hamas göklere çıkarılmaktadır? Çünkü bunun bir tek açıklaması olabilir; her ne kadar kuşatma altında olsa da Hamas kendi kurallarından taviz vermiyor ama Mahmud Abbas bunu çoktan yitirdi ve zelil oldu. İsrailliler geldi ve topraklarını işgal ettiler, Amerika ve İngiltere de aynısı yapmadı mı? Ama şimdi ne yapıyorlar, dertlerini ve şikâyetlerini Amerikan ve İngilizlere söylüyorlar ve onlardan konunun halli için medet umuyorlar. Buna da kendi sahasında, kendi evini gasp etmiş düşmanın kurallarıyla oynamak denir. İşte bu yüzden Mahmud Abbas küçük düşmüş, zelil olmuştur. Hizbullah saygınlık ve değer kazanmıştır çünkü kendi kurallarıyla düşmanı Lübnan topraklarından sürmüştür. Hamas da aziz ve saygınlık kazanmıştır. İran halkı da azizdir; çünkü kendi kurallarıyla Liberalizm ve Marksizm’i silmesini bilmiştir.

Daha önce ne demiştik; İran Dışişleri Bakanlığının kapısı üzerinde hala “Ne Doğu, ne Batı” yazmakta, hala 30 yıl öncesindeler. Radyo ve Televizyon’umuz bile 30 yıl öncesinden kalma. O zamanlar İmam’ın sağında ve solunda yer almış bazı dostları inkılâptan 30 sene sonra hem doğu hem de batı taraftarı oldular. Onlardan biri Müslüman Liberal Demokrat partisini kurdu ve batıyı kabullendi. Ne Şark, ne de Garb derken ne batının liberalizmini ne de doğunun Marksizm ve sosyalizmini istemek demektir. Birisi geldi ve Müslüman Sosyal Demokrat partisini kurdu ve bu insan, bir zamanlar İmamla en çok samimiyeti olduğunu iddia da ediyor. İmam’la içli dışlı olduğunu iddia eden bu adam şimdi gelip Liberalizm bayrağı altına girip, Müslüman Liberal Demokrat partisini kuruyor. Birisi Liberal Demokrat, bir diğeri de Sosyal Demokrat olmaktan dem vuran ve basına demeçler veren bu iki partinin savundukları nedir peki? Müşareket (iş birliği-ortaklık)kelimesi sanki iştirak kelimesinden alınmamış; zaten Sosyalizmin manası da bu değil mi? Yani inkılâptan 30 sene sonra biz hem batı hem de doğu taraftarı olduk çıktık. Nizam dört paradigma değiştirdi. Ne Doğu ne Batı’dan, Gelenek ve Modernizme sonra Teoizm ve Hümanizm ve en sonunda da enbiya ve masum imamların istediği paradigma yani nur ve zulmetler paradigması. Nizam bir yıldır nur ve zulmetler vadisinde seyretmekte.

“Allah inananların velisidir”, onlar üzerinde tüm hakka sahiptir. Velayet, müminleri ve iman edenleri, işte onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfir ve inkâr edenlerin önderleri ise Tağut’tur.” İşte bütün mesele Nur ve Zulmetlerde.

Bazıları bizi karanlıklara götürmeye çalışırken, bazıları da elimizden tutup nura sevk etmeye uğraşmaktadır. Eğer birisi kendi topraklarımızda düşmanın kurallarıyla bir şeyler yapmak istiyorsa, bu hareketi Kuran’ın aksine bir davranıştır. Eğer biri kalkıp da kendi sahamızda bizim ve Kuran’ın istediği şekilde kuralları koyarsa daha yeni “Olumlu orantılı girişim” yapmış demektir. Ama biz bunu istemiyoruz, bizim yapmamız gereken şey bunu düşmanın sasında icra etmek. Bizim Amerika’da İslam Cumhuriyeti kurmak için harekete geçmemiz gerekir. Amerika’da hâkim olan bir ideolojinin gelip de bu topraklar üzerinde hem de rahmetli İmam’ın en yakın arkadaşları olduğunu iddia edenler tarafından resmi bir parti gibi İslamcı görünmesi değil.

Birleşik Devletler neredeyse dağılma sürecine girmiştir. 170’den fazla Amerikan bankası batmış durumda. 170 banka diyorum 170 banka şubesi değil. Aynı bizim Bank-i Sipah, Bank-i Mesken, Bank-i Milli gibi 170 banka. Üstüne üstlük bu ekonomide ki durgunluk 6 yıl daha bu şekilde devam edecek. Hatta son zamanlarda Harvard üniversitesi dekanı Fergusoon bir kitap kaleme aldı ve bu da ellişer dakikadan oluşan 6 bölümlü film olarak sinemaya aktarıldı ve kendi televizyonlarında da bu film yayınlandı. Fergusoon aşırı sağcı kimliğiyle bilinen birisi, bakın Batı ve Amerikan ekonominin bu denli çökmesini neye bağlıyor? Diyor ki; Bunun bir tek nedeni var o da Faizdir. Şöyle devam ediyor; Faiz hem Hristiyan hem de Yahudi dininde haram edilmiştir ama Yahudi inançlarına göre Yahudi’den başkasına faiz uygulamak helal olarak kabul edilmektedir.

Şimdi bir bakalım, Yahudilerden oluşan “Dito” (ديتو) adında bir zümre vardı, bunlar “Benin” (بنين) adında bir yerde “Benk” (بنك) adı verilen sandalyelerde oturup Hristiyan tüccarlara faizle borç veriyorlardı. Ve bu şekilde yavaş yavaş bu zümrenin durumları daha da düzelmeye başladı ve kendileri için bir bina satın aldılar ve bu binaya da “Bank” adını verdiler “Benk” oldu “Bank” ve faize devam ettiler. Şimdi gelelim İran İslam Cumhuriyeti’ne; İslam bankaları diye bankalar kuruldu ve bu ne demek sizce? Yani bu İslami faiz! Bu çalıntı, devşirme bir düşünce ürününden başka bir şey değildir. Doğru hareket edip, doğru söylediğini zanneden kişi bilmesi gerekir ki; aslında kendi topraklarında düşmanın kurallarıyla hareket ediyor. İşte bu en başından beri üzerinde durduğumuz konu.

Öyleyse bir; seçimlere itirazı olanlar bir şekilde ikna edilmeli, zihinlerdeki sorular giderilmeli. Ama bunun dışında sırf inat için bu şekilde hareket ediyorsa, işte o zaman onun hesabı ayrı. Ama zaten itiraz eden halkın genelini kafalarında ki sorulara cevap arayanlar teşkil ediyor. Onların itirazları ancak ikna ve gönül almayla olabilir. Seçimlerin öncesi ve akabinde sokaklara dökülenlerin yalnızca %1 gibi bir kısmı ikna olmayacaklardır, geri kalanlar ise düşünürlerin, kalem adamlarının ve gönül ehlinin çabasıyla şüphesiz kani olacaklardır. Bu kritik dönemlerde emniyet ve asayiş birimlerine baskı yapılmaması da gerekilmektedir. Herkes kendi işini yapmalı, bunun bilincinde olunmalıdır. Ama Yumuşak Savaş kavramını yalnızca Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası çıkan olaylarla sınırlamak Yumuşak Savaş mefhumunu iyi algılayamamak, ileri görüşlü olamamak demektir. Bu içinde bulunduğumuz savaş; mukaddes savunma yani İran-Irak savaşı kadar uzun sürmese de, onu aratmayacak kadar da kısa sürmeyecektir. Kim bu savaş meydanına girmek istiyorsa 8 ila 16 yıl ve hatta daha fazlası için kendisini hazırlaması gerekmektedir. İkna ve razı etme kabiliyeti güç iştir. Bu meydana girerken içerisinde şüphesi olan birisi, yarılı sayılır. Eğer kuşku ve şüpheleri gereğinden fazlaysa ve onların dediklerine kulak asıyorsa o zaman o zaten çoktan esir düşmüş, kaybedilmiş demektir.

Şu anda 5 senedir Kültür bakanlığı müdürlüğü yapan ve yaklaşık 19 yıldır da bu birimde çalışmış birisiyle ülke gazetelerinden biri, bir sayfalık röportaj yapmış ve bu söyleşi beni gerçekten hayretler içerisinde bırakmıştı. Şöyle diyordu; “Kültür Bakanlığı’nda ilmi bir çalışma yapmak istemiştim ama bana git sandalye ve masaları say dediler.” Alay etmişlerdi. Dile kolay İslam inkılâbının üzerinden tam tamına 31 yıl geçmiş, peygamber ve masum imamların arzuladığı bir hükümet modeli kurulmuş, bugün sizler rahat edesiniz, ilim üretesiniz diye Kürdistan, Sistan ve Beluçistan’da şehitler verilmekte ama 19 yıldır bünyesinde bulunduğun ve şu anda müdürlüğünü üstlendiğin Kültür Bakanlığı’nda sana git masa, sandalye say mı dediler? Kim dedi bunu? Sen bu memleketin ilmi konuda en yetkin şahsı değil misin? Yazık, gerçekten çok yazık. Sizler hala ve hala Darwinizm’e cevap mahiyetinde bir eser dahi kaleme almamışken, Amerika’da Darwin’i eleştiren nice öğretim üyesi, üstat ve dekanın görevine son veriliyor. Ama sizler sessiz sedasız oturmuş, Müslümanların Beyt ul malından faydalanıyorsunuz ve Darwinizmin ülke eğitim ve kültürünün içerisine girmesine izin veriyorsunuz. Şimdi de gelmiş; 19 yıldır hiçbir bilimsel gelişime katkınız olmadığı gibi bu memleketin liderini, ilmi çalışmalar hakkındaki yorumlarından dolayı alaya alıyorsunuz.

Eğer Yumuşak savaşta kimin kaybettiğini görmek isterseniz, o zaman 19 yıldır kendi sahasında düşmanın kurallarına göre hareket eden bu insana bakmanız yeterli olacaktır.

Bizler şu ana kadar halkımızın kalbini ve beynini ikna ve razı edecek çok az şey yaptık. Ama bir de diğerine bakın; o orada oturup, bizler için binlerce film ve dizi hazırlamış ya da üç deste kitap yazıp, ilim üretmiş. Ama gelgelelim bizimkisi 70 yaşına gelmiş ve buna rağmen hükümet hala seni saygıyla karşılıyor ve sen 19 sene Kültür bakanlığının azası ve 5 yıldır da onun bakanlığını yapmaktasın, Tahran üniversitesinde evet meyve suyu üretiyorlar öyleyse ilim de ürete bilirler! demektesin. Eğer adalet için sokaklara dökülüyorsanız öncelikle sizin yakanıza yapışmak gerekmez mi? Çünkü sizler yıllardır hiçbir şey yapmadınız, halkı kani edecek hiçbir eylemde bulunmadınız. Bunlar sizin kusurlarınız.

Yumuşak Savaş, bilim savaşıdır, fikirlerin ve mefhumların savaşıdır, mahabbet ve kinin savaşıdır. Peki, sizler bu savaşın mühimmatı için bir şeyler üretebildiniz mi? Bilinmelidir ki bu savaşın mühimmatı; düşünce, bilim ve inançtır. Sizden önceki neslin iftihar kaynağı, bu memleketin bir karış toprağını düşmana kaptırmamasıydı ve öyle bir modeli aşıladı ki sonuçta bundan; Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas ortaya çıktı. İmam Hüseyin’in (as) Aşurası, kendi topraklarını savunmak için bir model teşkil etti. Ama bugünün nesli İran-Irak savaşı dönemindeki Mukaddes savunma nostaljisiyle yaşamamalı. Sizlerin mukaddes savunmanız başka bir şey. Bu neslin mukaddes savunması kalpleri ve beyinleri cezp edip, ele geçirmekle olmalıdır. Beyinlerde kalıplaşmış ve artık taassup derecesine ulaşmış fikirleri yıkmak için kendinize güvenin. Mevlana Celaleddin Rumi’nin bazı yerlerde yaptığı hatalar yüzünden içinize şüphe girmesin. Onlar bizim geçmişimiz ve büyüklerimizdir. Onlara saygıda kusur etmemeliyiz. Lakin bugün sorulan bir soru için de, bugüne dair bir cevap vermemiz gerekmektedir.

Evet, bu yolda medya, sinema filmleri ve hutbeler çok etkilidir. Ama imamlar ve peygamberlerimiz yalnızca konuşmakla mı yetinmişlerdi yoksa hayatlarını da mı bu yolda sürdürmüşlerdi? Seçimler öncesi ve sonrası kalem ehlinin, üniversite ve havza çevresi kim ne yazdıysa ve ne olduysa hepsini bir kenara bırakmak gerekir. Masum İmamlar halkı amele davet ediyorlardı. Halkı söyleyip, yazdıklarımıza değil amel edip, yaşadıklarımıza çağırmalıyız.

Yumuşak Savaş’ın keşfedilecek çok karmaşık bir yapısı vardır. Sevgi ve nefretin kontrolü konusunda çok ince ve hassas noktaları vardır. Kuşku ve yakini bilmenin yolu var. Bunlar da başka zamana kalsın. Siyasi arenada boy gösteren tüm kardeşlerimizin şunu çok iyi bilmesi gerekir; kendi sahamızda mı yoksa rakip sahada mı oynuyoruz. Eğer kendi sahamızdaysak o zaman kendi kurallarımızı uygulamalı ya da düşmanın. Bunu çok iyi bilmesi lazım. Ama kendi topraklarında oynuyor ve düşmanın koyduğu kurallara göre hareket ettiğini bilmiyorsa, zillet onun yakasına yapışmış demektir. Daha önce dile getirdiğimiz Emirül Müminin Ali’nin (as) Nehc ul Belaga’nın 27. hutbesinde buyurduğu sözleri tekrar etmek isterim;

“Bildiğiniz gibi ben sizi, bu toplulukla gece-gündüz, gizli-aşikâr savaşa çağırdım ve size şöyle dedim; Onlar, sizinle savaşmaya gelmeden, siz onlarla savaşmaya gidin. Allah’a andolsun ki kendi vatanlarında savaşılan bir toplum zillete ve aşağılığa düşer.

Ama sizler (bu önemli işi) birbirinize bıraktınız, birbirinize yardım etmediniz. Sonunda her yandan üzerinize saldırıp yağmalandınız, yurdunuzda yenik düştünüz, alt edildiniz.”

Her şeyden önce şunu bilmemiz gerekmektedir; düşmanın oyununa gelmiş ve onlar ne demişse yapmışız.

Bir hâkimiyetin altına girmek, bir velayeti kabullenmek fıtri bir esastır. Hiçbir insan yaşamında velayetsiz kalamaz. Biz hepimiz doğduğumuz andan ta ölüm anına değin birisin hâkimiyeti ya da bir şeyin velayeti altına girmişizdir. Ne mutlu kalbinin kimin ve ne için attığını bilen kimseye. Ne mutlu o insana ki; içindeki mahabbet ve sevgi meyvelerinin bulunduğu sandığı dışarı döküyor ve içinden çürük ve ezikleri ayıklayıp çöpe atıyor. Ne mutlu ona.

İşte bu insan kendi Tevella ve Teberrasını ıslah etmiş insandır. Yoksa onun ne namazı, ne kıyamı, ne hac ve cihadı, ne de humus ve zekâtı sağlıklıdır. İçte hiçbir kuşku bırakmamak, yakine ulaşmak gerek. Namaz ve orucun en uygun hale gelmesi, kalbin huzura ermesiyle olur. Benim neden namazda kalbim huzurlu değil? Çünkü benim kalbim gereksiz sevgi ve nefretlerle dolu da ondan.

Dr. Hasan Abbasi

IV. Bölümün Sonu

Çeviri: Ehlader

Yumuşak Savaş Nedir? (I. Bölüm)

Yumuşak Savaş Nedir? (II. Bölüm)

Yumuşak Savaş Nedir? (III. Bölüm)

0
Would love your thoughts, please comment.x